Belki pamuklara sarılarak büyüdünüz. Belki de çocukluğunuzu zaten hatırlamayacak kadar büyüktünüz. İyi okullarda okudunuz, güzel kıyafetler giydiniz, değişik ülkelere gittiniz, keyifli arkadaşlarınız oldu, otomobil kullanmayı öğrendiniz, sevdiğiniz hobiler edindiniz. Peki bunları neden yaptınız? Hep daha iyiye ulaşmak için. Ulaştınız ya da ulaşamadınız. Ama bu süreç zarfında ne karşınıza çıkan derslerde, ne ailenizin öğretilerinde, ne de karşılaştığınız olaylarda kimse çıkıp da size “egonun kullanım amaç ve yerlerini” anlatmamıştı. İşin daha da kötüsü başkalarınınkine ayağınızın takılıp da sendeleyebileceğiniz konusunda da uyarmamıştı. Belki de öğrendikleriniz sadece psikoloji dersindeki Freud’çu yaklaşımların zarif açılımıyla sınırlı kalmıştı.

“Ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. Diğer bir ifadeyle bizim vicdanımızdır. İd ile süper egonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir.”

Ne yazık ki bazı mutluluklar, başkalarının mutsuzluklarına takılır. İşte egonun da kendini fark ettirdiği, insan bünyesine kanırta kanırta kabul ettirdiği hali de böyle başlar.

İlk ilişkimizi annemizle kurarız. Bu noktada ondan gördüğümüz ilgi de bizdeki ego kıpraşmalarının ta kendisidir. Aslında bu iki uçlu bir ego durumudur. Anne “benim çocuğum” olarak haz duyar, çocuk ise kendisine ilgi ve sevgi gösterisi içinde bulunan annenin ona hissettirdikleriyle paralel olarak kendini konumlar. Anlar ki, o sevilesi, değerli bir şeydir. Tabi her şeyde olduğu gibi kimisi bunu çok uçlarda yaşar, her tarafa sıçrar. Kimisi ortalama değerlerle, kendini ayakta tutabilecek kadar anlamlandırarak geçirir. İşte zaten egoların en can sıkıcı yanı da bu kadar ince bir ayara sahip olmalarından kaynaklanır. Ayarı kaçtı mı, başkalarının ayarlarına da sirayet edebilecek yetkiyi kendinde görür.

Mesela siz piyano çalarken;

Birinin gelip hiç piyano çalamaması ile sizden daha iyi piyano çalması arasında hissettikleriniz mutlaka farklı olacaktır. Aslında ikisi de aynı noktaya hizmet eder.Yani iyi duygular hissettiren de bir ego çıkarımıdır, kötü duygular hissettiren de… Bu duygu durumu yavaş yavaş toplumun beğenilerine hizmet etmeye başlar ve aslında asıl kıyamet de burada kopar.

Bir gün pembe hayallerle bir işe girersiniz. Evet yıllarca o günü beklemişsinizdir. Koltuğunuz, bilgisayarınız, dahili numaranız ve kartvizitiniz çoktan sizi beklemekteyken bir işle ilgili kurulabilecek tüm olasılıkları aklınızdan geçirirken bulursunuz kendinizi. Ne kadar maaş alacağınız, görevinizi ne şekilde yerine getireceğiniz, ne katacağınız, ne öğreneceğiniz…

