Aliya İzzetbegoviç’in en yalın söylemiyle ses bulmuş, fakat 1700’lerle birlikte hızla değişen ve derinleşen savaş felsefesinin tespitini çok önceden yaptığı bir gerçek vardır: “Savaş yenilince değil, düşmana benzeyince kaybedilir” ya da felsefenin söylemiyle ” yenilen düşmana benzer.”
Savaş ve yenilme kavramımızı burada top-tüfek, ordu ile sınırlamayalım, haydi biraz daha genişletelim. Sık sık bahsettiğimiz gibi psikolojik olarak Ego insanın benliğine dair gördüğü ve benimsediği her şeyi kapsar. Benim veya benden diye nitelendirdiğimiz nesnelerden ideolojilere, davranışlardan insanlara her bir iri veya ufak olgu, sizin için bizim var oluşumuza dairdir. Ayrıca insan daha çok, muhafaza edendir. Çünkü itkisel olarak hayatta kalmaya ve bekaya programlı bir canlı olması, onu bozmaktan çok yapmaya, yaptıkça çoğalmaya ve yayılmaya iter.
Bu iki olgu birleştiğinde ortaya şu gerçek çıkar: insan egosuna dair bildiği, gördüğü, yaptığı, benimsediği, sevdiği, kendini ait hissettiği her şeyi itkisel olarak muhafaza etmeye çalışır.
O zaman anahtar kelimelerimiz şunlar: her şeyi, itkisel olarak, kollamaya, çalışır.
Her Şey
Biliyoruz ki dünyada ne soyut olarak ne de somut olarak her şey iyi veya doğru değildir. Bazı şeyler hem bize hem çevremize zararlıdır. Mantarın örneğin zehirlisi de vardır lezzetlisi de. Davranışların faydalısı vardır zararlısı. Dolayısıyla her-bir-şeyi muhafaza etmeye yönelmek bir yerden sonra insanı,onun için daha zor durumlara sokacaktır. Yanlış olduğunu bildiğimiz, ama inatla “ben böyleyim” diye savunduğumuz ve bizden bir parça sandığımız tavırlarımızı, ortadan kaldırmaya, olmadı düzenlemeye, en kötü kritik zamanlarda esnetmeye yanaşmadığımız, eyleme döktüğümüz haliyle, malımız-etimiz-canımız olarak kabul ettiğimiz sürece, birilerini veya bir şeyleri kaybetmeye mahkum oluruz. Bunun yanı sıra bir dönem işlevsel olan ancak şuan işlevini yitirmiş ve bize zarar vermekte olduğunu hissettiğimiz hallerimiz de mevcuttur.
Aksini başarabilmenin yolu ise şeylerin aslında bizim malımız değil, seçimimiz olduğunu idrak edebilmekten geçer. Örneğin kırıcı mizaç, bizim malımız değildir. Bizim dünyaya getirdiğimiz bir olgu da değildir. Oluşması için bazı ortamlara, bazı yatkın karakterlere ihtiyaç duyar ve nihayetinde gerçekleşir. Kırıcı mizaç bir kişisel özellik değil bir kimyasal reaksiyondur aslında. Bunu böyle görürsek, istemediğimiz zamanlarda bizde bu reaksiyonu tetikleyen ögeleri keşfedebilir ve tepkimeyi önleyebiliriz.
