Ah o geçen senede, üniversite yıllarında, lisede, hatta çocukluğumuzda kalan, tatlı hoş duygular, bugün bir daha yaşanamayacağını düşündüğümüz. Ne o duyguları yaşayacak biz, ne de yaşatacak insan kaldı değil mi?

Gerçekten çok dokunaklı, ama maalesef bilimsel, ya da geniş fikirli olmaktan bir hayli uzak bu eski nesillere ait algıdan, bugün kurtulalım istiyorum.
Hiçbir hokus pokusla değil, sadece biraz bilim ve geniş fikirlilikle.

Önce güzel anların nasıl deneyimlendiklerine biraz bakalım ve bu deney için kendimize hayali 5-6 yaşlarında bir çocuk yaratalım. Bilirsiniz çocuklar genel olarak şendirler. Yalnızca 10 dakikalık bir çizgi filmi izlerken, yirmi dakikalık bir oyun seansıyla bile, coşku dolabilirler. Nasıl yapıyorlar bunu?

Henüz mazisi olumsuz deneyimlerle, bu günü ise belirsiz karanlık gelecek senaryolardan kaçınma sorumluluğu ile şişirilmeyen bir çocuk, elbette bir yetişkine göre çok daha hafif ve şendir. O böyle olduğu için de, daha andadır bir anlamda. İzlediği çizgi filme odaklanırken kafasını evin faturası veya iş yerindeki sürtüşmeler kurcalamaz. Dolayısıyla tam bir teslimiyetle çizgi filmini izler ve alabileceği tüm hazzı da alır. Hiç çizgi film izleyen 5-6 yaşlarında bir çocuk gördünüz mü? Hipnotize olmuş gibidir ekrana bakarken. O kadar ki genelde ebeveyni onu “dürtme” ihtiyacı hisseder, ekrana bu kadar “kitlenmemesi” için.

Yani burada kilit nokta odaklanmak.

Bizler şeylerden veya kişilerden  aldığımız olumlu/olumsuz duyguya, sanıyorum genç yetişkinlik evremize kadar iyi kötü odaklanmakta sorun yaşamıyoruz. Ama bundan sonra hayat birikmeye, dahası hızla akmaya başlıyor.

Genç yetişkin ve yetişkin bireylerin hayatı birikiyor. Yapılacaklar, yapılmışların sonucunu takip, geçmişten gelen halledilmemiş duygusal meseleler, işler, sorumluluklar, genel olumsuz etki, internet, akıllı telefonlar, paso yağan mailler derken, odaklanma güçleşiyor. Yani bir yandan faturalara, bir yandan sırtımızda yük duygulara, öte yandan sürekli bipleyen telefonlara bakarken hayatınızın en mutlu anını deneyimlesek ne fark eder? Orada olamıyoruz ki.

Dolayısıyla ilk egzersizimiz odaklanmaya yönelik.

Odaklanabilmek, tüm bilincimizi ya da en azından bilinç kapasitemizin çoğunu olumlu ana veya geçmişte yaşanmış bir duyguya odaklayabilmemiz için, bırakabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bırakabilmeyi öğrenmemiz için de şunu bilmemiz gerekiyor: “sen on dakika yokuş aşağı hızla yuvarlanan hayatın peşinden, elinde dosyalarla sağa sola kâğıt saçarak koşmazsan, bütünüyle geride kalmazsın.”

Erich Fromm Sevme Sanatı kitabında bunun için çok güzel bir egzersiz verir: Durmak. Gün içinde veya birkaç günde bir ya da haftada bir, on dakika, hiçbir şey yapmadan ve özellikle bir şeyi düşünmeden durmak.  Telefona bakmadan, bir şey yiyip içmeden, el ayak sallamadan, sessizce boşluğa dalıp oturmak veya yatmak. Sadece on dakika.

Önce yapamadığınızı görmek sizi çok şaşırtacak, sonra biraz pratikle bunu yapabildiğinizde zihniniz bir dersi çok iyi alacak: “şurada on dakika evrenle uyumlu, ona etki eden ona sürekli müdahale eden değil, onunla akan bir nesne olarak durunca gerçekten de hiçbir felaket gerçekleşmiyor. Demek ki ben gerçekten de arada bir böyle durabilir, biraz akışın dışında kalıp, zihnimi kendi hayatımdan çekerek dinlendirebilirim.”
Bu egzersiz hem bizimle hayatımız arasına mesafe koyarak, meydana gelen olaylardan bu kadar derinden etkilenmemizin önüne geçer hem de, eski ama güzel duyguları doyasıya yaşama imkânını verir. Sessiz sakin on dakika oturabilmeye başladıktan sonra, o anlarda eskilerde kalmış bir aşkı, sevgiyi, coşkuyu, heyecanı tekrar hatırlamaya çalışın.

Bu da bizi bir sonraki adıma getiriyor: şuan sizi duyabiliyorum, şöyle söyleniyorsunuz: “ E Tülin, eskide kalmış bir aşkı hatırlayıp arada bir mutlu olmamın, bugünkü hayatımda bana ne katkısı olacak? Bu Böyle boş bir haz eylemi olmaz mı?”
İşte bu da bizi ikinci egzersizimize getiriyor.

