Aşk hormonu, kıskançlık hormonu, mutluluk hormonu. Gün geçmiyor ki, medyada hormonlarla ilgili bir haber çıkmasın. Peki iç alemimizin bu ilginç salgılarının sırları neler? Kapısında kuyruklar oluşan, emekli olmasına rağmen Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin en sevilen hocalarından biri olan İç Hastalıkları ve Endokrinoloji profesörü Hüsrev Hatemi’yle hormonları konuştuk. Aynı zamanda şair ve yazar olan Hatemi’nin ağzından bu gizli âleme dalmak hayli ilginç bir yolculuk oldu.
Sürekli, hormonlardan söz ediliyor, âşık olmamız, mutlu olmamız hormonlara bağlı deniliyor. Gerçekten hormonlar bu denli etkili mi?
Genel olarak evet. Hepsine hormon dememek şartıyla elbette. İnsan organizmasının nöro-iletken salgılarla idare edildiği doğru. İnsan en gelişmiş bilgisayardan da gelişmiş bir bilgisayar, bunun habercileri de nöro-iletkenler. Kan dolaşımına karışıp, vücudun en uç noktalarına kadar gidip etki edenlere endokrin salgı diyoruz ama sinir uçlarından birkaç milim öteye etki etmeyen salgılar da var. Salgı konusunda sınıflama için insanlık 20’nci yüzyılın başını beklemiş.
Ne kadar çok hormon ya da salgı var?
Başlıcaları sayılabilir; insülin, büyüme hormonu, böbreküstü bezinin üç-dört hormonu, yumurtalığın progesteronu-östrojeni ve testisin testosteronu, hipofizin altı-yedi hormonu toplanırsa bir şeyler söylenebilir. 20’nci yüzyılın başından 1960’lara kadar belki 30-40 salgı sayılabilir ama sonraki gelişmeler çok şeyi değiştirdi.
Kromozom sayısı bütün insanlarda aynı peki, hormon salgı miktarı bütün insanlarda aynı mı?
Kromozom sayısı insan yapısının bir planı ama salgı öyle değil. Plan aynı ama fonksiyon aynı değil, insandan insana değişiyor. Astrologlar nasıl, birinin zayiçesini çıkarken, şu yıldızlarda konstelasyon var diyorlar; Zuhal yıldızı şuna bu kadar uzaklıktaydı, açısı böyleydi, çocuğun talihi böyle olacak diyorlarsa hormonlar da öyle. Mesela bir insanda testosteron salgısı azken diğer salgıları çok olabiliyor. Kortizon salgısı başka, insülin salgısı başka oluyor. Biz de buna kişinin hormonal konstelasyonu, hormonal zayiçesi diyebiliriz.
Hormonal farklılıklar insan karakterini nasıl etkiliyor?
Bu, insanlığın eskiden beri üzerinde durduğu bir şey. Bilimsel yönleri muhakkak var ama bunlara kapılmak da çok doğru değil. Bu yapıların ek molekülleri öğrenilmedikçe çok fazla şey söylenemez ancak çok kaba benzetmeler yapılabilir. Kabaca düşünürsek, testosteron hormonu yüksek erkeklerin daha çok suç işlemeye eğilimi olduğu söylenebilir. Endokrinoloji dergilerinde 70’li yıllardan beri yazılan bir şey. Testosteronu yüksek erkekler; testosteronu mutedil erkeklerle kıyaslandığında; agresif erkekler oluyor. Tiroit hormonu fazla salgılananlar sinirli, saldırgan olurken, tiroit hormonu az çalışanlar, depresif, lapacı tipler oluyor. Beden yapısı ve karakter üzerine; Alman hekim Ernest Kretschmer’in yüzyıl başındaki sınıflaması var; piknik tip, atletik tip, heptozomik tip olarak. Aslında bu tarif hormonal yapıyı gösteriyor. Örneğin atletik tip aslında testosteronu fazla olanları gösteriyor. Piknik tipler biraz daha efemine, yağ metabolizması fazla olanlar. Beden yapısı ve karakter görüşü, İslam Tıbbı’nda da var. 20’nci yüzyılda endokrinoloji gelişince psiko-endokrinoloji gelişmeye başladı.
