Danışanımla seanstayız…
Kendisi 3 ay önce, en büyük 50 şirketten birine genel müdür oldu.
Çok uğraştı bu pozisyonu elde edebilmek için. Hem işinde en üst seviyede başarıyı yakalamaya çalıştı (ve başardı), hem iyi bir lider olabilmek için uğraştı (ve tanıdığım en iyi liderlerden birine dönüştü çalışmamız içinde), hem de bu pozisyonu elde edebilmek için şirketin yönetim kuruluna kendini tanıtmaya ve onlarla iyi ilişkiler kurmaya yatırım yaptı. Bununla kalmadı, isminin hem sektörde, hem de iş dünyasında duyulması için gereken tüm doğru adımları gerçekleştirdi.
Sonunda da CEO’luk koltuğuna oturdu.
Görüşmemiz, danışanımın CEO olmasından sonraki belki de 3. seansımız. Pozisyonu aldığı ilk zamanlara göre çok farklı bir ruh halinde. Kutlama, parlak bir vizyon, gelecek için umut dolu resimler yaratma gitmiş, yerini ilgisini ve karar vermesini bekleyen binlerce konuyla nasıl başa çıkacağını bilememe, suyun altında kalma hissi, kendini sorgulama, endişe almış.
Ben endişelenmiyorum, çünkü her yeni genel müdür olan kişi, ortalama bu zamanlarda aynı duygulara ve endişelere kapılır. Kapılması lazım. Yoksa kendisinden beklenen görevi anlamamış demektir.
İçinde bulunduğu duygu durumunu araştırıyoruz birlikte. Dönüp de kendi içine, yaşadığı duygulara ve verdiği tepkilere dikkatlice bakarken birden gözleri parlıyor, ulaştığı içgörü ile:
“Biliyor musun Dost” diyor, “fark ediyorum ki ben tüm yaşamımı içimdeki bir eksiklik, yetersizlik hissini ortadan kaldırmak için yaşamışım. Sanıyordum ki genel müdür olunca bir gün bu his geçecek, sonunda yeterli olduğumu kendime kanıtlayacağım. Şimdi genel müdür oldum, ve hiç bu kadar yetersiz hissetmemiştim!”
Alan ve Temas
Geçen yazımda, orijinal travmamızdan, varoluşumuzun özünden nasıl koptuğumuzdan bahsetmiştik, ve demiştik ki “Sadece kendimizi fark ettiğimiz için ve kendiliğinden bir benlik tanımını içimizde göremediğimiz için kendimizi kısıtlıyor, daraltıyor, bize anne babamız, çevremiz tarafından verilen veya sunulan tanımlara tutunuyor ve bir “kısıtlı – sınırlı ben” yaratıyoruz”. Bu sınırların dışında kalan her şeyi de “ben değil, benim tanımım değil, benim yapacağım değil” yapıyoruz. Bu yaratılan tanımlar, ileride bizi kısıtlıyor, hapis ediyor, aşamadığımız sınırlara dönüşüyor. Özellikle de adı üzerinde yaratıldığı, birer kurgu olduğu için bize gerçekte kim olduğumuzu söyleyemiyor; varoluşsal kaygıya, acıya, boşluk ve anlamsızlık hissine dönüşüyor.
Ve demiştik ki bu travma için anne babanızın hata yapmasına gerek yok. Anne babamızın “hataları”, daha doğrusu kendilerine yaşatılanları bir sonraki kuşağa aktarmaları daha sonra geliyor.
Bir çok psikoloğun ve araştırmacının saptadığı gibi bir bebeğin sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve kendini destekleyecek, bütün, güvenli bir ego sistemi geliştirmesi için anne babasından ihtiyaç duyduğu bir kaç şey var.
En temelinde bunların birincisi kendini ve içinde bulunduğu dünyayı araştırabilmesi ve deneyiminden öğrenebilmesi için, yani kendisi olabilmesi için yeterince alan (space). Bu alan anne ve baba tarafından sağlanmadığında çocuğun hem iç dünyası, hem de dış dünyası olabildiğine geniş, açıklık ve ferahlık hissine sahip olmak yerine sıkışık, kısıtlı, dar hale geliyor ve çocuğun nefes almasını ve kendine kendi içinde ve dünyada yer bulabilmesini zor hale getiriyor.
İkincisi ise temas (contact). Yani çocuğun bu kendine verilen geniş alanda terk edilmiş ve yalnız başına da hissetmemesi gerekiyor. Ebeveynlerinin devamlı onunla temas halinde olduğunu bilmeye, kendini ve dış dünyayı araştırırken yalnız ve korumasız kalmadığını hissetmeye, ve o geniş alan içinde başkaları ile de birlikte olabileceğini öğrenmeye ihtiyacı var. Bu sağlanmadığında çocuk çok kolaylıkla terk edilmişlik hissine, kaygıya, yalnızlık duygusuna kapılabiliyor.
