Bazı becerilere, sırf insan olduğumuz için, sırf bunlar insani şeyler diye doğuştan sahip olduğumuzu sanıyoruz. Mesela sevmek, mesela sağlıklı iletişim kurmak. Oysa her ne kadar potansiyelde bu becerilere sahip olsak da, onların sağlıklı bir seviyeye getirilmesi emek, çaba ve bilinç ister. Ne içimizde bir kıpırtı duymak tam anlamıyla sevmektir ne de insanlarla aynı dilde konuşabilmek iletişim kurmaktır.
Aynı bu beceriler gibi, büyümek de birkaç teknik etabı geçtikten sonra başlayan bir süreç değildir, en azından zihnen büyümek böyle değildir diyebiliriz. Bu becerinin de sürecinin bilinçli bir biçimde izlenmesi, geliştirilmesi gerekir.
Öncelikle çocuk nedir oradan başlayalım. Bebek ve çocuğun, bir yetişkinden ayrılan en önemli özelliği içe dönük zihin yapısıdır. Burada içe dönük terimini, sessiz sakin olmak, konuşkan olmamak olarak vermiyorum. Zihnin odak noktası burada kastım. Bebekler ve çocuklar – oldukça doğal olarak- zihnen kendi içlerine, yani kendilerine dair şeylere odaklıdırlar. Dış gerçekliği de kendi üzerlerinden kurarlar. Olaylara, şahıslara, şeylere yaklaşımı arasında kendi benlikleri durur. “Bu benim için değerli mi?” “bu benim için güzel mi?” “bu benim için faydalı mı?” gibi.
Freud’un çocuk narsisizmi dediği bu durum, yetişkinler dünyasında hoş karşılanmayan benmerkezcilikle karıştırılmamalıdır. Çünkü bir yetişkinin bencilliğinin aksine bu bencillik, çocuğun maddi ve manevi dünyasının devamı için şarttır.
Yeni doğmuş bir bebek düşünün. Karnı acıkıyor. Fakat bakıyor annesi çok yorulmuş, babası da yorgun çünkü o da işten gelmiş, kendisiyle uğraşmış ve birkaç dakikalığına da olsa koltuğa uzanmış. Diyelim ki çocuk, kendi itkileri olmayı bir kenara koysun ve şöyle desin kendi kendine “ şimdi hemen acıktım diye onları rahatsız etmenin anlamı yok. En iyisi ben de uyuyayım, onlar nasılsa bir ara beni beslerler.”
Yenidoğan çocuk görmüş insanlar bilir ki açlık, çocukların bu döneminde sarılık gibi hastalıklardan ölüme kadar ciddi riskler doğurabilir. Yani çocuğun bencil olmaması burada hayatını ortaya koymasını gerektirir ve hepimiz biliyoruz ki bizler hayatta kalmaya odaklı varlıklarız.
İşte bu yüzden yukarıda betimlediğimiz varyantın aksine çocuk, açlığı hissettiği an var gücüyle, insanın kulaklarını paralayacak bir tonda ağlamaya başlar. Böyle olmak zorundadır bebeğin hayatta kalması için. Dolayısıyla o noktada çocuk, “annem yoruldu mu, babamın hali var mı” gibi sorularla uğraşmaz. Zaten böyle sorular soracak zihinsel gelişmişliği de yoktur ama olsa da sormazdı. Çünkü onun için ortada bir ölüm kalım meselesi vardır.
Bu davranış biçimi, insan ergenlik evresine gelene kadar hemen hemen, devam eder. Çünkü yetişkinlerin dünyasında çocuğun kendine yaşam alanı açabilmesi için bunu yapması gerekir. Yetişkinler hasta olduklarında, kimseye bunu söyleme ya da belirti verme gereği duymaz, hastaneye giderler. Kendi başına hastanaye gidemeyen, böyle bir durumda nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilemeyen çocuk ise huysuzlanır, ağlar, halsizleşir ve kendini bırakır. Bu, onun çevresine benimle ilgilenin deme biçimidir.
Böyle demek durumundadır, çünkü kendisi, kendisiyle layıkıyla ilgilenememektedir.
Bu kendisiyle ilgilenememe, kendisine yetememe durumu yüzünden çocuklar, şartların uygunluğu, insanların uygunluğu, hayatın durumu gibi şeyleri değerlendirmez, salt kendilerine odaklı olarak yaşarlar. Kendilerini sık sık, çevreleriyle kıyaslarlar. Mesela, falancanın ondan daha iyi spor ayakkabıları varsa, bu çocuğun dikkatini çeker ve onun canını sıkar. Çünkü çocuk, ne o ayakakbıyı alacak kadar para kazanabilecektir, ne de ailesinin kendisine sağladıklarını değiştirebilecektir. Çocukken bizim hayat karşısında statümüz maruz kalandır. Biz iyi şartlara, kötü şartlara, verime verimsizliğe, iyiye kötüye maruz kalırız. İnsanın, çocuk veya yaşlı şu hayatta en hoşlanmadığı şeylerden biri maruz kalmaktır. Çünkü bu, insana aciz olduğunu, yetersiz olduğunu hissettirir. İşte bu yüzden çocuk salt kendine odaklanır. Çünkü maruz kaldığında, kendini korumak için yapabileceği en aktif şey budur. Aynı bir olumsuzluğa maruz kaldığımızda, yetişkinler olarak da nasıl önce kendi durumumuzu değerlendiriyorsak, düşünelim ki çocukken bunu standart bir yaşam biçimi olarak sürekli yapıyoruz.
