Hepimiz hayatımız boyunca hep bir şeyleri değiştirmeyi isteriz. Sanki bir şeyler değişirse hayatımızda, hani o adını koyamadığımız ama yok yok değişmek lazım… dediğimiz şey olursa, daha mutlu olacağımızı, daha neşeli olacağımızı, daha verimli çalışacağımızı sanırız.
Değişim isteği elbette ki doğal bir istek. Var olan düzen içinde hiçbir şey yerinde durmazken bizlerin hep olduğumuz gibi olmayı istemesi temelde doğaya aykırı bir şey. Çünkü o her an her saniye bir değişim içinde. Aslında bizler de bu değişim döngüsünden payımıza düşeni alıyoruz. O var olan bütünün bir parçası olarak bizler de değişmekteyiz ancak bu değişim biz farkında olmadan ve uzun bir süreç içinde yaşanan bir değişim. Oysa ki, hayatı şu an yaşadığımızdan daha verimli, daha sağlıklı, daha neşeli ve daha olmasını istediğimiz gibi yaşamak büyük bir oranda bizim elimizde. Bu tür ya da daha farklı bazı değişiklikleri sanırım çoğumuz istiyoruz ama ne kadar.
Bazen bir olay yaşarız ya da farklı bir ortamda bulunuruz ve kendimizdeki bazı davranışları, düşünceleri değiştirmek isteriz. Sonra o ortamdan ayrılınca ya da aradan birkaç gün geçince bu isteğimiz yavaş yavaş kaybolur ve belki de 1 hafta 10 gün sonra böyle bir isteğin olduğunu hatırlamayız bile. Bu tür gel gitleri çoğumuz belirli dönemlerde yaşarız. Bir süre sonra yine benzer bir istek kendini gösterir ve o da geçer… Ta ki o değiştirmek istediğimiz yanımız, özelliğimiz, huyumuz her ne ise o canımıza yetene kadar. Biz ona bıktım senden, buraya kadar deyinceye kadar. İşte bunu dediğimiz an, bizim gerçekten o değişim isteğini içimizde duyduğumuz andır. Ama iş bu kadarla da bitmez. Çünkü kararlılığımız da kendi içinde değişkenlik gösterme eğilimindedir. Kısacası değişim aslında kolay bir şey değildir ve ısrarlı olmayı, yılmamayı gerektirir.
Davranış kalıplarımızın, alışkanlıklarımızın beyinde oluşturduğu birtakım yollar vardır. Bu davranış kalıplarında, alışkanlıklarda değişim isteği içine girdiğimiz zaman beyin buna hemen adapte olamaz. O eski yollar zaman içinde yer etmiştir ve meyil hep o tarafadır. İlk başlarda kendimizde bir davranış değişikliği yaratmaya başladığımızda 1 gün 2 gün olur ama sonra bir bakarız yine eskisi gibi davranıyorum. Neden? Çünkü o eski davranış kalıbının beyinde oluşturduğu yol daha köklüdür, daha belirgindir ve hop o tarafa meyil olur. Biz de 1, 3, 5 denedikten sonra “Olmuyor işte, bir türlü değişemiyorum,” der ve bırakırız. İşte bu noktada ısrarcı olmak, yılmamak çok önemli. Tabii eğer değişimi gerçekten istiyorsak.
Gerçekten, ciddi olarak değişim isteğini içimizde duymak çoğu zaman kendimizi büyük çıkmazlarda hissettiğimiz zaman meydana gelir. Bu noktada genellikle iki yol vardır. Ya bu çıkmazın içinde kalarak giderek daha büyük çıkmazlara girmek ya da değişmek.
Değişmek, değişim isteği içinde olmak yürek isteyen bir iş. Çünkü mevcut olanın, yaşanıyor olanın her ne kadar beğenilmese de oluşturduğu bir konfor söz konusudur. Neler yaşanıyor olduğu biliniyordur ve bu halin oluşturduğu farklı bir konfor vardır. Oysa ki değişim var olandan, yaşanıyor olandan çok daha farklı bir durumdur ve ne getireceği tahmin edilse de bir belirsizlik ve bu belirsizliğin meydana getirebileceği rahatsızlık vardır. İşte bu nedenle de yürek ister. Ama o yüreklilik ve pozitif anlamda meydana gelecek olan bir değişim her zaman için bizi yukarılara, o an bulunduğumuz konumdan daha iyi bir duruma taşır.