John Welwood, bu ikisine, yani alan ve temasın birlikteliğine sevgi diyor; yani:
Alan + Temas = Sevgi (Space + Contact = Love)
Eksik Benliğin Istırabı
Maalesef çoğu anne baba, kendileri bunu zamanında alamadıkları ve yetişkin olduktan sonra da bu konuda kendileri çalışmadıkları için bu çeşit bir sevgiyi, yani alan ve teması çocuklarına sağlama konusunda ehil değiller. Sonucunda da hem çocuğun alanını tamamen işgal ediyorlar, hem de bir yandan bu alanı işgal ederken, bir varlık olarak çocukla etkin bir temas kurmuyor, Martin Buber bahsettiği gibi çocukla “Ben – Sen” etkileşimi (iki ayrı özne arasındaki ilişki) yerine “Ben – O ” (karşı tarafı bir nesneye indirgemek) etkileşimi kuruyorlar. (Bunun nedenleri ve etkileri konusunda yazılmış bir çok güzel kitap, bir çok gelişim teorisi var, Alice Miller’in “Yetenekli Çocuğun Dramı”ndan tutun da John Bowly’nin “Bağlanma Kuramı”na kadar.)
Temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki bu eksikliğe maruz kalan çocuk, bunu ebeveynlerinin bir eksikliği olarak almak yerine kendisinin bir eksikliği olarak görüyor. Çünkü bu durumu anne babanın eksikliği olarak görecek zihinsel kapasitesi henüz gelişmemiş. Ayrıca görebilse bile bunu onu korumakla sorumlu olan kişilerin eksikliği olarak görmek, kendi eksikliği olarak görmekten çok daha korkutucu.
Her halükarda, çocuk bu eksikliği kendi üzerine alıyor ve bir “eksik benlik” kurguluyor: Ben eksiğim. Ben kötüyüm. Yetersizim. Yeterince değerli değilim. Bende eksik bir şeyler var. Onun için beklediğim, istediğim, ihtiyacım olduğu gibi sevilmiyorum. Tamamlanmam lazım. Düzelmem lazım. Sevilmeyi hak etmem lazım. Teması hak etmem lazım. Bana verilen kadarını hak ediyorum, daha fazlası için daha iyi olmam lazım.
Samsaranın Haritası
İşte bu ikisine, ilk varoluşsal travmamız ve sonradan geliştirdiğimiz eksik benliğe John Welwood Samsara’nın Haritası diyor: Yani çektiğimiz ıstırabın ana kaynağı.
Eksik benliğimizi tamamlamak için yaptığımız şeylere bir baksanıza. Daha çok başarmak, daha fazlası olmak, daha yüksek pozisyonlar elde etmek, daha fazla para, daha fazla güç sahibi olmak, daha güzel kadınlarla, daha yakışıklı erkeklerle birlikte olmak, daha, daha, daha… Bunlarda aslında problem yok, problem bunların peşinde koşarken ardındaki beklentimizde. Eksik benliğimi sonunda bir gün tam bir benlik yapacağım. Bunu elde edersem, bu olursam, bunu başarırsam, bununla birlikte olursam, ruh eşimi bulursam bir gün, sonunda tamamlanacağım. Yeterli hissedeceğim. Değerli hissedeceğim. Tam hissedeceğim.
Ancak bu mümkün değil. Eksik benliğinizi hiç bir zaman tam yapamazsınız. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi eksik benlik bir kurgu. Öyle bir şey, bir eksiklik, eksik benlik aslında sadece hayallerimizde, kendi tanımlarımızda, algımızda var. Bir delüzyon. Yanlış anlama. Cehalet. Aslında yok.
Olmayan bir şeyi nasıl tamamlayacaksınız? Dibi olmayan bir kovaya devamlı su dökerek nasıl doldurabilirsiniz? Elde ettiklerinizle geçici bir tatmin sağlasanız bile, yarın yine acıkacaksınız. Aynen benim danışanımın da olduğu gibi. Genel müdür olmak, başta mutluluk ve tatmin hissettirse de, sonunda yaptığı bir sonraki, ve şimdiye kadar yaptığı tüm işlerden daha zor bir işe dönüştü ve eksiklik ve açlık hissini daha da arttırdı.
İşin kötüsü “kişisel gelişim”, hatta “aydınlanma” çabamızın da güdüleyeni bu açlık, bu eksik benliğimiz. Bazılarımız hayatın içinde geçiremediğimiz açlığımızı ruhsal yollara girerek, “hayatın anlamı”nı arayarak, “içimizdeki tanrısallığı” keşfetmeye ve deneyimlemeye çalışarak geçirmeye çalışıyoruz bu sefer. Deli gibi meditasyon yapıyoruz, tefekkür ediyoruz, inzivalara katılıyoruz, ustalar arıyoruz, Hindistan’a, yoga kamplarına, dergahlara gidiyoruz, çırpınıyoruz bize vaad edilen o rahatlamaya, derinliğe, samadhi’ye, aydınlanmaya, nirvanaya, tevhide ulaşmak için. Ancak bunu yaparken de ardında eksik benlik, bir eksiği tamamlama motivasyonu olduğu için, devamlı “bu sefer ok mi? Yok yahu hala ok değil!” iç sohbeti zihnimizi kapladığı için ıstıraptan, varoluşsal acıdan, dukkhadan kurtulamıyoruz bir türlü. Meditasyonumuz geçici rahatlama ve gevşeme sağlasa bile sonrasında yeni gerginliklere, yeni hayal kırıklıklarına, yeni bulanıklılara yol açıyor.