Çocuk, böyle bir şey.
Peki yetişkin nedir?
Yetişkin ise bir çocuktan daha fazla yaptırım ve seçim hakkına ve gücüne sahip bireydir. Eski çocuk, artık, en azından hayati konularda kendi güvenliğini ve devamlılığını kendi başına sağlayabildiği için, odak noktası içeriden dışarıya döner. Böylece yetişkin birey, olayları, şahısları ve şeyleri, kendi ihtiyaçları dışında da değerlendirebilme, empati yapabilme, objektif olabilme gibi yeni beceriler kazanır. Çünkü artık, kendi kendisini kendi elleriyle güvene alabilmektedir. Kendisini güvene alan birey, daha merhametli, daha açık, daha yardımsever, daha dünyayı olduğu gibi görebilen ve kabullenebilen bir hal elde eder. Çünkü kişi, dışarıya daha az muhtaçtır.
Daha da önemlisi, artık hayatı büyük ölçüde kendi üzerinden yaşayan birey için, yaşamının sınırları çizilir, varlığının hatları belirginlik kazanır. Böylece kişi, kendi kapasitesinin çok üstünde alanlar elde edebilmek için ya daha fazla emek sarf etmesi ya da böyle bir mücadeleye girmek istemiyorsa mevcut alanının genişliğini kabul etmesi gerektiğini bilir.
Öte yandan dışa bağımlı bir birey olan çocuk için, hayat bundan daha streslidir. Çünkü bağlı olduğu kişilerin gelişmesi veya gerilemesine göre bir seyir izleyen çocuk için, destek hem zaman zaman olumsuz hem de olumlu bir durum niteliği kazanır. Bakıcılarının hayatta geriye gitmesi durumunda, kaldırabileceğinini altına düşen çocuk, aynı şekilde bakıcılarının hayatta büyük maddi manevi imkanlar elde etmesi ile de kendi başına sahip olamayacağı kadar büyük imkanlara ulaşır. Bu sebeple çocuklar hayatta, “ben bu konuda ne yapabilirim” sorusu ile değil “ bu konuda bana kim destek olabilir” sorusu ile iş görürler.
Peki bu süreç sorunsuz işler mi? Herkes çocukluk evresinden yetişkinlik evresine, sırf fatura ödemeye başladı veya evlendi, çocuk yaptı diye geçmiş sayılır mı? Hayır. Bu geçişin sağlanabilmesi için kişinin çocukluğu ile helalleşmesi gerekmektedir.
Helalleşme diyorum çünkü sanırım bu durumu ifade edebilecek en uygun kelime bu.
Yani, eğer kişi, kendini aciz ve dışa bağımlı hisettiği ve bir noktada veya öyle de olduğu dönemde, bu acziyetle temellenen veya temellendirdiği bazı acı olaylar yaşamış, ya da bazı olayları acı olarak kodlamışsa, bu “başa gelenler”le helalleşmesi, kendisini bu noktaya düşürdüğünü düşündüğü ailesi ile zihninde barış imzalaması gerekir.
Şayet bu yapılmazsa, kişinin bilinci olayların zaten çok geçmişte kaldığını kabul ederken, bilinç dışı nesnesi şaşmış intikam, rövanş ya da acziyetin yenilmesi senaryoları oluşturacak ve buna göre kişinin eylemlerini etkileyecektir.
Mesela annesi ve babası tarafından yeterince ilgi görmemiş ve bu ilgiye ihtiyaç duyan, çünkü henüz kendi kendisini sevmeyi, kendisiyle ilgilenmeyi bilmeyen çocuk büyüdüğünde, sosyal ortamını bu itkiyle düzenleyecektir. Yani hala ilgiyi dışarıdan bekleyecek, buna ihtiyacı varcasına davranacak, dışarı sinyalleri böyle gönderecektir. Örnekleri zihninizde çoğaltın.
Bu örnek üzerinden gidersek, kişinin ihmal edildiğini bugün kabul etmesi, bu ihmalin sebebinin anne-babasının – mesela- yoğun iş temposu olduğunu anlaması, bunun kendisini değersizleştirmediğini bilmesi gerekir. Anne-babayı affetmek, hatta neden böyle olduğunu anlamak, tamam. Esas şu “bu bizi değersiz kılmaz” noktasında sorun yaşıyoruz.
Bunu nasıl yapacağız, önümüzdeki yazıda anlatacağım.