Tehlike Geliyorum Der
Zaman zaman hepimiz kendimizi çıkmazda hissedebiliriz. Ve bazen öyle bir olur ki, o çıkmazdan tam çıkacağımızı hissettiğimiz an bir de bakarız biraz daha içine çekilmişiz. Sorun üstüne sorun, sıkıntı üstüne sıkıntı yaşar hale geliriz. Bu bizim işimizle ilgili bir konu olabilir, ailemizle ilgili olabilir, dotlarımızla, arkadaşlarımızla ilgili olabilir ya da tamamen farklı bir konuda olabilir. Kısa vadede işler tam düzeliyormuş gibi görünürken uzun vadede bir bakarız ki durum hiç de göründüğü gibi değil. Olaylar üst üste geliyor. Yani kısacası tehlike bize geliyorum diyor… Eğer ki, o güne kadar bu sorunla ilgili olarak yaptıklarımız pek işe yaramadıysa geriye tek bir çıkar yol kalıyor. FARKLI BİR ŞEY YAPMAK. Ama gerçekten farklı bir şey yapmak. Farklı bir şey yapabilmek için o olaya farklı bir gözle bakmak, o olay hakkında farklı bir şekilde düşünmek gerekiyor. Bu ne demektir? Bu bizim artık temelde düşünce yapımızda olmak üzere bir dizi değişime açık hale gelmemiz demektir. Bu “tamam artık ben daha fazla bu hal içinde kalmak istemiyorum, değişmeliyim” demektir. Bizi o geliyorum diyen tehlikeden kurtaracak tek şey bu değişim ihtiyacını derinlerden hissetmektir. Bu an bizim kararlılığımızın meydana geldiği andır. Gerçek bir değişimi meydana getirebilmek için bu kararlılık durumunu mümkün olduğunca fazla içimizde taşımak gerek. O kararlılık hali içinde kalmalıyız. Ve bu noktada kendimize soracağımız ya da sormamız gereken soru “Değişime nereden ve nasıl başlayacağım?” sorusudur.
Kısa bir süre önce bilgisayar, beynimizin modeline benzeyen bir şey olarak hem bilim adamlarının hem de psikologların ilgisini çekti. Eğer beyinlerimiz bir çeşit bilgisayarsa o zaman düşüncelerimiz ve eylemlerimizi de yazılım programları gibidir. Tıpkı yazılımlarımızı değiştirdiğimiz gibi zihinsel programlarımızı değiştirebilseydik, bilinçaltımıza bugüne kadar kaydolmuş davranış kalıplarımız üzerinde de pozitif değişimler meydana gelirdi. Düşünüş, hissediş, davranış ve yaşayış biçimimizde anında gelişmeler sağlayabilirdik..
Bilgisayarlarla yapılan kıyaslama, değişimin neden bu kadar zor olduğunu da açıklıyor. İstemek, arzulamak ve ummak bilgisayarımızın yazılımını yenilemeyecektir. Kızmak veya aynı komutları tekrar tekrar bilgisayara girmek de öyle. Yapmamız gereken mevcut programlarımızın tam gereken yerlerine yeni talimatlar eklemektir. Bilgisayar söz konusu olduğunda bunu nasıl yapacağmız kullanma kılavuzunda yazar. Ama konu insan olduğunda durum biraz daha zordur. Çünkü bizler dünyaya kullanım kılavuzuyla gelmiyoruz.
Kişilik Alışkanlıklardan Oluşur
Kişilik dediğimiz şey yalnızca alışkanlıklardan oluşma bir bütündür. Tüm davranışlarımız yaşantımızın belli bir zamanında öğrenilmiş ve sonradan bilinçaltının malı haline gelmiş bazı alışkanlıkların ürünü olarak ortaya çıkar.
Her birimiz sürekli olarak hem dışarıdan gözlemlenebilen hem de gözlenemeyen birçok eylemde bulunuruz. Dışarıdan gözlenebilen eylemler, çeşitli hareketler, konuşma vb. eylemlerden oluşur. Gözlenemeyenler ise genel olarak “düşünme” olarak adlandırılır. Hareketlerimizin farkında olabilmek daha kolay olmakla birlikte dışarıdan gözlenemeyen eylemlerimizin hemen hemen hiç farkında olmayız. Çünkü bunlar yaşantımızın çok erken zamanlarında öğrenilmiş ve tümüyle bilinçdışı hale gelmiştir. Dolayısıyla tüm bunlar tamamen otomatik olarak gerçekleşirler. Konuşma, anlama, hissetme, muhakeme etme, hayal kurma vb. gibi eylemler zihnimizde tamamen otomatik bir biçimde gerçekleşir. Mesela belli olaylar, gözlemlediğimiz belli cisimler, duyduğumuz belli sözler ya da müzikler bizim belli duygular hissetmemizi sağlarlar. Mesela şu anda burada okuduklarınızı anlamamak gibi bir seçeneğiniz yoktur. Ama yazıları anlamak şu an tamamen otomatik bir eylem olmasına rağmen bunu hayatınızın çok erken dönemlerinde öğrendiniz. Ve bu eylem sonradan tamamen otomatik bir hale geldi. Ve bunu isteseniz de silemezsiniz.
Yaşantımızın çok erken dönemlerinde meydana gelen ve kişiliğimizi oluşturan en temel programlardan biri “inançlar”dır. İnançlar yaşantımızın derinliklerine öylesine nüfuz etmiştir ki, onların bizi nasıl yönlendirdiğini, algılarımızı nasıl değiştirdiğini, gerçekliği nasıl çarpıtmamıza sebep olduğunu asla bilemeyiz. Çünkü bunlar tamamen otomatik biçimde çalışan programlar haline gelmiştir.
Ve inançlarımız tam anlamıyla bizim sınırlarımızdır. Çünkü gerçekte algıladığımız değil, inandığımız şey bizim için gerçektir.
