İnsan psikolojisi açısından hayata baktığımızda, ortaya çıkan en önemli varsayımlardan biri şudur: her davranış ve eylem olumlu bir niyetle yapılmaktadır. Yani bir hedefe ilerlerken, hedefimizi sabote edecek davranışlarımızın dahi arkasında, o an ortaya çıkan bir problemi ortadan kaldırmaya yönelik bir amaç görülür. Fakat yine de, hedef sabote edilmiştir ve bu durumda kişinin aklında şöyle bir neden-sonuç ilişkisi kurulur: “elimden gelenin en iyisini yaptım fakat buna rağmen başarılı olamadım, demek ki ben başarısız/beceriksiz/yeteneksiz bir insanım.”

Orada duralım.

Bir eyleme geçmek için, ilk ihtiyaç duyduğumuz şey motivasyondur. Motivasyon eylemin neden gerçekleştirileceğine, gerçekleştirilmesinin artı ve eksilerine, gerçekleştirilmemesinin artı ve eksilerine, şartlara, kaynaklara, kendi hakkımızdaki düşünce ve gözlemlerimize, hedeflerimizin toplum tarafından kabulüne, desteklenmesine, kösteklenmesine kadar birçok şeyden etkilenir. Yine de bu kadar karmaşık bir ağ üzerine kurulu motivasyon güdümüzü genelde otomatik olarak şekillendiririz. Bu otomatik şekillendirme ise çevremizden gördüğümüzdür çoğunlukla.

“Okumazsan işsiz kalırsın”. 

“Evlenmezsen kız kurusu olursun.”

“Paran olmazsa kimse seni adam yerine koymaz.”

“İyi bir çocuk olmazsan sevilmezsin.”

İçinde bulunduğumuz toplumun, en sık kullandığı motivasyon biçimi, felaketle motive olmaktır.  Kişi kazanacakları ile değil, yetenekleri ve kapasitesi ile değil, kaybedecekleri ile korkutulur ve bu korku ile kamçılanır. Kişinin hedefinin önemini anlaması, o hedefin gerçekleşmemesi durumunda oluşacak felaket senaryolarıyla sağlanmaya çalışılır. Zamanla bu durum normalize edilirken, felaket senaryoları da gerçek kabul edilmeye başlanır.

Bir süre sonra (ergenlik ile iyice oturur bu durum), kişi önüne koyduğu hedeflerden korkmaya başlar. Örneğin, mimar olmak isteyen bir genç için üniversite sınavı aslında onu hedefine götürecek bir basamak iken, mimarlık ve üniversite sınavı korkutucu bölüm canavarlarına dönüşürler. Çünkü genelde gençlerin sınav ve meslek ile ilgili motivasyonları şudur: “eğer sınavı kazanamazsam hayatım biter, bir sene değil bir gün bile geç kalırsam hayatımın kontrolü ellerimden kayar. Sınavı kazansam bile üniversiteyi bitiremezsem mimar olamam. Mimar olamazsam basit bir lise mezunu olarak asgari maaşlı işte çalışırım, toplum tarafından kabul görmem, fakirlik çekerim. Hayatım biter.”

Aynı gence, şu soruyu sorduğumuzda hedef koymak konusundaki toplumsal vahamet de gözler önüne serilmiş olur:

“Peki, çok paran olsa, toplum tarafından kabul edilmiş biri olsan yine de mimar olmak ister miydin?”

Hayır aslında ben karikatür çizmekten keyif alıyorum.

Tanıdık geldi değil mi?

Şimdi tekrar başa dönelim ve tüm bu karmaşaya daha oturaklı bir çerçeve çizelim.

Hedef denilen kavram, insanın parça parça kendisini gerçekleştirmesiyle alakalıdır. Kişi ufacık hedefler belirler ve gerçekleştirirken dahi, kendi desenini ortaya çıkarmaktadır. “bugün evimi temizleyeceğim” hedefi dahi, sizin temiz ve düzenli olduğunuz desenini içinde taşır. Büyük küçük tüm hedefler bir araya geldiğinde ortaya siz çıkar. Dolayısıyla nasıl biri olmak istiyorsanız, hedefleriniz de ona göre şekillenmelidir. İlk motivasyon sorusu budur: “bu hedef beni ortaya koyacak mı?” Yani hedefiniz gerçekleşmediğinde ne olacağınız değildir önemli olan, gerçekleştiği takdirde sizi yansıtacak mıdır aslında soru budur.

Diğer tüm adımları – kaynaklar, yeterlilik, zaman, şartlar vs- bu adım belirler. Bu adımda olumlu motivasyona sahip kişi, içsel olarak sakin ve kendinden emin olacaktır. Zihnen sakin kişi, bu adımları da aklı selim bir şekilde değerlendirebilecektir. Fakat zihinsel olarak felaket senaryolarıyla cebelleşen bir kişi, aklını da verimli olarak kullanamayacak, içinde bulunduğu durumu sağlıklı ve geniş perspektiften değerlendiremeyecektir: çünkü korkmaktadır.

Ve hepimiz biliyoruz ki korku aklın katilidir.

Bu durumda kişi kendini birden büyük felaketlerin olduğu bir film içinde bulur. Her yandan engeller, canavarlar üstüne doğru gelmektedir; panikten takılıp düşer, kafa karışıklığından yanlış yola sapar, korkudan bir sonraki anı çıkaramazsa (hedef bazında) öleceğini düşünür. Böyle bir korku ile, hakikaten de koşmaya çalışır, yanlış yollara saparken bile elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaktadır. Böylece bir hedef için gereğinden fazla efor sarf ederek yorulurken, elde etmek için yola çıktığı şeye yaklaşamaz bile. Böylece başarısızlık hissi bir süre sonra kalıcı hale gelerek kişiyi hedef koymaktan çekinir hale getirir. Çünkü onun yaşadığı gerçeklikte hedefler gerçekleştirilmesi çok zor, gerçekleşmediği takdirde hayatı kangren haline getiren, yüzleşilmesi korkutucu olgulardır.

En zeki, en yapıcı, en yetenekli, en becerikli insan dahi korktuğunda yanlışa meyilli hale gelir. Bu konuyla ilgili yapılmış psikolojik bir çalışmayla yazımızı bitirelim.

Davranışçı Bilişsel Terapinin önde gelenlerinden Aaron T. Beck, anksiyete ve fobiler kitabında şöyle bir deneye yer vermektedir:

Yere bir kalas konulur ve insanlardan onun üstünde yürümesi istenir. İnsanlar gayet iyi bir biçimde yürürler. Daha sonra kalas biraz daha yukarı çıkarılır. İnsanlar yine yürürler ama daha yavaş. Yükseklik arttırılır, öyle ki düşülmesi durumunda kemik kırabilecek bir seviyeye gelir. Bu sefer, yürümek gibi basit bir eylemi, hem de bunu yıllardır yaparak otomatik hareket haline getirmiş insanlar kalasa çıkamazlar bile. Yürüyen azınlık ise çok küçük ve beceriksiz adımlarla, çok uzun sürede ve bayağı ter dökerek yolu tamamlarlar.

Şimdi bu insanlar yeteneksiz mi yoksa beceriksiz mi? Fizyolojik bir sorun yoksa yürümek beceri midir ki zaten?

Hayır, yalnızca hayatta kalma güdüsü ile eylemi gerçekleştirme komutu çakıştığı için eylem frenlenmektedir.

Hedeflerinize el freni çekik yürümeyin. El frenini indirmek için ise, felaketle değil, olumlu sonucun getirileriyle motive olun.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,