Sonra zamanla birinin işinizi nasıl yapmanız gerektiğini öğretirken bulursunuz kendinizi… Bu sırada diğeri yanlış yaptığınızın altını da çiziyor olabilir. Bir başkası yıllarını bu işe vermiş olmanın ahkamını keserken, öteki neyi yapmamanız gerektiğini de tekrarlayabilir. Elbette aralarında doğru tezler olabilir. Ama aslında hepsi aynı neden için ordadır. “Daha iyisi için.” İşte iş hayatının böyle sakat bir yanı vardır. İnsanı bir işe yarıyor hissettirme, hak edilmiş ya da edilmemiş bir koltuğun gücünden yararlanarak hareket etme ve kartvizitten seslenme imkanı sunar. Bu da yetmezmiş gibi, tüm bu eylemleriyle de paralel olarak, bir şeyleri satın alma imkanı tanır. Sonunda ne olur? Bu bahsettiğimiz bir balon bile olsa içine basılan hava karşısında şişer ve yükselir. Yani egolar şişer de şişer. Daha güzel, daha zengin, daha statü sahibi olmak için bitmek tükenmek bilmeyen bir iştah kabarmıştır artık.

Bir de egolarla karşılaştığımız farklı bir platform vardır. Mesela birisini seversiniz. O sevdiğiniz dünyanın kendi etrafında döndüğüne öyle çok inanmıştır ki, sizi de farkında olmadan etrafında dönen onca şeyin arasına yerleştirmekten müthiş zevk almıştır.Siz ise onun size değer verdiğine veya sevdiğine inanırsınız. Çünkü bir şeye inanmak insanı rahatlatır ve hatta mutlu kılar. Ne zaman ki kendinizin, onun kendine kanıtlamaya çalıştığı bir “ben” ülkesi içinde ot bile olmadığınızı anlarsınız, işte o zaman herşey kılıç efektiyle daha da keskinleşir. Siz onun, kendini algılama ve hatta yüceltme sürecindeki iyileştirici etkenlerden başka bir şey değilsinizdir. Hatta tek başınıza sadece bir kadın veya erkeksinizdir. Bu yüzden sizi anlamlandırması, ancak yolu kendinden geçtiği takdirde mümkündür. Tek başınıza bir anlamınız yoktur. Ve işte bunlar yaralar insanı. İnancını sarsar, güvenini rendeler.

“Sen zaten kendini sevmeye çalıştığın sırada oradan geçmekte olan biriydim. Kendini daha çok sevebilmek için, başkasının sana olan duygularına ihtiyacın vardı. Ne garip ki ikimiz de sana hizmet ettik, sen bir efendi bense bir köle olarak…” gibi cümleleri gelir akla… Ama çoğu zaman nedense susulur. Çünkü egosu tavan yapmış bir insanı, oradan indirmek zordur.

İşte merkezden uzaklaşma ve çevresel, toplumsal merkezlere odaklanma sendromu insanı kendinden uzak bir kıyıya çıkarır. İşin kötüsü fırtınaların ve dalgaların hiç dinmediği bir kıyıdır orası… İnsanın gözünü öyle çok kör eder ki dalgaya bile “git değiş öyle gel” diyesi gelir insanın. Egolar, kendilerine uyum sağlayacak bir ergonomi ararlar dış dünyada. Bulabildikleri her parçayı da kendilerine köle haline getirirler. Bu belki bir insan olur, bazen bir obje…

Ve ne yazık ki bazılarımızın hayatı, başkalarının egoları ekseninde bir sağa bir sola çarparak o fırtınalı denizde savrularak geçer. Kimimiz köle rolünde bir törpü olur. Yuvarlar da durur karşısındakini ama deforme ettikçe gözünde eski cazibesini yitirir. Bazense egonun sertliğinden törpü kırılır. En yakın çöp kutusuna atılarak, intihar süsü verilir.

Evet, belki de pamuklara sarılarak büyümediniz veya hiç büyümeyeceksiniz ama tüm bu egosal çıkarımlara karşın, popüler hale gelen çeşit çeşit diyetlere bir yenisini daha eklemek, günümüz rahatsızlıklarından birinin önüne geçecek gibi görünüyor; “EGO DİYETİ”

Her yemekten önce ve sonra çekilecek birinci tekil açlıktan sonra kişide takılan “ben” butonu, eminim hızlı bir şekilde normal seyrine dönecektir.

Elçin Demiröz