Şu aralar “deli”liğe takmış durumdayım. Bu yaşıma kadar tanıdığım, bildiğim, filmlerde izlediğim, kitaplarda okuduğum “deli” leri ve “delilik” halini düşünüyorum günlerdir. Ve aklımda sürekli bir soru; Kimdir gerçekten “deli”?
Sözlüklerde “deli”nin anlamına baktığımızda, “Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun” açıklamasını görüyoruz. Bir de mecaz anlamları var; “Davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgın”, “Aşırı derecede düşkün”, “Coşkun, azgın”
Güzel Türkçemizde, “deli” ve “delilik” haline ilişkin birçok deyim, atasözü, birleşik söz var. Çoğunu günlük hayatımızda sıkça kullanıyoruz.
“Akıllı” nın anlamıysa, “Gerçeği iyi gören ve ona göre davranan” olarak açıklanıyor.

Şu açıklamalar bile durumu açıkça ortaya koyuyor aslında. Uzun, uzun kanıtlar aramaya gerek yok.“Akıllı” olmanın ne kadar sıkıcı ve tatsız olduğu açıklamasından belli. Gerçeğin esaretinde bir hayat, şu üç günlük ömürde “akıl kârımı” yani.)
Bugünlerde “deli”lerin sayısı mı arttı, yoksa ben “deliliğe” taktım da algıda seçicilik durumu mu yaşıyorum bilmem ama her yerde onlarla karşılaşıyorum. Geçenlerde dolmuşla kısa mesafeli bir yolculuğumda rastladığım yirmili yaşlarında, güzelce ve temiz giyimli bir kız meselâ. Hiç durmadan konuşuyordu, daha doğrusu küfrediyordu. Bir an göz göze geldik,” eyvah, şimdi de bana küfredecek” derken gülümsedi ve başını çevirdi, kısa bir süre sustu, sonra küfretmeye devam etti. Ben indiğimde peşimden indi, hızlı adımlarla sokağa daldı ve sesini herkese duyurmak için herhalde, bağırarak küfretmeye devam etti. Samimi olup söyleyin, böyle avaz, avaz küfretmeyi, hadi terbiyeli olalım, canınızı sıkanlara ulu orta bağırabilmeyi hiç mi istemediniz? Ben istedim, ama “akıllı” olduğum için yapamadım.
Birkaç gün sonra işyerimin camından dışarıya bakarken fark ettiğim “deli” ise yaşlıca bir kadındı, köy kökenli olduğu belliydi, sesi çıkmıyordu ama hareketleri tuhaftı. Trafik ışıklarının yanındaki kaldırımda oturdu ve arabalar önünde durdukça, hışımla yerinden kalkıp sürücülerine tükürdü. Bu böyle saatlerce devam etti, ben de camdan gidip, gelip izledim, en son baktığımda gitmişti. Herhalde arabalar canını yakmıştı ki onlara duyduğu öfkeyle böyle davranıyordu. Başka hiçbirşey dikkatini çekmedi tüm o saatler boyunca. Ve tükürürken aldığı keyfi fark etmemek mümkün değildi.
Hiç unutamadığım iki “deli” anım daha var. İlki, iki yıl kadar önce İstanbul’un en kalabalık meydanlarından birinde rastladığım “deli”. Hırpani kılıklı, orta yaşlarında bir adamdı, ellerini birbirine sıkıca birleştirmiş, akşam iş dönüşü kalabalığının ortasında durmuş, bağırıyordu önünden geçen insanlara. “Elini tut, elini tut!”, “öp onu, öpsene!” diye. Tek başına yürüyenlere değildi çağrısı. Yanında eşi, sevgilisi, çocuğu, arkadaşı olan ikili veya daha kalabalık yürüyenlere sesleniyordu. Öyle tutkuyla ve gayretle yapıyordu ki “işini”, benim gibi etkilenip duruyordu insanlar. Kısa bir an izleyip, yüzlerinde acımayla karışık bir yarım gülümseyişle, başlarını “yazık, zavallı adam” der gibi sallayıp devam ediyorlardı telâşlı yürüyüşlerine. Yalnızca iki genç sevgili çağrısına uyup yanına gittiler. Oğlan kızın yanağına bir öpücük kondurdu, yan gözle “deli”ye bakarken, “Ben elini zaten tutuyorum, bak” diyerek, birbirine kenetli ellerini gösterdi. Kıkırdayarak ve koşarak uzaklaştılar sonra. Onlar giderken sevinçle yerinde zıplayarak izledi bir süre, sonra sanki daha da coşkuyla devam etti bağırmaya. “Elini tut!, Öp, öpsene!” Oradan uzaklaşırken nasıl bir hayatın onu bu hale getirdiğini düşündüm ve “ Bu akşam, meydanın kalabalığından birkaç kişi bile sevdikleriyle buluştuğunda bir “delilik” yapıp sevgilerini göstermişse “deli” boşuna çabalamamış olacak” diye geçirdim içimden.