Nasıl bir şey “psiko-endokronoloji”…
Psikiyatri klinikleriyle endokrinoloji kliniklerinin işbirliğiyle yapılan bir şey. Türkiye’de benim hep saygı duyduğum, rahmetle andığım, kendini reklam yapmadan çalışan, erken yaşta kaybettiğimiz Suphi Artunkal’ın çabasını anmak lazım bu konuda. Ben, 1962 mezunuyum. 1963’de Türkiye’de Suphi Artunkal’ın çalıştığı tedavi kliniğinin psikoloğu vardı. Suphi Bey’in talimatıyla guatrlıların psikolojik testleri yapılırdı. Türkiye’de endokrinoloji ile psikoloji ilişkisini ilk fark eden odur. Hastalıkların psikolojisi vardır. Örneğin diyabetlilerde, özellikle tip2 diyabetlilerde, melankoliye eğilim fazladır. Fazla çalışan guatrda çabuk sinirlenme ve agresif davranış görülür. Lapacı, uykucu ve depresyona eğilimli davranışlarda ise metabolizma yavaş çalışır, hipotiroidi görülür. Diyabetik öforiye (taşkın mutluluk) eğilimli değildir, kendini mutlu hissetmeye değil depresyona eğilimlidir.
Öforiye eğilimli yapan hastalıklar da var mı?
Mesela Cushing hastalarında böbrek üstü bezi fazla çalışıyor. O kadar berbat bir hastalık ki; öforisi eksik olsun! Öforisi maniye benziyor. İşe yarar değil işe yaramayan bir uçukluk söz konusu. Sağlığı bozulacağı için o öforiden kısa zamanda berbat bir depresyona girilebilecek bir şey.
Depresyonda olan hastalara, genelde psikiyatrik olarak serotonini yükselten ilaçlar veriliyor…
Serotonin nöro-iletkenler gurubuna yakın bir molekül. Hormon denebilecek bir salgı değil. Basit bir molekül ama yaptığı iş çok önemli. Ama serotonin yereldir. Beynin serotonini beyinde bağırsağın serotonini bağırsakta etkendir. Eskiden bilmediğimiz serotonini, dopamini şimdi biliyoruz. Bu nedenle keşifler yapıldıkça, birçok sorunun cevabı verilecek. Belki her şey büyük ölçüde hormonlara bağlı denecek. Ama şimdi o basit benzetmelerle bunu söyleyemiyoruz. Muhakkak ki nöro-iletkenlerin kimyası öğrenildikçe perdeler açılacak. Tıbbın kimya ile buluşması 1820’lere rastlar.
Anti-aging kapsamında, bazı uygulamalarda, büyüme hormonu kullanmak da var bu konuda ne diyeceksiniz?
Bence daha erken. Çünkü büyüme hormonu almanın erişkin bir insana ne yapacağı çok belli değil.
Aldığımız vitaminlerde hormon var mı?
Hormon katılmış olanlarda az sayıda var. Klasik vitamin preparatlarına ayrıca hormon katılmıyor.
Bir de feromonlar var; hayvanlarda görülen, koku benzeri kimyasal haberleşme unsuru. İnsanlarda da olduğu söyleniyor, hatta karşı cinsi cezp etmek için feromonlu parfümler yapıldığı iddia ediliyor…
Feromon, Patrick Suskind’in “Koku” adlı romanında sözü edilen şeydir. En iyi feromon romanı o. Patrick Suskind bunu yazdığı zaman 1970’li yılların başından beri feromonlar biliniyordu. Bu bilgi 15-20 senelik iken Patrick Suskind’in kitabı çıktı. Suskind, doğruya yakın şeyler söylemiş. Şimdiki bilgilerimizle uçuk geliyor ama feromon diye bir şey var. Böcekler dünyasında var. Hayvanlar dünyasında var. Erkek kediler ağaçları idrarla işaretlerler ve bu benim dünyam derler. Feromonlarıyla, racon kestikleri alanın haritasını çizerler. Bir deney yapılmış; dişi gorille erkek gorilin kafesi arasında bir manivela var ve erkek gorilin dişi gorilin kafesine ulaşabilmesi için o manivelaya tam 250 kere basması gerekiyor. Goril karşı tarafa ancak bunu yaparsa gidebileceğini, çiftleşmenin mümkün olacağını öğrenmiş. Ancak dişi gorilin yumurtalıkları çıkarılıp kafese yeniden bırakıldığı zaman erkek gorilin o kadar zahmet etmediği görülmüş. Ancak coşunca 250 kereye razı oluyor, yoksa 50 kerede bırakıyor. Karşı taraftan feromon gelmiyor çünkü yumurtalıkları çıkarılmış. Bu doğru mu, yoksa biz öyle görmek istediğimiz için mi böyle düşünüyoruz diye bu kez dişi gorile östrojen, progesteron gibi dişilik hormonları enjekte ediliyor. Östrojenin etkisiyle vajina mukozasından feromon salgılamaya başladığı düşünülüyor çünkü erkek goril yeniden 250 kere manivelaya basmaya zahmet ediyor. Üçüncü etapta erkek gorilin burun delikleri tamponla tıkanıyor, erkek goril yine “250’ye değmez abi” deyip köşesine çekiliyor. Bu tecrübeler feromonların memeliler dünyasında da olacağını düşündüren ön tecrübeler.