İşte gerçek anlamda değişimden söz ettiğimizde söz konusu olan bu tamamen otomatik hale gelmiş kalıpların değiştirilmesidir. Çünkü zihnimizde doğru yer ve doğru zamanda çalışmayan pek çok program vardır. Bu programlar yaşamımızı zorlaştırır ve gelişimimizi engellerler. Ve bizi yeni şeyler öğrenmekten alıkoyarlar. Aslında insan tüm yaşamı boyunca yeni şeyler öğrenebilir ve herkes şu an olduğundan çok daha yaratıcı olabilir. Yaşamını çok daha yaratıcı ve üretken bir biçimde yaşayabilir. Ancak buna engel olan şey, otomatizma içerisinde alışkanlıkların esiri olarak yaşamaktır. Alışkanlık dediğimizde sigara, alkol vb. gibi bağımlılıklardan söz etmiyoruz. Her şey bir alışkanlıktır. Tüm eylemlerimiz birer alışkanlıktır. Bunun böyle olması bizim hayatımızı kolaylaştıran bir süreçtir, ama örneğin olumsuz hisler üretmemizi sağlayan alışkanlıklar bizim için çok kısıtlayıcı olurlar.
Hepimiz yaşantımızın oldukça büyük bir kısmını bir şeylerden endişelenerek ve hiç gereksiz yere kötü senaryolar üreterek geçiririz. Ve aslında hiçbir şey bizim düşündüğümüz kadar kötü gitmez. Ama kendimizi gereksiz yere kötü hissettiğimiz anlar çok fazladır. İşte bu durumdan dolayı çok enerji kaybederiz. Ve bu durum bizim pozitif yönde üretken olmamızı engeller. İşte bu durum kesin olarak değiştirilmesi gereken en önemli noktalardan biridir.
Değişimin En Kritik Noktası İnançlar
Hepimiz aynı dünyada yaşıyor, aynı havayı soluyoruz. Doğup büyüdüğümüz yerdeki insanlarla aynı dili konuşuyoruz. Kendi dışımızdaki gerçekliğin nesnel varoluşunda bizden bağımsız gibi gözüken bir yönü var. Ancak bizim için aslında “dışımızdaki gerçeklik” diye bir şey yok.
Dışımızdakileri hangi yolla algılıyoruz? Duyularımız yoluyla. Peki dışımızda olanları direk olarak mı algılıyoruz? Hayır. Çünkü “dışımızdakiler” diye algıladığımız aslında beynimizin bizim için oluşturduğu bir simülasyon. Yani yalnızca bir imge. Eğer beynimiz, duyu organlarımız ve sinir sistemimiz farklı bir biçimde dizayn edilmiş olsaydı, biz kendi dışımızdaki gerçekliği çok farklı biçimde algılayacaktık. Örneğin gözlerimiz eğer kızılötesi frekansları görebilseydi gece karanlığında bile görebilecektik. Nitekim böyle canlıların olduğunu gayet iyi biliyoruz.
O halde dışımızdakiler diye nitelendirdiğimiz gerçeklik pek de objektif bir gerçeklik değildir. Çünkü bizim algıladığımız gerçeklik duyularımızın ve beynimizin filtresinden geçmiş bir imgedir.
Yetişkin bir insanın algıladıklarının %20’si gerçek algılara, %80’i anılara, beklentilere ve inançlara dayalı olarak gelişir.
Duyularımızın sınırlı olması elbette bizim biyolojik yapımızın doğal bir sonucu. Ancak algılarımızı sınırlayan başka pek çok mekanizma var. Bunların en önemlilerinden bir tanesi belki de en önemlisi inançlarımızdır.
İnançlar kendimiz, başkaları ve çevremizdeki dünya hakkında oluşturduğumuz yargı ve değerlendirmelerdir. İnanç konusu olan şeyin gerçek ya da gerçek dışı olmasının hiçbir önemi yoktur. İnandığımız her şey bizim kendi gerçekliğimiz içerisinde her şeyden daha gerçektir. Hem de öylesine gerçektir ki bedenimizdeki pek çok fizyolojik mekanizma ve hatta duyularımız bile inançlarımızın etkisi altındadır.
Örneğin bundan yüzyıllar önce insanlar dünyanın düz olduğuna ve bir öküzün boynuzu üzerinde durduğuna inanmaktaydılar. Bu inanç onların kendi zamanları için gayet normaldi ve o zaman için doğru ve geçerli bir açıklamaydı. Ama doğduğu andan beri dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğraflarını görmüş olan bizler için bu yalnızca komik bir tarihsel hikayedir. Bilim dünyası belli bir zaman süresince inanılmış fakat sonradan yeni keşiflerle değiştirilmiş birçok hikayelerle doludur. Ancak bilim dünyası gibi “objektif” olduğunu savunan bir alanda bile kişisel yargı ve inançların çok büyük rolü olmuştur. Çünkü bilim aslında insanların ürettiği bir şeydir ve hiçbir şekilde insan zihninden, insanın imgeleme gücünden ve en önemlisi duygulardan arınmış değildir. Ve bilim dünyasında sürekli olarak karşımıza çıkan durum yeni bir buluş yapıldığında ilk başta büyük bir yaygara kopar, daha önceki görüşleri savunanlar yeni buluşla alay ederler. Ancak zamanla bu yeni teorinin doğruluğu kanıtlanır ve tabii daha önce itiraz eden bilim adamları ya ölmüştür ya da sesleri solukları çıkmaz ve yeni durumu kabullenmek zorunda kalırlar.
