İnsanın gençlikten yetişkinliğe geçiş evresi, belki de en fazla zihinsel stresle boğuştuğu dönemdir. Çocukken itkilerle, ergenlikte hormonlarla yönetiliriz neredeyse. Fakat yetişkinlik öyle değildir. Hepsi yine vardır bu evrede, ama sahneye yeni bir patron çıkar: akıl.
Hemen her insan, gençliğinde bir takım hatalar yapar ve canı yanar. Bu acı, kişinin yalnızca kendi halinde deneyimlediği bir durum olsa, hasarı da o derecede olacaktır fakat öyle olmaz. Artık toplumda bir “oyuncu” olarak kabul edilen kişinin, her hatası bir bakıma çevresi tarafından “kaydedilir” ve dosyasına yazılır. Bu noktada gençlikte hormonların güdüsüyle yapılan hataların, özellikle doğu gibi aşırı eleştirel yaklaşıma sahip toplumlar tarafından sert cezalarla bastırılmaya çalışması, kişide bir kriz yaratır ve acil durum kurulu toplanır.
Bu kurulun başına akıl geçer; yanında ise toplumun kişiye “ol” dediği model olmasını sağlayacak değerler, yargılar, kalıplar vardır. Bastırılma esnasında egoya verilen hasarın boyutuna göre, en bir yıkılmaz, yenilmez, başarılı, dayanıklı model kağıt üzerinde oluşturulur ve çalışmalara başlanır.
Bundan sonraki uzun yıllar, kişinin kağıt üzerinde çizdiği ” geliştirilmiş, iyileştirilmiş ben”ini hayata geçirmeye çalışmasıyla geçer. Birey kırıldığı ve yıkıldığı ölçüde “mükemmelliyetçi”leşecektir, mükemmelliyetçileştiği ölçüde de olmak istediği “ben” olmaktan uzaklaşacaktır. Ne yapsa yetmeyecek, hep bir şeyler eksik kalacaktır. Daha da önemlisi, kişinin aslında gençliğinde onun benliğini oluşturduğunu düşündüğü ama haksız bir cezalandırmayla bugün bastırdığı şeyler de- kendisine dair bir takım istekleri, arzuları, prensipleri- biraz gardını indirdiğinde hala orada olduklarını hissetirecektir.
Özetle 20’li yaşların başından, 30’lu yaşların ortasına kadar, kişi bir yandan kafasında çizdiği ve her şeyin en iyisine layık olacağını düşündüğü insan olmaya çalışır, bir yandan kendisine dair zayıflıklarını bastırmaya uğraşır, bir yandan da “ben aslında bunu istiyordum” diye içten içe zayıf anlarında fısıldayan gençliğinin hayaletiyle boğuşur.
Sonra bir gün, büyük ihtimalle çok da basit bir gün, birkaç gerçeği farkına varır.
-Kimse olduğu kişiyi değiştiremez! Davranışlarımızı düzenleyebiliriz, fakat ne yaparsak yapalım kendimiz kalacağız ve biz olmanın daima bazı artıları-eksileri olacaktır. Bu ying yang dengesini kırarak, hep artı elde etmek, evrenin negatif-pozitif dengesi gereği mümkün değildir!
-Toplumun, çevremizin, acıyan yanlarımızın dayattığını yapmak bize onların vaat ettiklerini her zaman sunmaz! Toplumun ahlak anlayışına uygun kadın olmak mükemmel adamı getirmeyeceği gibi, acıyan egomuzun ve hislerimizin gazına gelip beton gibi sert erkek olmak da, mutlu ve hasarsız bir hayat sunmaz.
Akıl, her ne kadar kullanıldığında sağduyu katan, insana kendi yolunda yürüyebilmesi için gerekli ayarı sağlayabilen bir mekanizma olsa da, tek başına patron ilan edilemeyecek kadar tehlikelidir. Akıl, egoyla birliktedir ve ego insanı hep en yenilmez, en güçlü, en haklı, en hasarsız olmaya iter ve haddini aşarsa tüm dış dünyayı tehdit olarak algılamaya kadar coşacak kapasite onda mevcuttur.
Bu gerçekleştiğinde, kendinizi her zamankinden daha güçlü, hiç olmadığınız kadar “mükemmel” versiyonunuza yakın, ama bir o kadar da yalnız, pasif, korkak ve boş hissedebilirisiniz.
İroni şurdadır ki, esas benliğinizden de bir o kadar uzaktasınızdır.
Burada denge, gençliğimizin fazla acıyan ve toplum tarafından acıtılan yanlarından ötürü darbe yönetimi kurmaktan vazgeçip, oval masa toplantısı düzenleyebilmektir. Masada, deneyimlerle güzelleşen ruhunuz da olmalı, “ben böyleyim” diyen gençliğiniz de, “böyle olurken şu kırmızı çizgilere basmamaya özen göster” diyen aklınız da.
Ülke gibi düşünelim, yalnızca orduya yatırım yapan ülkeler gelişemez, sadece genişlemeye yatırım yapan ülkeler illa aşamadıkları bir hudutla karşılaşır ve yalnızca “çiçek böcek gelişelim” diyen ülkeleri illa ki bir başka ülkenin ordusu vurur.
Gençliğimizde aşamadığımız hudutlarımız oldu diye, bugün yalnızca tanka yatırım yapmayalım. Topraklarımızın verimini ortaya çıkarırken, başka toprakların üstüne basmamaya gayret edelim. Her coğrafyanın bir artısı varsa bir eksisinin de olabileceği gerçeğinin doğallığını idrak edelim.
En önemlisi, olduğumuz halimizle de, herkese güzel gelmesek de, bunun değerli olduğumuz gerçeğini değiştirmediğini bilelim. Evrensel popülerlik için diretmenin, bir süre sonra bizi sokacağı eylemsizlik girdabındansa, yaşamayı seçelim.