Ama insanda henüz kanıtlanmadı…
Bir başka araştırmada bir yatakhanedeki kızlar, hazırlık sınıfından itibaren izleniyor. Bu kızların regl günleri farklı ancak yavaş yavaş bir batarya gibi, onar beşer regl günleri birbirine yaklaşmaya başlıyor. Bunun feromonlarla haberleşerek olduğu düşünülüyor.
Hayvanlardaki, içgüdü yani bir tür altıncı hissin insanlarda da olduğu ve burundaki bir metabolizma sayesinde olduğu söyleniyor. Ancak bu nazal metabolizmanın zamanla kullanılmadığı için işlevini kaybettiği iddia ediliyor, bu konuda ne diyeceksiniz?
Bunlar düşünülebilir şeyler. Divan şairleri “Sevgilinin kakülünden saba rüzgarı geliyor çünkü ruhuma aşina bir koku geliyor” diyor. Eğer satıyorsan, binlerce kere canımızı verip alalım, sevgilinin o mis kokulu kakülünden bir kez koklanacak kadar diyor. Bunlar feromonları Divan Edebiyatı şairlerinin bildiğini düşündürebilir.
Konuşmamızın başında hormonları iç alemin yıldızlarına benzetmeniz çok ilginç…
“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen, merdümi dide-i ekvan olan ademsin sen.” Yani kendine iyice dikkatli bir bak; sen kainatın özetisin çünkü insansın, kainatın gözbebeği olarak yaratılmışsın. Dini anlayışa göre insan kainatta olan olayların bir özetidir, küçük bir mikroçipe sığdırılmış, evrenin özeti insandır.
Biz bu iç alemin ne kadarını biliyoruz?
İnternette bir konuda anket varsa, siz onu tıkladığınızda cevap örneğin yüzde 25 geliyor. Ama Allah bize o fırsatı vermediği için bilim adamları ilahi makama daha ne kadar nöro-iletken var diye soramadıkları için, biz ancak kabaca bilebiliyoruz.