Bu örneklerde insanın inançlarına ne kadar kuvvetli biçimde sarıldığını ve yeni gerçekleri kabullenmenin ne kadar zor olduğunu görürüz. İnsanın kendi inançlarına ters durumlarla karşılaşması durumunda oluşan direnç oldukça kuvvetli bir savunma mekanizmasıdır. Hepimizin içerisinde benzer bir mekanizma çalışır. Ve mevcut inanç sistemimize ters gibi görünen durumlarla karşılaştığımızda hemen içsel bir sensör harekete geçer ve kalkanlar açılır. Her yenilik eski inanç sistemi tarafından yaşamsal bir “tehdit” olarak algılanır. Ve aynen bağışıklık sisteminin mikropları ortadan kaldırması gibi inanç sistemi de bu yeniliği ortadan kaldırmak için elinden geleni yapar. Yeniliği görmezden gelmek en kestirme ve kolay yoldur. Ve tabii böyle yaparız. Bilinçaltı bunu otomatik olarak siler ve arkamızı dönüp gideriz.
İşte bu yüzden değişim isteği içerisinde olan bir insanın ilk gözden geçirmesi gereken husus kendi içindeki sınırlayıcı inançlardır. Değişimle ilgili en kritik nokta budur. Çünkü inançlar elle tutulup gözle görülmezler.
Bir şeyi yalnızca yapabileceğinize inanarak yapamayabilirsiniz. Ancak bir şeyi yapamayacağınıza inanırsanız kesinlikle yapamazsınız. Çünkü büyük olasılıkla onu denemezsiniz bile.
İnançların büyük çoğunluğu beynimizin derinliklerinde gizlenmiştir. Onların farkında bile değilizdir. Ancak tüm yaşantımızı şekillendirir, algılarımızı sınırlar, sağlığımızı bozar ve tüm sınırlarımızı belirlerler. Elbette bunların tersi de mümkündür. Çünkü inançları “sınırlayıcı inançlar” ve “kaynak yaratan inançlar” olarak ikiye ayırabiliriz.
İnançlar elle tutulup gözle görülemeyecek programlar olduğu için onları keşfedip tanımanın en kolay yolu kendi içimizdeki konuşmaları takip etmektir. Çünkü inançlarımız derinde yatar, ancak onların yüzeye çıkan bir yönü de vardır. İşte sınırlayıcı inançları işaret eden çeşitli ifadeler:
“Artık çok geç.” “Bu durumda yapabileceğim hiçbir şey yok” “Benim kaderim bu.” “Ben başarısız bir insanım.” “Yeteneksizim.” “Anamdan şanssız doğmuşum.” “Matematiğe hiç kafam çalışmaz.” “Bu yaştan sonra …….’yı öğrenemem.” “Ben yaratıcı bir insan değilim.” “Biz adam olmayız.” “Zeka 20 yaşına kadar gelişir.” “Dünya düz bir tepsidir.” “Üşütürsen hasta olursun.” “Duyularımızla algıladıklarımızın dışında herhangi bir gerçeklik yoktur.” vs. vs.
Buna benzer ifadeleri kendi yaşamınız içerisinde yakalayabilirsiniz. Bu tip ifadelerin kökeninde yatan inançlar bizim dünyaya bakış açımızı sınırlar ve önümüzdeki fırsatları görebilmemize engel olur. Ve öyle olduğuna inandığımız sürece bulunduğumuz noktadan bir adım bile ileri gitmemiz mümkün değildir.
İnançlarımızın etkili olduğu bir başka nokta sağlık durumumuzdur. Eğer hasta olduğunuza inanırsanız kendinizi gerçekten hasta edebilirsiniz. Eğer iyileşeceğinize inanırsanız çabucak iyileşirsiniz. Kanser hastaları üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar öleceğine inanan hastaların gerçekten daha çabuk öldüğünü ancak bundan kurtulacağına gerçekten inananların büyük ölçüde kanseri yendikleri görülmüştür. Plasebo, yani hiçbir etken madde içermeyen boş ilaçları çoğumuz duymuşuzdur. Bunlar genellikle ilaç sanayinde yeni çıkan bir ilacın etkisini test etmek için kullanılır. Ancak bazen plasebolar gerçek ilaçlar kadar etkili olabilmekte hatta daha güçlü bir etkiye sahip olabilmektedir. Yeter ki plaseboyu alan kişi aldığı ilacın kendisini iyileştireceğine inansın.
İnançların gücü konusunda diğer bir ilginç örnek de şöyle: Zeka testi sonucunda normal zekaya sahip oldukları saptanan bir grup öğrenci iki ayrı öğretmen tarafından eğitilmek üzere iki gruba ayrılır. Çocukların hepsi aynı zeka düzeyinde olmasına karşın öğretmenlerden birisine grubunun daha zeki diğerine ise grubunun daha yavaş öğrenen çocuklardan oluşturulduğu söylenmiştir. Bir yıl sonra yapılan ikinci testte daha zeki olduğu söylenen çocukların test sonuçları diğer gruba göre çok daha yüksek çıkmıştır. Anlaşılan odur ki, öğretmenlerin çocuklar hakkındaki inançları onların öğrenim yeteneklerini etkileyebilmiştir.
