Ne klişe bir uyarı değil mi? Her yerde yazıyorlar artık: “çoğu su, biraz da şekerden ibaret, araba koltuğu uyarısı gibi otomatik bipleyen bu organa, gereğinden fazla pay vermeyin.”

O an düşününce, biz de mantıklı buluyoruz bu ikazı, hatta beynimizin boşuna “bip”lediği birçok olay da hatırımıza geliyor. Fakat yine de bu yazıların başından kalktığımız an, sanki hiç okumamış ve hak vermemişiz gibi, değil beyni dinlememek, kölesi olmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Çünkü özellikle bu coğrafyada, içten içe kendi kafamızın içindeki sesten başka hiçbir şeye güven duymuyoruz.

Çocuklukta oturan güven duygusunun en önemli basamağı dinlenmek ve anlaşılmaktır. Bir insanın, ister 3 yaşında olsun ister 70, bize güvenebilmesi bizim onu ne kadar kaliteli dinlediğimize, anladığımıza ve buna göre onun sıkıntısına isabetli yanıt verebildiğimize bağlıdır.

Sanıyorum aramızda küçüklüğünde “filanca yerim ağrıyordu, aileme söyledim ama inanmadılar; sonra doktora gittik ve gerçekten de rahatsız olduğum anlaşıldı” minvalinde anıları olmayan yoktur. İşte bu, kişinin iç sesinin dışarıda karşılık bulamaması, geçiştirilmesi ve nihayetinde onun haklı çıkması, bizi yetişkinliğimizde de tam anlamıyla insanlara güvenmekten alı koyuyor kimi zaman.
Bu sefer stres veya kaygı anlarında, içeride yükselen “bip”leri, dışarıdakiler her ne kadar kaygılanacak bir şey olmadığına ikna etmeye çalışsa da – ve çoğunlukla haklı da olsalar- iç ses hemen şunu fısıldıyor: “daha önce de böyle olmuştu ve biz haklı çıkmıştık.”

İç ses haklı. Ama ancak eski bir haber kadar.
Bugün ise uyarısı lüzumsuz, çünkü biz artık dünkü çocuk değiliz. Sorun olabilecek bir durum olduğunda, şartları değerlendirebilecek, örneğin kendimizi doktora götürebilecek kadar, yetkiniz artık. Anlaşılamazsa zarar görebilecek bir bebek kadar hassas, kırılgan ve muhtaç olduğumuz günler geride kaldı. O fısıltının hala bugün anlaşılma isteği duymasının nedeni, aslında bir yetişkin olarak, ne olursa olsun çocukluğumuzdan çok daha güçlü olduğumuzu, bugün bilincimizde idrak edip, tasdiklemeyişimizden.
Hala eski kalıplarla düşünüyor, anlaşılmamızın çok önemli olduğunu hissediyoruz. Elbette önemli, ama daha çok insanlar arası iletişimin kalitesi açısından, bizim sağlığımız veya var oluşumuzla alakalı, kritik bir rolü yok anlaşılmanın. Anlaşılmazsak da hayatta kalırız. 

Eğer bu gerçeği, yani yetişkin bir insan olarak başka insanlarca anlaşılamamanın, yalnızca can sıkıcı olabileceği, ama ne duygusal ne de fiziksel olarak ölümcül veya kriz bir durum olmadığını, yetişkin bilincimizle idrak edebilir, bilincimizi bu fikre alıştırabilirsek, hayır “bip” susmaz. Bip sahiden de kemeri takılmamış araba koltuğu ya da kapağı açık kalmış bir buzdolabı bipi gibi, otomatik uyarı sistemi. Ama nasıl buzdolabının kapısı açık kalınca strese girmiyor, “bu kadar biplemesi normal değil, kesin çok acil bir durum oldu” demiyor, onunla birlikte havaya girmiyorsak, hatta içimizden ” tamam tamam geldim, amma bağırdın!” diyorsak kayıtsızca, aynı şekilde kendi beynimizin uyarılarını da sakince ele alabiliriz.
Ve sakin kaldığımızda, işte o zaman dedikleri gibi, beynimizi daha az dinleyebilir, gerektiği zaman gerektiği kadar değerlendirebilir, uygun adımları attıktan sonra meseleyi kafamızdan uzaklaştırıp, hayatımızı yaşamaya devam edebiliriz.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,