İtkisel Olarak
Bu aralar çok duyuyoruz: kendini bil, kendini tanı. Fakat yine de hala çoğumuz bunun ne anlama geldiğini çözemiyor, hayatımızda uygulayamıyoruz. Çünkü kavram çok ruhani kaynaklardan, çok soyut olarak ifade ediliyor ve günümüz insanı o kadar da soyut sayılmaz. Bu sebeple “kendini tanımak” çoğu insanın kafasında oturmuyor. Bu kavramı bir de şöyle ifade etmeyi denemek istiyorum: kendini tanımak bir nevi mühendisliktir. Makine mühendisi olduğunuzu ve bir makine yapmakta olduğunuzu düşünün. Bu makineyi hangi süreçlerle yaparsınız? Öncelikle ihtiyaca bakarsınız. Yapacağınız makine dönemin ihtiyaçlarına uygun mu? Sonra gelişimi safhalara ayırırsınız. Her safha tamamlandıkça bir diğerine geçecek bir program oluşturursunuz. Her safhayı kendi içinde misal 10 aşamaya ayırır ve her aşama tamamlandığında test edersiniz. Bu test sürecini her safha da tamamlandıkça sürdürürsünüz. Test edebilmeniz için makinenizi çalışırken izlemeniz, kayıt altına almanız gerekir. İşte insanın kendini tanıyarak şekillendirmesi de böyle bir süreçtir. İyi veya mükemmel bir insan olmak, bu örneğe göre makineyi tamamlamak manasına gelir ki, insanların ilk atlamaya çalıştığı nokta budur. Bu sorun yaratır çünkü arabanın bile onlarca yapım aşaması vardır, hiçbir araba bir eylemde Porsche olmaz. Bize düşen, hayatımızdaki olayları da doğru okuyarak safhaları tamamlamaktır. Ne demiştik makineye ihtiyaç var mı? Diyelim ki bu ara herkes size çok anlayışsız olduğunuzu söylüyor veya bu minvalde sinyaller alıyorsunuz. Demek ki hayat size makinenizin bu konuda düzenlenmeye ihtiyacı olduğunu söylüyor. Akşam vakti kendinize müsait bir saat ayırdınız. Elinize kalem-kağıt aldınız. Size en son anlayışsız olduğunuzun söylendiği veya ima edildiği sahneyi tekrar hatırladınız. Burada önemli olan zihninizin içinde savaşı sürdürmemek, komutan gibi değil, olaya mühendis gibi yaklaşmak. Kim ne dedi? Karşı tarafa ait yanlışları o an unutun. Siz nerede nasıl davranıyor ve hangi sebepten neyi korumaya çalışıyorsunuz? Peki koruduğunuz şey bu kadar korunması gereken bir şey mi, içgüdüsel olarak sizi buna iten ne ve bir sonraki sefere nasıl esnetebilirsiniz? Böyle böyle testler ve değerlendirmelerle insan zamanla değişir ve kendini tanır. Çünkü itkisel davranışlarımız da her zaman doğru değildir. Bize göre gayet doğal gelen fakat çevreye zarar veren itkisel bir davranış içerisinde olup olmadığımızı kendimizi tanımadan engelleyemeyeceğimiz gibi, gelişim de sağlamamız mümkün değildir.
Muhafaza Etmeye Çalışmak
Kelimemizden de anlaşılacağı gibi muhafaza etmek, muhafızlık etmektir. İnsan en başta kendi kendisinin bekçisidir. Hem de tehlike altında olduğunu düşündüğü şeyler onun için önemli şeyler ise tahminlerin ötesinde güçlü,cesur, yırtıcı ve yıkıcı bir muhafızdır. “Her şey” ve “itkisel olarak” safhalarında akılcı ve gelişmiş bir algıya sahip olmayan bir insanın, son raddede muhafızlığa soyunması tehlikelidir. Tam bu noktada yanlış şeyleri körü körüne hem de büyük bir yıkıcılıkla muhafaza eden ve sırf bunun için çok daha değerli şeyleri gözden çıkaracak kadar cesur, gözü dönmüş insanlar görürüz. Evet, aklınıza siyasi olaylar geldi biliyorum, fakat o yalnızca bireylerin büyütülmüş şeklidir. O yüzden burada daha çok kişisel özelliklerimize odaklanalım. Çoğu zaman feda etmek istemediğimiz bir şey için kalp kırdığımız, ya da başkalarının değiştiremedikleri zararlı bağımlılıkları yüzünden kalbimizi kırdığı hatta hayatımızı tehdit ettiği durumlarla karşılaşırız hayatta. Oysa teorik olarak işleri o noktaya getiren zıtlık, bu denli abartılacak bir çatışma dahi değildir. İşte bu yüzden, insanın kendisini bilerek muhafaza etmesi gerekir. Tabii burada ahlak, etik, vicdan sınırlarının içinde kalan ve daimi muhafızlık gerektiren olguları değil, bize özgü esnetilebilir davranışlardan bahsediyoruz.Zaten insan sadece “çalışır.” Aslında düşman gördüğü itkisini, insanı, durumu alt ettiğini sandığı durumlarda bile, hayatın planları bu yönde değilse şayet, işler daima olacağına varır ve kişi, burada atlattığını düşündüğü saldırı ile er geç tekrar ve tekrar karşılaşır. Önemli olan yenmekten ziyade “gerekli mesajı almak ve ona uygun strateji uygulamak”tır.