Bu örneklerin tümü inançlarımızın, ilişkilerimizi, zeka düzeyimizi, yaratıcılığımızı, kişisel başarı ve hatta mutluluğumuzu bile nasıl şekillendirip belirlediğini açıkça gözler önüne sermektedir. İnançlarımızın büyük çoğunluğu, çocukluk dönemimizde ailelerimiz, öğretmenlerimiz, medya vs. kanallar tarafından farkında olmadan bize enjekte edilmiştir.
Eğer gerçekten inançlarımızın yaşamımız üzerinde bu kadar büyük bir gücü ve etkisi varsa, onların bizi kontrol etmesine izin vermeden biz onları nasıl kontrol altına alabiliriz?
İşte bu nokta çok kritiktir. Çünkü değişimin özü buradadır. Gerçek anlamda kalıcı değişim için inançlarımızın değişmesi gerekir. Ancak inançları değiştirmek yalnızca yüzeysel bir istekle gerçekleşebilecek bir durum değildir. Çünkü kendi içimizde yaşayan ve zihnimizdeki daha alt düzeyde programları idare eden inançları kendi başımıza algılayabilmemiz o kadar kolay değildir. Bunu yapabilmek için öncelikle kendi yapımızı gerçekten objektif biçimde inceleyebilecek bir bilinç halini elde etmemiz gerekir. Bu da bazen bu konuda profesyonel bir yardım almayı gerektirebilir.
Farkındalık bakımından bu inançları üç kategoride ele almak mümkündür.
1. Farkında olduğumuz ama değiştirme ihtiyacı hissetmediğimiz inançlar
2. Farkında olabileceğimiz ama değiştirmekte zorlandığımız inançlar
3. Tamamen farkında olmadığımız sınırlayıcı inançlar
1. Birinci kategorideki inançlarımız yani farkında olduğumuz ama bizi yaşam içerisinde zorlamayan inançlarımız sınırlayıcı bir etki meydana getirmediği sürece üzerinde çalışmayı gerektirmez.
2. İkinci kategoridekiler, yani farkında olabileceğimiz ama değiştirmekte zorlandığımız inançlar, üzerinde çalışılması gereken durumlardır. Pek çok insan kendi zayıf noktalarını bilir. Örneğin belli durumlarda yalnızca yapamayacağınıza inandığınız için yapamadığınızı bilirsiniz. Ama yine de elinizden bir şey gelmez. İşte bu noktada önemli olan bunları bilmek değil, değiştirmek için bir şeyler yapmaktır. Bunun için yapılması gereken şey bu konuda bir karar vermektir. Birçok noktada başarısız olmamızın sebebi aslında “kararsızlık” ve “tereddüt” halidir. Çünkü en basitinden en karmaşığına her eylemi başlatmak için buna “karar” vermek gerekir. Her birimiz çocukluk dönemlerinde yaşamımızın geri kalanında bizi etkileyecek pek çok olay yaşarız. İnançlarımızın büyük çoğunluğu çocukluk dönemlerinde oluşur ve bunlar sabit bir hale gelir. İşte o noktada kendi içimizde belli kararlar verir ve birtakım “genellemeler” oluştururuz. Tabii sonradan bunları meydana getiren olayları unuttuğumuz gibi bu “genellemelerin” farkında bile olmayız. Örneğin belli özelliklere sahip bir kişiden zarar gören birisi yaşamının geri kalanında benzer özelliklere sahip kişilerden uzak durmak için elinden geleni yapacaktır. Ancak bu elbette bilinçdışı olarak çalışan bir mekanizmadır. Ve bunu neden yaptığı sorulduğunda kişi buna kendince mantıklı bahaneler uydurabilir ve kendisi de bunun nedenini bilmediği için kendi bahanelerine kendisi de inanır. Ama aslında durum başka türlüdür, çünkü burada meydana gelen durum aslında bilinçdışının kendini koruma çabasından ibarettir. Yani kişiyi belli durumlardan uzak tutmak istemektedir.
Kısıtlayıcı durumları ve bunların ardındaki sınırlayıcı inançları keşfetmenin kolay bir yolu elbette ki var. Sınırlayıcı durumları keşfetmenin en kolay yolu kendinizi kötü hissettiğiniz durumların bir listesini çıkartmaktır. En küçüğünden en büyüğüne kendinizi kötü hissettiğiniz durumları gözden geçirirseniz, üzerinde çalışmanız gereken yönlerinizi ve bunların ardındaki sınırlayıcı inançları keşfedebilirsiniz. Hepimizin kendimizi kötü hissettiğimiz ve bu yüzden kaçındığımız pek çok durum ya da eylem vardır. Elbette bunların bazıları bizim için doğru ve hayırlıdır. Ama kendinizi eğer olumsuz hissediyorsanız orada çok büyük olasılıkla üzerinde çalışmanız gereken bir şey var demektir. Herkesin kendini kızgın, öfkeli, kırgın, zayıf, isteksiz, kötü, sıkıntılı, gergin, heyecanlı, çaresiz ve ümitsiz hissettiği pek çok durum vardır. İşte bu duyguları kendiniz için bir işaret noktası olarak kullanabilirsiniz. Çünkü şunu gayet iyi bilirsiniz ki kendinizi kötü hissettiğiniz durumlarda kendisini hiç de kötü hissetmeyen ve hiç zorlanmayan insanlar vardır. İşte bu yüzden bu durumlar üzerinde çalışılması gereken durumlardır. Bu tip durumları kendi kendinize dürüstçe listeleyin.
