Hepimiz, belli bir tarihte dünyaya gelmiş insanlarız. Bizler için bu tarihten öncesi parçası olmadığımız bir hikaye, bu tarihten sonrası aktörü olduğumuz bir film ve öldüğümüz anda, setten ayrıldık demektir.

Bu tanım bizim hissettiğimiz, algılayabildiğimiz kadarıyla gördüğümüz.
Oysa, bizim sınırlı bakış açımız bir yana, olaya hangi cepheden bakarsak bakalım, yaşam bundan çok daha büyük, çok daha sürekli bir döngüdür.
Örneğin genetiği ele alalım.

İnsan genetiği, birçok bilgiyi içinde barındırır, yaşanmamış olaylara, sorunlara karşı çözümlerden tutumlara kadar. Carl Gustav Jung, bu durumu “toplumsal bilinçaltı” dediği durumla ortaya koymuştur. Biraz daha pozitif bilime kayacak olursak, şu deneyi örnek göstermek istiyorum.
Bir erkek fare aç bırakılıyor ve bir labirente konuluyor. Bu labirentin sonunda peynir var. Fare, ancak labirentte yolunu bulup, peyniri yiyebildiği sürece doyuyor. Tabi ki hayatta kalmak söz konusu olduğunda, fare bir süre sonra labirenti ezberliyor.
Daha sonra bu fareden alınan spermlerle, hiç görmediği bir dişi fare dölleniyor. Doğan yavrular da, aynı şekilde labirente bırakılıyorlar. Labirentten de, babadan da bir haber olan bu yavrular, bir iki deneme sonrası peynirin yerini saptıyor. İşte genetik çözüm aktarımı.
Bir diğer çalışma psikolojik. İnsanların, bilinçlerinde bilgiye sahip olmasalar dahi, aslında insan mimiklerini – özellikler kadınlar- tanıyıp, buna göre davranış geliştirdikleri saptanıyor. Yani, insan mimikleri üzerine eğitim görmemiş bir insan bile, aslında kendi konumuna göre, yakınında olmak istediği veya istemediği insanı saptayabiliyor. Çeşitli tehditleri, farklı tavırları ayırt edebiliyor.
Bir diğer araştırma beslenme biçimimizle ilgili. Beynimizin, vücudumuzda eksik olan minerallere, proteine, yağa göre, genetik hafızamızı da göz önünde bulundurarak, bizi bir gıdaya karşı daha istekli hale getirdiği saptanmış. Yani mesela Güneydoğulu bir insan, c vitamini eksikse pul bibere düşkünlük gösterirken, Güneyli bir insan portakala düşkünlük gösterebiliyor.
Bu bilgiler ışığında, yaşamı tekrar değerlendirdiğimizde şunu görüyoruz: evet, bilinçli varlığımız kısıtlı, buna göre elde ettiğimiz veri ve değerlendirme kapasitemiz de kısıtlı. Fakat bunun dışında, genetik hafızamız açısından duruma baktığımızda, yaşadığımız hiçbir şeyi aslında ilk kez yaşamıyoruz bir bakıma. Hep dönen bir hikayeyi, yeni bir karakter ve varoluşla ele alıyoruz. Gerektiğinde, bilinçdışımızda bulunan bu geniş bilgi yumağından, duruma uygun çözümler bizim bilincimize, hem de biz hiç farkında dahi olmadan çıkarılıyor. Elbette bu çözümün, zamanın koşullarına göre güncellenmesi gerekebiliyor ama en nihayetinde “çözüm de bizde” derken kişisel gelişimciler, bilim onları bu yönde destekliyor.
Peki, o zaman neden hep yanlış kararları alıyor, sıkça hata yapıyoruz? Madem biz aslında içten içe her şeyi biliyoruz?