Yetişkinler duygularını genelde hissetmez, düşünürler. Düşün süzgecinden geçirilmemiş, salt hislerle motive olmuş eylemler ortaya koydukları gençlik yıllarında muhtemelen olumsuz sonuçlarla karşılaştıklarından mütevellit, yetişkin insan duygularını kontrol altına almayı ister. Fakat bu süreç çoğu zaman ayarsızca gerçekleşir ve dışarıdan güdümlenen yoğun duygular hariç – aşk, kavga sonucu oluşan öfke, tehlike sonucu oluşan korku vs- diğer duygular yaşanamaz, kendilerine zihinde yer bulamaz hale gelirler veya oldukça cılız olarak hissedilirler.

Bu sebeple  bir konuda yetişkin bireye “ne hissediyorsunuz?” diye sorduğumuzda, bize duygularını değil, duyguları üzerine düşüncelerini anlatır. Böylece duygularını, o duyguları ona yaşatan şartları, nesneleri ve hatta renkleri unutur. Oysa beyinde duygular, tüm bunlarla birlikte kodlanır.
Yani eskiyi hatırlamak, bize bu günde onu yaşatacak koşulları tekrar farkına vardırabilmesi açısından önemlidir.
Örnek verelim:  bildiğiniz gibi dikkatimizi bir süredir verdiğimiz bir şey varsa, daha önce alakasız gelen yerlerde bile onunla ilgili ipuçları görmeye başlarız.  Örneğin ben geçen haftayı İskoç sitilinde döşenmiş salonlara bakarak geçirdim. O haftanın sonunda kendi evimin salonunda otururken, aslında kafamda tamamen anneanne yadigârı olarak kodladığım ekose desenli koltukları yeni bir gözle gördüm. Şimdi bana anneannemin antika ve Doğu esintileriyle tasarlanmış salonunu değil, İskoç sitilini hatırlatıyorlardı ve fark ettim ki aslında birkaç ufak dokunuşla benim salonum da İskoç sitilinde döşenebilir.  Oysa ben o koltuklara en az on yıldır bakıyordum ve daha öncesinde de İskoç sitilinin mutlaka ekose kumaş içerdiğini biliyordum. Fakat zihnimi bir süre buna yoğun olarak maruz bırakıp, sonra salonu görmek, bende yeni bir kapı açtı.
Aynı şekilde duygularımızı unuttuğumuz ve onları yaşamak yerine düşündüğümüz her an, aslında günümüzde bize onları verebilecek ögeleri de ıskalamaya başlarız. Böylece iş “geçmiş geçmişte kaldı, şimdiki zamanda keyifli hiçbir şey yok” a kadar gelir. Oysa mutlaka vardır, ufak tefek dokunuşlarla belki daha bile keyifli hale getirilebilecek anlar, ama duyguyu sandığımızın aksine hatırlamıyoruzdur!
Peki onları nasıl hatırlarız?
Tekrar on dakikaya dönüyoruz.
Artık sakince durabiliyor, hatta mazide kalmış olumlu bir duyguyu hatırlayabiliyorduk. Şimdi o hatırlamayı düşün sürecinden, hissediş sürecine geçireceğiz. Duyguyu nasıl hatırlıyorsunuz? Görsel olarak mı, sesler mi, doğrudan hisler mi? İyice odaklanın. Görselse renklere, tonlara, hareketlere. İşitselse müziklere, ses tınılarına, ses tonlarına.  Hislerse bedeninizin neresinde, nasıl bir his. Dokunulabilseydi dokusu nasıl olurdu? Peki kokusu?
Örnekleyelim: çocukluğunuzda özgürce oyun oynadığınız bir ana odaklandınız. O andan almak istediğiniz duygu coşku. O an etrafta neler vardı? Ağaçlar ne renkti, başka kimler vardı? Ihlamur ağacı kokusu var mıydı? Hatırlayın. Hava çok mu sıcaktı, buz gibi soğuk suyu içerken yaşadığınız serinlemeyi hatırlayın. Kuşlar mı cıvıldıyordu, hangi kuşlar? Nasıldı cıvıltı? Peki, o anın hissi vücudunuzda nerede? Göğsünüzde bir ferahlık mı var, yoksa el ve ayaklarınız mı daha hafif?
Gün be gün, olumlu duyguları hatırladıkça, size onları yaşatan ortamlara veya kişilere rastladıkça günlük yaşantınızda, hem zihnen hem fizyolojik olarak, göreceksiniz ki daha rahat ve kolayca o duygunun moduna girmeye başlayacaksınız.  Yani göreceksiniz ki aynı bahçenin benzeri bir bahçe, ortam, kuş cıvıltısı ve soğuk su kombinasyonları denk geldikçe coşku duygusu da gelecek. Evet, belki yetişkin olduğunuz için çocuk gibi koşamayacağınız bir ortamda olacaksınız o an, ama fark eder mi? Deneyim zaten beyninizde kodlu artık koşmadan da, farklı şekillerde coşkuyu hissedebilir ve dışa vurabilirsiniz.

Emin olun birçok şey pratik ve azim ama en çok da umut. Bilimsel gerçekler, bize bunun olabileceğini söylüyor ve zaten oluyor da. Örneğin daha kuvvetli olumsuz duygularda oluyor. Sıcak ağustoslarda, dolunay varsa doğrudan yine büyük bir deprem aklımıza geliyor ve korkuyoruz. Neden aynı süreci mutluluğunuz için de kullanmayasınız?
Mutluluğu şansa bırakmayın, onu kendiniz çağırın.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,