Savaşı Kazanmanın Püf Noktası: Şaşırtma
Yazının başında ne demiştik? İnsan düşmanına benzerse yenilir. Buna bilimsel literatürde “asimetri yaratamamak” denir. Savaşların kazananı asimetri yaratabilenlerdir. Tarihten buna en güzel iki örnek Vietnam ve bizlere ait olan Kurtuluş Savaşı’dır. Nizami birlikler karşısında, onlar gibi nizami olmaya çalışan, ama gün geçtikçe düşmanına benzeyen ordular yenilirken- çünkü düşmanınız kadar düşmanınız olamazsınız, her olgu ve kişi kendi içinde benzersizdir- asimetri yani farklılık yaratabilenler hayatta kalır. Nizami olmak yerine gayrinizami olmayı tercih edebilmiş iki halk ordusu, büyük nizami orduları yola getirmeyi büyük kayıplar karşısında dahi olsa başarmış ve en önemlisi kendileri olarak kalmışlardır. Bu bağlamda baktığımızda barış için savaşmak, muhafaza etmek için başka şeyleri yok etmek görüldüğü gibi anlamsız çabalardır. Çünkü barış için savaşan, savaş savunucusuna, muhafaza etmek için yıkan daha büyük bir yıkım makinesine dönüşme riski ile karşı karşıya kalır.
Eğer kendi bünyenizde barındırdığınız nefsani bir düşman yada henüz içinizde göremesiniz de dışarıdaki aynalarla size görünür olan bir durum için başkalarıyla savaşmak niyetindeyseniz, yapacağınız şey asimetri yaratmaktır. İmdi; size psikolojik olarak saldıran bir insan düşünelim. O saldırı gerçekleştiği an aslında siz yenildiniz. Çünkü tehdit yerine ulaştı. Tam o noktada alacağınız iki karar var: biri düşmanınızın kötü bir ekosu olarak ona daha fazla saldırmaya çalışmak ki çözüm getirmeyecektir çünkü sizi tehdit eden şeye kendiniz dönüşerek, kendinizi siz kaynaklı daimi bir tehdit altına sokarsınız. İkincisi ise aksi davranışla düşmanı şaşırtmak ve çaresiz bırakmak olacaktır ki işte böylece kendiniz olarak tehdidinizle yüzleşmiş ve güçlenmiş olacaksınız. Çünkü bu noktada düşmandan daha önemli bir şeyi yeneceksiniz: tehdit algınızı. Sizin tehdit algınız olmazsa düşman da olmaz. Bağıran karşısında sessiz kalmayı, saldırganlar karşısında güçlü ama yapıcı kalmayı, bozguncular arasında yeme gelmeden arabulucu kalmayı başarabilecek kadar tehdit algınızı kontrol altında tutabildiğinizde, göreceksiniz ki insan sandığı kadar yıkıma açık, yok olmaya mahkum, güçsüz bir varlık değildir. Ancak tehdit algısını kontrol edebilen insanlar her durumda İNSAN kalmayı başarabilir ve geçmişlerine, utanmadan ve pişmanlık duymadan geri dönüp bakabilir. Aynı şekilde ancak bu tip insanlar durumlar karşısında esnemeyi başarabilir ve işte o zaman gerçekten iyi bir yaşam için gerekli gördükleri değerleri, insanları, şeyleri hayatlarında tutmayı başarabilir.
Fotograf: Julia Comita