İşte burada, yine varoluş sistemimizin bir bölümü devreye giriyor.
İnsan bünyesi, her parçası ve işleyiş biçimiyle, yani hem biyolojik hem psikolojik olarak açlığa karşı hassastır. Çünkü insan, ilk etapta hayatta kalmaya odaklı bir canlıdır. Ve hayatta kalmak için önce eksiklikler giderilir, sonra artıya geçilir. Önce saldırgan hayvanlardan korunmayı öğrendik, sonra sıcak su elde etmeye odaklandık. Önce akıllı telefon yapıp, sonra beslenmeyi düşünmedik. İnsanlık tarihine bakıldığında, bu durum açıkça görülür. İnsanlar önce var olmaya odaklanmışlardır, önce tehlikeleri bertaraf etmişlerdir, sonra kalan şeyler gelir. Aynı durum, Maslow’un Piramidi’nde de işlenir.
Dolayısıyla, önce dengesizliğe sebep olan açlığa odaklanır insan, sonra dengeyi muhafaza etmeye ve kaliteyi yükseltmeye girişir. Bu yüzden açlık gür sesle bağırır, denge sakince fısıldar.
Eğer fizyolojik veya psikolojik olarak, içimizde denge bozulduysa yani ortada makul denge fısıltısını bastıracak kadar bağıran açlıklar varsa, bizler o fısıltıyı duymaz oluruz.
Örneğin hemen herkes şu durumu deneyimlemiştir: birinden hoşlanırsınız, onunla bir ilişki kurmaya odaklanırsınız. Sonunda canınızı acıtacak olaylar meydana gelir. Ağlama faslı bittikten sonra, kendinizi şunu fısıldarken bulursunuz “aslında onun sorun çıkarabilecek bir insan olduğunu içten içe biliyordum.”
Bir fırsatı çok istersiniz, en nihayetinde bir yerden o fırsat çıkagelir ve siz anında değerlendirirsiniz. Fakat işin sonunda aynı fısıltı konuşur ” aslında bu işin çok da sağlam kumaş olmadığını sezmiştim.”
Aç olmadığınız halde yemek yersiniz, sanki çok açmış gibi bir hisle, sonuçta kilo alırsınız ve aynı fısıltı yine iş başındadır “aslında yemesem de olurdu, o kadar aç değildim.”
Peki, bu bizi daha makul kanallara yönlendiren fısıltı neden bu kadar geç idrak ediliyor?

Aslında o fısıltı, bir açlığın, bir an için giderildiği, açlığın bağırmayı biraz olsun bıraktığı an ortaya çıkıyor, duyulabilir hale geliyor.
Fakat hep orada.
İnsan, eğer açlığını bilinci ile farkına varıp, onun doyurulması sürecini aklı ile takip etmezse, tam ve sürekli doyum gerçekleşmiyor. Çünkü açlık algısına da bilinçdışı bakıyor ve bilinçdışında zaman mevhumu yok. Bilinçdışı on senelik kalkınma planları, insan yaşamıyla uyumlu projeler üretmez. Bilinçdışı andadır, ya açtır ya tok. Dolayısıyla, sıklıkla anlık ve sürekliliği sağlanamayacak çözümler üretir. Bu çözümlerin, kişinin kendi karakteri, yapısı, statüsü ile uyumlu olması da beklenemez. Çünkü bilinçdışının modern toplum, modern insan, ego kanalıyla da doğrudan bağı yoktur. Olsa idi hiç ego-id çatışması gibi durumları yaşamıyor olurduk zaten.
Yani örnek vermek gerekirse, sevilme açlığı olan bir insan, bu isteğini bilinçli olarak farkına varıp, kendi yapısıyla da uyumlu çözümler üretmezse, o zaman bilinçdışı ipleri eline alacaktır. Bu durumda, biraz seviyor gibi duran bir şahıs karşısında ” bu insan totalde bize uygun değil, bu sevginin bedelleri kaldırabileceğimizin üstünde” gibi fısıltılar, açlığın sesiyle bastırılacaktır ve biz hata yapmaya açık hale geleceğiz.
Bu konuda en güzel örnek kilo vermek eylemdir. Aşırı kilolu insanların, fizyolojik bir sorunları yoksa yemelerinin, psikolojik bir durum karşısında geliştirilen savunma mekanizması olduğu bilinir. Dolayısıyla, yemek eylemi artık zarar verir duruma gelir. Fakat doğru danışmanlık ve dengeli bir beslenme programıyla, kişi hem kilo verir hem de ağzının tadı yerine gelir. Tekrar içinde, ne yemesi, ne zaman yemesi, ne kadar yemesi, ne kadar dikkat etmesi gerektiğini fısıldayan sesi duyabilmeye başlar. Böylece dengeyi muhafaza edebilir.

Eğer fısıltıyı sonradan duyduğunuz yaşam alanlarınız varsa, bir an için, meseleye duygusal değil, aklen bakmayı deneyin. “Bu insan canımı acıttı” veya “beni çok mutlu etti” demek yerine, bir analist olarak “bu insan nasıl bir insan, ben nasıl bir insanım, burada uyum ve uyuşmazlık nerede” diye sorun. Sonra şu soruyu cevaplayın: “şayet bu kişi ile uyumlu değilsem, neden içimde ısrarcı bir ses var, aslında buradan ne almayı umuyorum ve esas açlığım nedir?”
Ancak dengesizliklerimizi farkına vararak, temel açlıklar üzerine bilinçle çalışarak düze çıkabiliriz.
Ve ancak, düze çıktıktan sonra, dengeyi hem muhafaza edebilir hem de geliştirebiliriz.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,