Tam bu konudan söz açılmışken, bilim-din, inanç ilişkisi konusunda neler söyleyeceksiniz…
Pozitif ilim alanında çalışan insan inanıyorsa bu inancından bahsetmemeli, çünkü gene Tanrı’ya ait olan bu kainatın, ön odasında, oyun odasında çalışıyordur. Yine Tanrı’nın alanı olan, arka oda, mistik oda vardır; daha sessiz sakin, düşünce ve ibadet odasıdır. Tanrı o odada da oturmuyor, her iki odayı varlığı doldurmuş. Sadece dünyayı değil, bütün kainatı. Çalışıp da bulduklarının Kuran’da da olduğunu söyleyenler sanki biraz Allah’ın korunmaya muhtaç olduğunu zannediyorlar. Pozitif bilimlerde bulunan her şeyin yaratıcısı da Allah. O halde O’nu korumak için Kuran’da atom bilgisi var dememiz ona karşı biraz da saygısızlık içeriyor. Mistik alan da onun alanı, o halde kavgaya sebep olmamak için bu Kuran’da da var demeyelim. Kuran’da alıştırma yapmak bizim Tanrı’mız da bunu biliyor, Einstein ondan akıllı değil demek oluyor sanki. Böyle bir şüphemiz yok ki! Eistein’ı da yaratan, Pasteur’u da yaratan, Darwin’i de yaratan Allah olduğuna göre. Darwin ile uğraşmaya değmez. Varsın fakir adam o teoriyi ileri sürmüş olsun. O teori de belli bir sürede işimize yaramış olsun. Bu Allah’ın şanına halel getirmez. Darwin’le, Lenin’le, Stalin’le uğraşmaya değmez. Pasteur mesela “Laboratuvarda çalışın, kilisede ibadet edin” diyor. Pasteur hiçbir kitabında mikroplardan bahsederken “Allah yardım etti de kuduz virüsünü buldum2 demez. Oysa koyu bir Katolik hayatı yaşar Pasteur. Bilim odasında çalışanlar Büyük Yaratıcı’ya saygısızlık etmiyorlar ki. Onun izniyle onun başka bir odasında çalışıyorlar. İstedikleri zaman arka odaya çekilip onu düşünüyorlar. Arka odaya çekilmeyi hiç istemeyenler de enayiliklerine doymasın diye düşünüp, onlarla uğraşmamalı.
“Aşk’a Reddiye” adlı şiiriniz çok seviliyor, bu şiiri ne zaman yazdınız?
İki tane şiirim var; biri “Aşk’a Reddiye”, diğeri “Yol Sonunda Reddiye”… İlki 30 yaşındayken, ikincisi ise 50 yaşlarımda. Hep başka iklim/Burada uzak iklimler/Yolda düşüp kaldılar
Şimdi bilmiyorum kimler/Kimse muhtaç olmasaydı sevgiye… Ömrün sonunda aşka reddiye yani.
“Aşk, yoksun sen, seni biz uydurduk, saatleri unuttuk, aklımızca zamanı durdurduk” diye yazmışsınız, biraz karamsar bir yapınız var galiba?
Kendime aşı olarak yazdım bu şiiri. 30 yaşında 55-60 yaşındaki hayal kırıklığım çok olmasın diye, aşka inandığım yaşlarda aşka reddiye şiirini yazıp kendime antikor oluşturdum. Büyük depresif bir yaşlı olmayayım, bunu biliyordum, diyeyim diye. Aşk yoksun derken, var olduğuna inanıyordum. 50 küsur yaşında yazdığım şiir onun tekrarı olmadı. Gene aşkı kabul ediyordum, o aşılanma sayesinde de depresyonum hafif geçiyordu, keşke kimse sevgiye muhtaç olmasaydı diyorum. Birincide yok diyorum halbuki varlığına inanıyorum, ikincide de yaptığım aşı sayesinde büyük depresyonda değilim ama keşke bunları yaşamasaydık, üzüntüler çekmeseydik, keşke muhtaç olmasaydık sevgiye diyorum. Aşı tuttu, işime yaradı, antikor da hazırlamak lazım, yoksa hayal kırıklığı çok fazla oluyor.
Aşk hayatın tadı-tuzu değil mi?
Benim daha yakın zamanda yazılmış bir rübaim var, “Hırsız-Polis” dizisinde “Aşk İmkansız” diye tuhaf bir nameyle söylenmesini duyunca çok şaşırdım. Ben 2001’de yazmıştım; uzaklığın acıya yeterli/yakınlığın teselliye yetersiz/acı ortada ve kesin gerçek/teselli imkansız ve yersiz diye.
Bu yaşadıklarınız gerçek aşk mı, hayali aşk mı?
Hepsi gerçek.
Bu kadar çok korkuyorsunuz ama bir yandan da hoşunuza gidiyor değil mi böyle olmak?
Bilmiyorum. Yapı işte, ben melankoliğim. İkiz kardeşim bu kadar korkmuyordu. Onun sevdiği şarkılardan belli oluyordu korkmadığı. O “Muhabbet bağına girdim bu gece”yi severdi ben Perihan Altındağ’dan “Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş” i dinlerdim. O bana “esrarkeş” derdi, ben de ona “laylaylom zevk” derdim. Acıdan korkup sürekli antikor ürettim. Şiir kitaplarım kendi acıma karşı birer aşı şişesi.