Unutamadığım diğer “deli” çocukluğumun en ilginç anılarından. Ortaokulun son günlerinde, okul dönüşü bir arkadaşımla parkta otururken rastladık ona. Yanımızdaki bankta sonradan ablası olduğunu öğrendiğimiz bir kadınla, elleri dizlerinde, küçük bir çocuk gibi oturuyordu. Otuz yaşlarında gösteriyordu halbuki. Çok zayıftı, iri yemyeşil gözlerinde tuhaf bir ışıltı vardı. Bir süre sonra ayağa kalkıp, bankın üstüne çıktı ve konuşmaya başladı. Ablası oturtmaya çalıştı ama direndi, o da sonunda vazgeçti . Parktaki birkaç kişi başına toplandık. Yaklaşık bir saat o anlattı -anlattıklarını “deli saçması” bulanlar ayrıldı- ben ve arkadaşım dinledik. Ben uzaya, bilimkurguya, dinlere meraklı, okuyan, araştıran bir çocuktum. O gün orada dinlediklerim bu konularla ilgiliydi. Kopuk, kopuk ve daldan dala atlayarak anlatsa da söyledikleri çok ilginçti. Uzaylıların aramızda olduğunu, robotların dünyayı ele geçireceğini, yaptığımız her şeyi izlediklerini, bir göktaşını dünyaya çarpsın diye bize yönlendirdiklerini içeren bir kıyamet senaryosuydu anlattıkları. Yıllar geçti ve o gün orada dinlediğim her konunun filmi yapıldı, kitapları yazıldı. Ben her defasında o tuhaf ışıltılı gözleriyle, bankın üstündeki çocukluğumun “deli” sini hatırladım.
Şimdi, tekrar sormak istiyorum,”Kimdir gerçekten deli?”
İnsanlar toplu halde yaşamaya başladığı zaman, birlikte yaşamanın getirebileceği sorunları önlemek için, birtakım kurallar koymuşlar. İnsanlık tarihi boyunca yaşadıkları coğrafyaya ve geçirdikleri “evrim” e paralel olarak bu kurallar çeşitlenmiş, çoğalmış. İlk insan topluluğundan bugüne, ihtiyaca ve duruma göre değişen binlerce kural insan hayatını çerçevelemiş, kuşatmış. İçinde yaşadığı toplumun kurallarına, örfüne, geleneklerine, düşünce biçimine aykırı davranan “deli” damgasını yemiş. Peki, bu kuralların, geleneklerin insanın yeryüzündeki serüvenindeki asıl rolünün ne olması akla yatkın ?:)) İnsanın ihtiyaçlarının en iyi şekilde karşılandığı mutlu bir yaşam değil mi?
Geldiğimiz noktaya bakın. Bunca kural, kanun, örf, geleneğe rağmen, savaşlar, kıyımlar, açlık sınırında yaşayan milyonlar, acımasızca ve duyarsızca kirletilen doğa, mutsuz, umutsuz insanlar.Tekrar soruyorum; Kim deli?
Kurallar koyan ve kendi kurallarının en doğrusu olduğuna inanıp, herkesi de inandırmaya çalışan, bunun için en insanlık dışı yolları bile mubah görenler ve bu olanlara seyirci olmaktan başka bir şey yapmayanlar mı; yoksa kuralları iplemeyen “deli” ler mi?
“Ne yani, kurallar olmadan mı yaşayalım, mümkün mü böyle bir şey? Saçmaladın iyice.” dediğinizi duyar gibiyim. Demiyorum tabii ki. İnsanoğlunun yüzyıllardır kafa patlattığı, uğraştığı bu derin ve engin deryada iki laf edip, “bu budur, böyle biline” diyecek halim yok haliyle. Ama “akıllı” geçinen bu kalabalıktan da sıtkım sıyrıldı artık kardeşim! Kendi aklımdan da sıkıldım, buradan bu vesileyle cümle aleme ilan ediyorum.
Aklımı en azından bir süre tatile göndermek istiyorum. Yakamı bıraksın, “bu doğru, bu yanlış” deyip beni sinir etmesin istiyorum. “Akıl yaşamı sıkıcı hale getirir. İnsanı mutsuz eden aklıdır” diyen Erasmus’a inanmak ve herkesi inandırmak istiyorum. Benim için,“Delidir ne yapsa yeridir” desinler istiyorum.
“Sen zaten sıyırmışsın, olmuş yani” diyenlere de söyleyeceğim şudur;” Bu yazıyı buraya kadar okudunsa sende de potansiyel var canım kardeşim”
Ben son sözleri severim. Bu yazının son sözü de aşağıdaki şiir olsun:
Bir taş attım kuyuya
Akıllılar çıkarsın
Ben sıkıldım aklımdan
İsteyen gelsin alsın.