Kendinizi kötü hissettiğiniz için kaçındığınız durumların bazıları zorunlu olarak içinde olmanız gereken durumlardır, ancak bazıları ise zorunlu olmadığınız ama aslında sizin için olumlu ve geliştirici olabilecekken fırsatları kaçırdığınız durumlardır. O yüzden kendinizi az ya da çok kötü hissettiğiniz durumların bir listesini yapın ve bunların arkasındaki sınırlayıcı inançları bulmaya çalışın. Bunların hepsini belki bir anda çözemeyebilirsiniz ama bir şeyleri çözmek için ilk yapmanız gereken şey onun farkında olmaktır. İşte olumsuz duygular size bu konuda yol gösterebilecek güzel işaretlerdir.
Ve şunu da aklınızın bir kenarında tutabilirsiniz: Aslında hiçbir zaman kendinizi kötü hissetmek zorunda değilsiniz. Evet yaşamda gerçekten kendinizi kötü hissetmeniz, üzülmeniz gereken durumlar vardır ama bunlar aslında o kadar azdır ki… Çoğu zaman kendinizi boş yere kötü hissedersiniz. Kendinizi kötü hissetmek de bir alışkanlıktır. Çünkü öğrenilmiştir. Bütün korkular, endişeler hepsi sonradan öğrenilmiş şeylerdir. Bir bebekte yalnızca iki tane doğuştan gelme korku vardır, birisi “düşme” diğeri de “gürültü” yani yüksek ses korkusu. Bunların dışındaki tüm korkular evet istisnasız tüm korkular sonradan öğrenilmiştir. Ve yaşantımız içerisindeki pek çok fırsatı sırf kendimizi kötü hissetmekten çekindiğimiz için kaçırırız. Bizim için çok yararlı ve geliştirici olabilecek deneyimlerin içine girmekten kendimizi alıkoyarız. Bunun tek sebebi yalnızca kendimizi kötü hissetmekten korktuğumuz içindir.
3. Üçüncü kategoride ise tamamen farkında olmadığımız sınırlayıcı inançlar yer alır. İşte bu biraz zor bir durum. Ve bu konuyu ele almak için daha geniş bir perspektiften bakmamız gerekiyor. İnançlarımızın hepsi belli noktada verilmiş kararlara dayalı genellemelerdir. Yaşadığımız olumsuz bir olay bizim o durum hakkında bir karar vermemize ve sonra da bu kararı tüm zaman ve mekanlar için genellemize yol açar. Örneğin öğretmeni tarafından matematik dersinde bir kere başarısız olduğu için “sen kafasızsın, matematiğe hiç yeteneğin yok” diye azarlanan bir çocuk o anda kendisini kötü hissettiği için hayatı boyunca matematikle ilgili konulardan uzak durur ve aslında matematiği öğrenebileceği halde sırf öyle olduğuna inandığı için kendisini öğrenemez hale getirir. Hatta kendisinin zeki olmadığına inanıp aslında son derece zeki olduğu halde aptalca davranabilir. İşte bu bir genelleme örneğidir. Bu genelleme bilinçaltı tarafından saklanır ve bu deneyim tamamen unutulmuş olmasına rağmen orada verilmiş olan karar yaşam boyu etkisini sürdürür.
Ancak bizim geçmişimiz yalnızca şimdiki hayatımızla sınırlı değildir. Çünkü bazı öyle durumlar vardır ki yaşadığımız zorlukların ya da korkuların şu an içinde yaşadığımız hayatla hiçbir bağlantısı yoktur. Yani şu an bizi kısıtlayan bazı inançların ardında yatan genellemeler ve bu genellemeleri öğrenmemize yol açan olaylar geçmiş yaşamlardan bugüne taşınmış olabilir. Geçmiş bir yaşamda oluşmuş bir genelleme o yaşamdan bu yaşama aktarılmış olabilir. Böyle bir durum söz konusu olduğunda ortada görünür hiçbir sebep yoktur. Ama sebepsiz yere kendinizi belli durumlarda kötü hissedersiniz. Hatta bazen fobi derecesine varan sebepsiz korkular bile yaşayabilirsiniz. Böyle bir durumdan tam olarak kurtulabilmek için bir uzmanın yardımına ihtiyaç vardır. Ama özellikle geçmiş yaşamlardan kaynaklanan problemler halledildiğinde gerçekten çok büyük bir değişim durumu ortaya çıkar.
Kısaca özetleyecek olursak değişim için üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan bir tanesi sınırlayıcı inançlarımızdır. Bunlar üzerinde çalışılıp bilinçdışı düzeyde bir çözümleme yapılmadığı sürece tam anlamıyla özgür olabilmemiz ve gerçek anlamda bir değişimin içerisine girebilmemiz zordur. Elbette yaşam içerisinde kendiliğinden gelişen doğal bir gelişim süreci ve gelişim imkanları her zaman vardır. Ama eğer gerçek anlamda hızlı ve kalıcı bir değişim ve dönüşüm isteniyorsa o zaman bunu isteyen kişinin kendi üzerinde bilinçli olarak çalışması ve kendi üzerinde çalışma yollarını araştırması ve gerektiğinde yardım istemeyi bilmesi gerekir.