Bedenin, kalbin ve zihnin halleri…
Bir yandan çok büyük bir açlığı gidermeye çabalayarak yaşarken bir yandan da içinizde bir yerlerde o açlığın hiç bir zaman gideremeyeceğinizi hissediyorsanız, ne olur? Bedeninizde ne olur? Kalbiniz ne durumda olur? Zihniniz ne hale girer?
İşte bu yüzden bedenlerimiz devamlı gerilim içinde. Açlığımızı gidermek için giriştiğimiz çabaların, altına girdiğimiz büyük yüklerin, kendimizi içine attığımız içinden çıkılmaz durumların gerilimi yetmezmiş gibi, bir yandan da o açlığın hiç bir şekilde geçmeyeceğinin endişesi bedenimizi gergin, huzursuz, kendinden ve bilgeliğinden kopuk bir duruma hapis ediyor.
İşte bu yüzden kalbimiz yoğun ve başa çıkılması zor duyguların boyunduruğu altında, korkuyla ve hayal kırıklığı ile büzüşmüş, içine çekilmiş, kapanmış. Geçmişin sindirilmemiş hayal kırıklıkları, üzüntüleri, pişmanlıkları; ve gelecekle ilgili endişeler, korkular, ihtiraslar, kalbimizi katılaştırmış ve karartmış, kendilerinin esiri yapmış durumda. Bu durumda bir daha hayal kırıklığı uğramamak için kalbini hem dışarıya, hem de içeriden gelecek ve bize bilge haberler verecek hislerimize kapamak, çok mantıklı bir strateji gibi geliyor.
İşte bu yüzden zihinlerimiz devamlı geçmişin hesabını ve geleceğin stratejini yapmanın peşindeki düşüncelerin karanlık bulutlarının altında, bulanık, kasvetli, kopuk. Zihnimizde devamlı tekrar eden düşünceler, boş korkular, pişmanlık, endişe, öfke ve haset içeren düşünceler, büyük arzularla ve o arzulara nasıl ulaşabileceğimizle ilgili stratejilerle, yani büyük bir mental aktivite ile yaşıyoruz. Ve bu düşüncelerin, mental aktivitenin kalabalığı kendi zihnimizde bize bile yer bırakmıyor.
Cehaletten Çıkış
Bu üçüne, gerginlik bedeni, duygu bedeni ve mental bedenin birlikteliğine Budist gelenekte Karmik Beden diyorlar. Buna biz eksik benlik bedeni, travma bedeni, yanlış anlama bedeni, cehalet bedeni de diyebilirdik. Gördüğünüz gibi problem sadece bir iki tane yanlış anlamadan, kendini, olanı olduğu gibi görememekten, cehaletten kaynaklanıyor. Kendini olmadığın bir şey sanmaktan kaynaklanıyor.
Bu cehalet ve yanlış anlama, yani orijinal travmamız ve eksik benlik, yaratıldıkları yaşta yapabileceğimiz en iyi şeydi. Ama bugün artık yeni bir şeyler yapmanın, bu yanlış anlamanın dışına çıkmanın zamanı gelmiştir belki, ne dersiniz?
Belki de bedenimizdeki gerginliği gevşetmenin bir yolunu bulup da bedenle güçlü bir ilişki kurabilir, bilge bedenin içine yaşamaya, yani duyularının tam farkındalığı ile yaşamaya başlayabiliriz.
Belki de kalbimizi kaplayan ve geçmişin hayal kırıklıklarından ve hazmedilmemişliklerinden kaynaklanan duygulara bilgelikle bakabilir, anlayabilir, ve onların kendiliklerinden sindirilmesine alan açabiliriz. Belki de bu şekilde kalbimizi hem kendimize, hem de olan her şeye açabilir, hislerimizin farkında, bilgece yaşamaya başlayabiliriz.
Belki de bu sayede zihnimiz sakinleşir, durulaşır, devamlı gelip geçen yoğun düşüncelerin, endişelerin, pişmanlıkların peşinden gitmeyi, onlara tutunmayı bırakırız. Böylelikle zihnimizin berrak, sınırsız, gökyüzü doğasına uyanır, bu sayede düşüncelerin değil, farkındalığın içinde yaşamaya başlayabiliriz.
Bu sayede Bilgelik Bedeni, yani duyu bedeni, his bedeni ve farkındalık bedeni bütünlüğü içinde yaşamaya adım atabiliriz. Üstelik karmak beden ve bilgelik bedeni bir ve aynı, aynı ustaların dediklerine göre.
Bu konuda yazmaya konuşmaya devam edeceğiz. Öte yandan bunun üzerinde daha doğrudan çalışmak isterseniz, Güçlü Beden – Berrak Zihin – Açık Kalp Programı, bu yolda adım atmaya başlamak amacını taşıyor. Bu programda neler yapacağımızı incelemek için tıklayınız.