Hemen her yerde gördüğümüz, fikren katıldığımız ama pratikte ne demek olduğunu bilmediğimiz, hemen her mecranın da soyut ifadelerle izah etmeye çalıştığı bir laf. Pratik dökümünü bilmediğimiz çoğu şey gibi bu lafın da, iç ifadesini idrak edemiyoruz.
Bir türlü içimize, hücrelerimize manası dolmayınca, hayatımızda uygulamak da pek mümkün olmuyor haliyle.
Evet, doğru. Kendisini sevemeyen başkasını da sevemez. Çünkü insanlar kendilerini kusurlu gördükleri için sevmezler; göbekleri, çatlakları, sarkıkları, benleri, çilleri varsa bedenlerini, korkuları, endişeleri, beceriksizlikleri ve başarısızlıkları, zayıflıkları varsa karakterlerini sevmezler. Böyle olmalarının kendilerine verdikleri hayatı sevmezler sonra, vasat olduğunu düşünürler elindekilerin, ama mevzu bu da değil, bunun normal olmadığını hissederler içten içe. Olması gerektiği gibi gitmiyordur işler ve kendi başlarına olduramıyorlardır da.
O zaman destek aramaya başlarlar. Kendilerinde eksik olanı tamamlayacak ya da o eksiği görünmez ve önemsiz kılacak nesnelere ve insanlara çekilirler. Çilleri varsa fondötenleri, göbekleri varsa korseleri, cesaretleri yoksa cesur gözüken insanları, başarısızlarsa başarılı idolleri severler. İçten içe hangi konuda ne kadar eksik olduklarını düşünüyorlarsa, o eksiklerden münezzeh insan ve nesnelerle de o kadar uzlaşırlar. Bu uzlaşma kendinden fazlasıyla vermeye, bu verme de er geç bir yerde haksızlık hissine, o da öfkeye dönüşür, özellikle kendilerini tamamlamaya çalıştıkları şeylerin onları bir türlü tamamlamadığını gördükleri zaman.
Dolayısıyla burada kendinden başka şeylere duyulan şey sevgi değil ihtiyaçtır, bunun yanı sıra işlerine yaramayacak her şeye de kayıtsız kalır insanlar, iş görmez şeylerin de özünde barındırdığı ahengi ve güzelliği göremez olurlar.
Öte yandan kendisini olduğu gibi kabul eden insan, dışında kalan herkese ve her şeye de duru bir biçimde bakabilir ve onları olduğu kadarıyla takdir edebilir; ne eksik ne fazla.
Fakat bunun olabilmesi için yukarıda bahsettiğimiz insanın bu “bir şeyler olması gerektiği gibi değil” hissinden kurtulması gerekir, çünkü o his o kadar taş gibi o kadar gerçekçi bir biçimde kendisini insana hatırlatır ki, insan bu anafikir dışında başka bir temel fikirden yola çıkmayı bir türlü başaramaz.
Özünde bu hissin, zihnimizde tasarladığımız kadar mükemmel olamadığımız için ortaya çıktığını değil de, olmamız gerektiği gibi olamadığımız için peydahlandığını düşünüyorum. Kişi kendini tanıdıkça, gün geçtikçe daha fazla aslında tüm yaşantısının ve kendisine dayatılanın altında nasıl biri olduğu bilir ve o özünün yönlendirmelerini dinleyerek kendi oldukça hayatta daha başarılı ve sağlam adımlar attığını görebilir. Üstüne üstlük bu adımlar da mükemmel olmamasına rağmen, şimdi ihtiyaç mükemmellik değildir çünkü insanın kendi özü olmasının getirdiği muazzam bir tatmin hissi açığa çıkar. Böylece insan, kendi olarak ortaya çıkardığı işleri takdir etmeyi öğrenir ve bu da ona kendisini sevme yetisini kazandırır. Durum böyle olduğunda kusurlar da artık o kadar göze batmaz olur, çünkü insan bir bütün olarak ortaya bir iş çıkardığını idrak eder. Sistemin ol dediği şey olmaya çalışırken değil de, kendimizin ol dediği şey olurken, o kusurlar birden yolumuzda birer taş değil aksine bir getiriye dönüşür.
İşte o zaman, hemen, bir anda, tak diye değilse de yavaş yavaş, zamanla kişi çevresini de olduğu gibi görebilmeye başlar. İlk önce çok da kafasını kurcalamayan kusurlarını kabul etmeye ve onu yamayacak gibi duran nesne ve insanları böyle görmeyi bırakır, sonra bu fikir, daha güçlü beklentilere doğru genişler. O zaman cızır cızır bir cezbe yerine, insanlara naif ve sakin bir sevgi besler ve o sevgi onu çevresiyle görünmez bir biçimde bağlar.
İnsanın da en temel ruhani beklentisi meselenin özünde budur. Her tür farklılığa rağmen, özde dışıyla birleşmek ve bütünün bir parçası olmak.