Haller ve Aşamalar
Hepimiz günlük yaşam içerisinde pek çok değişik bilinç halleri ve duygu halleri yaşarız. Bu hallerin bazıları bizim için geliştirici bazıları ise kısıtlayıcıdır. Ancak bazen öyle bir durum olur ki, hiç beklemediğimiz bir anda aniden bilincimizin açıldığını ve her şeyin netlik kazandığını, hatta güçlü bir bütünlük halini yakaladığımız zamanlar olur. Ancak kısa bir süre sonra bu hal yerini başka bir hale bırakır, her şey eski haline döner ve daha önce yaşadığımız tatsız duyguların içerisine döneriz. Her şey yine rutinleşir. Ve işte bu biçimde sürekli olarak halden hale geçeriz. Farklı bilinç halleri genelde anlıktır ve sürekli değişir. Ama herhangi bir konuda bir düzeyden diğerine geçmek zaman alan bir süreçtir.
Örneğin herhangi bir beceriyi öğrenirken geçmeniz gereken çeşitli aşamalar vardır. Bu yaşam içerisinde doğal olarak gerçekleşen bir süreçtir. Örneğin her çocuk büyürken egosantrik yani benmerkezci bir aşamadan geçer. Ama biraz daha büyüdüğünde artık dünyanın yalnızca kendi etrafında dönmediğini anlamaya başlar. Bu gelişim aşamaları çok yönlü olarak meydana gelir ve çocuk kognitif açıdan gelişirken bir taraftan da beyni ve sinir sistemi de buna paralel olarak gelişir. Gelişim hiçbir zaman tek yönlü değildir. İçeride bir şeyler değişirken buna paralel olarak dışarıda da bir şeyler değişmek zorundadır. Kendi iç halinizin değişmesi mutlaka beyninizde ve sinir sisteminizde birtakım değişikliklerin olmasını gerektirir. Bu durum ruhsal deneyimler için de geçerlidir. Özellikle son zamanlarda beyinle ilgili olarak yapılan araştırmalar bunun gerçekliğini göstermektedir. Örneğin uzun yıllar meditasyon çalışması yapan insanların beyin faaliyetleri tarandığında, diğer insanlara göre oldukça değişik olduğu saptanmıştır. İç dünyamızda sübjektif olarak algıladığımız her şeyin fizikte objektif bir karşılığı olmak zorundadır.
Şimdi pek çok insan kendi yaşamı içerisinde bazı halleri deneyimlemiştir, ancak bunlar anlıktır. Bu hallerin kalıcı olabilmesi yani bir aşamadan daha üst bir aşamaya geçmek uzun vadeli çaba ve emek ister. Bu gece yatıp yarın sabah bir doktor, bir mühendis ya da iyi bir müzisyen olarak uyanamazsınız. Herhangi bir işte ilerlemek için geçmeniz gereken pek çok aşamalar vardır. Ve bu aşamaların hiçbirisini atlayamazsınız. Bir üst basamağa çıkabilmek için bir alt basamaktan geçmek gerekir. Tabii ki her insanın basamakları tırmanış hızları birbirinden farklı olabilir, ancak hiçbir basamağı atlayamazsınız.
Aynı kural içsel ya da ruhsal gelişim için de geçerlidir. Eğer kendi içinizde bazı yetenekler geliştirmek, dünyayı kavrayış biçiminizi değiştirmek, yaşamı daha yüksek ve ince duygular hissederek yaşamak, daha yaratıcı olmak, kendinizi daha iyi hissetmek, daha olgun davranışlar sergilemek, insanları daha fazla sevmek, kendinizi daha yakından tanımak, bilinçdışınızla daha yakın iletişim kurmak, DEĞİŞMEK ve kendi içinizdeki potansiyeli daha fazla ortaya çıkarmak istiyorsanız bunu gerçekten istemeniz ve bu yönde bir gayret sarf etmeniz gerekir. Ve aynı zamanda bunun bir anda gerçekleşmeyeceğini de bilmeniz gerekir. Çünkü hangi alanda olursa olsun aşama kaydedebilmek ve bir aşamadan diğerine geçebilmek belli bir zamana ihtiyaç duyar.
İşte bu yüzden değişim, belli aşamalarla gerçekleşen bir süreçtir. Yani yaşam içerisinde bir aşamadan diğerine yükselmek hem zamana hem de bu yönde gösterilecek çabaya bağlıdır.
Eğer ruhsal yönden kendinizi geliştirmek istiyorsanız o zaman bu konuda kendinize bir hedef koymalı ve bu hedefin adımlarını somut olarak belirlemeli ve o hedefe doğru ilerleyip ilerlemediğinizi kontrol etmelisiniz. Şu an içinde yaşadığımız fizik gerçeklikte her şeyin somut bir karşılığı olmak zorundadır. Eğer ruhsal bakımdan gelişiyorsanız bu sizin zihin yapınızda, davranışlarınızda ve bedeninizde kendisini göstermelidir. Ve bu yolda ilerlerken belli aşamalardan geçeceğinizi ve bu işin bir anda gerçekleşmeyeceğini bilmeniz gerekir. Ve bu yolda ilerlemek aynı zamanda sizin kendi içinize cesur bir biçimde bakabilmenizi de gerektirir. İçinizde olanlarla cesurca yüzleşmenizi ve hem kendi içinizde hem de dışınızda olanları olduğu gibi kabullenebilmenizi gerektirir.
Ruhsal Gelişim ve Değişimin Temel Parametreleri
Ruhsal gelişim yolunda ilerlemiş olmanın somut göstergeleri yeryüzündeki çeşitli kültürlere ait gelenekler tarafından ifade edilmiş ve bu gelişimi hızlandırabilmek için yapılabilecek uygulamalara ait yollar gösterilmiştir.
İçten dışa değişim yolunda üzerinde çalışmak için dikkatinizi odaklamanız gereken alanlar nelerdir?
Herhangi bir konu üzerinde çalışırken dikkatimizi nereye yönelteceğimizi iyi bilmemiz gerekir. Eğer herhangi bir şeyi izlerken ya da öğrenirken dikkatinizi nereye yönelteceğinizi bilirseniz o zaman amaçlanan hedeflere ulaşabilirsiniz. Dolayısıyla kendi üzerinizde çalışırken dikkatinizi nereye odaklayacağınızı ve kendi içinizde neleri değiştirmek için uğraşmanız gerektiğini bilmeniz gerekir. Eğer neleri değiştirebileceğinizi ve kendi içinizde hangi alanlar üzerinde çalışmanız gerektiğini, nelerle oynayabileceğinizi, hangi düğmelere basmanız gerektiğini bilmezseniz kendi üzerinizde çalışamazsınız. İşte bu anlamda daha önceki deneyim birikimlerinden yararlanmanız çok önemlidir. Çünkü kendini tanıma ve değişim ile ilgili yüzyıllar içerisinde birikmiş geniş bir bilgi birikimi vardır. Bütün geleneklerde ortak olarak yer alan ve kişinin içsel gelişimi için üzerinde çalışması gereken alanları başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
– Kendini Gözlemleme
– Duyguların Kontrolü
– Düşüncelerin Kontrolü
– İsteklerin Kontrolü
– Alışkanlıkların Kontrolü
– Davranışların Kontrolü
– Sevgi
– Şefkat
– Diğerkamlık
– Karşılıksız Hizmet
– Meditasyon
– Bilinçaltı Yüklerin Temizlenmesi
– Esneklik ve Uyum
– İçsel Bütünlük
– Kendinden daha geniş bir bütüne ait olma hissinin geliştirilmesi
Günümüzde bütün bu başlıklarla ilgili eski ve yeni teknolojilerin sentezlenmesiyle oluşturulmuş pek çok yöntem ve teknik bulunmaktadır. Kendi üzerinizde çalışmaya başlamak için atılması gereken ilk adım kendi kendinizi gözlemleme alışkanlığını edinmenizdir. Kendi içinizde bir şeyleri değiştirmeye başlamadan önce kendi kendinizi incelemeyi öğrenmeniz gerekir.
Sonuç
İçinde yaşadığımız çağ oldukça hızlı ve köklü değişimlerin yaşandığı bir çağdır. Ve bu karmaşık zamanda hepimizi değişime zorlayan etkenlerin giderek daha fazlalaştığını gözleyebiliyoruz. Bu zamana uygun şekilde değişmek ciddi ve hızlı bir adaptasyon istiyor. Ama her şeye rağmen şimdi her zaman olduğundan daha büyük ve geniş imkanlara sahibiz. Eski zamanlarda belki de birkaç hayat içerisinde alınabilecek bilgiyi şimdi çok kısa bir zamanda edinebilmek mümkün. Bu da bize zamanın ne kadar hızlandığını gösteren bir başka unsur. O halde şimdi yapmamız gereken kendimizi bu değişimin hızına uydurmak ve mümkün olabildiğince kendi içimizdeki potansiyeli açığa çıkarmak için gayret göstermek. Eğer dışarıda işlerin iyi gitmesini istiyorsak, içeride bir şeyleri süratle değiştirmemiz gerekiyor.
Değişim içeride oluşması gereken bir olgu.
Çünkü bizim davranışlarımızın, düşünce tarzımızın, kişiliğimizin oluştuğu yer yüzeyde bir yerlerde değil. Adına bilinçaltı dediğimiz bir bölgede oluşuyor. İşte bu nedenle eğer ki biz yüzeyde bir değişim meydana getirirsek bu değişim köklü bir değişim olmaz ve ömrü de çok uzun sürmez. Kısacası eğer kalıcı bir değişim istiyorsak bilinçaltında bir değişim meydana getirmeli ve bu çalışmaları da bilinçaltı düzeyde yapmalıyız.
Yüzeyde meydana getirmeye çalıştığımız bir değişim bugün geleneksel tıbbın yaptığı tarzda bir uygulama olur. Geleneksel tıp bildiğiniz gibi hastalığı tedavi etmekten çok onun belirtilerini tedavi eder. Oysa ki bizim üzerinde durduğumuz değişim bütünsel ve içsel bir değişim olmalıdır.
M. Reşat Güner & A. Duygu Güner