Bu yazı aslında bir mektup niyetine başladı. Kime yazdığım bu yazının konusu değil zira kendisi okuduğunda, ki okuyacak eminim, bu mektubun kendisi için olduğunu anlayacak. Çünkü Ruh’ların, dinleyebilenler için, böylesi bir iletişimi vardır.
Bu mektup aslında yazdığım kişiye hitap da etmiyor; daha ziyade ona bir “kendimi keşif” deneyimi aktarıyorum. Yazımın konusu ise, Kanser Hastası Yakınları Paylaşım Grubu sohbetlerim ile kanserli hastalarla yaptığım reiki çalışmalarının bana düşündürdükleri ve hissettirdikleridir.
Burada herhangi doğru ya da yanlış Arayış’ım yok: Lakin farkına varmadan ve aslında hedefim bile olmadan İnsan olmaya ne kadar yaklaştığımın derinliği var.
Kendini keşif tuhaf bir deneyim çünkü Keşif için önce Yol’a çıkmak ve belli bir Rota’yı izlemek lazım. Oysa ben Yol’a çıkmaya niyetli ve hazır iken, bana Rota’yı gösterecek bir Usta’ya razı değildim. O sebepledir ki Yol’um fiziksel ve ruhsal yaralarla doludur. Çünkü Arayış insanın içinde sönmeyen bir ateş olduğunda ve Bilgi’de bu ateş karşısında insafa geldiğinde, tıpkı bir maden cevherinin ateşte eriyip şekillenmesi gibi, İnsan’da Yol’unda yana yana yeni şeklini kazanıyor.
Bazen, belki de yaralarımın çokluğundandır, kendi örselenmişliklerim yerine başkalarınınkileri seyrettim. Öyle yoğundu ki onlar, sonunda hem kendime, hem de başkalarına ayna oldum. İşte bu mektup aslında öylesi deneyimler sonunda seyredişin kendisi olmanın öyküsüdür.
Değil mi ki ancak, seyredilmek, seyretmek ve seyredişin kendi olarak Yol’da ilerleyebiliyoruz?
Yol demişken… Kanser ilginç bir hastalık; hem hastayı hem de yakınını adeta hayatlarının en cengaver savaşına davet ediyor. Öyle bir yüzleşme ki, ne hasta ne de yakınları bu deneyimi asla unutmuyor. Dahası derinlerde sessizce bekleyen herhangi korku veya kaygı gibi olumsuz bir duygu varsa onu keskince ortaya çıkardığı veya derinleştirdiği gibi, tam tersi cesaret, korkusuzluk veya çılgınlık gibi nispeten olumlu sayılabilecek duyguları da beraberinde getirebiliyor.
Kanser ayrıca herkesin “bana olmaz” dediği bir hastalık. O kadar uzak ki günlük algımızdan, bize veya sevdiklerimize ne kadar yakın olabileceğini tahmin bile edemiyoruz. Aynı zamanda tedavi açısından en pahalı ve kazanç acısından da en fazla para kazandıran sağlık sektörlerinden biri. Bu yüzyılın özeti olabilecek bir hastalık kanser ve tabiri caizse, adeta emperyalist ruhumuzu apaçık ortaya çıkarıyor… O sebeple, bizlerin kanserle, yani kendi kendimizi yok eden tarafımızla yüzleşme zamanımızdır bugünler!
Bu arada ifade etmeliyim ki pek çok hastane de inanılmaz tekniklerde tedaviler var. Kimi hastane palyatif bakıma; yani hasta kadar hasta yakınlarına da psikolojik destek verme, çalışmasına başlamış. Ben bu hastanelerden birinin son derece ileri görüşlü ve yeniliklere açık genel müdürünün desteği ile Kanser Hastaları Yakınları Paylaşım Grubunu gerçekleştirmeye başladım. İşin içine girdikçe ve araştırmalara daldıkça gördüm ki, kanser tedavisinde kullanılmak üzere hayal ötesi cihazlar geliştirilmiş. Lakin sağlıklı olmak için geliştirilmiş olan her makine bana, Arayış’ı kendinden çok uzaklarda deneyimleme çabasına giren insanları hatırlatmaya devam ediyor. Çünkü her cihaz, kanımca insanı daha da birimlerine ve kısımlarına ayırarak, onu farkındalığı veya kontrolü dışında, kendi fiziksel-zihinsel-ruhsal bütünlüğünden ayırıyor.
Fiziksel-zihinsel-ruhsal bütünlük…
Psikoloji yüksek lisansı yapmış biri olarak kesinlikle söyleyebilirim ki çoğu psikologlar, bilişsel, gelişim, davranışsal, vs teorilerin ardına sığınarak insanı tanımlamaya çalışırlar. Adete onu bütünleştirmek yerine, yeniden parçalara ayırırlar. Doğu ve Batı kültürlerini yakınen tanımış biri olarak ifade edebilirim ki, Batı’da tıp doktorları sadece bedene odaklanmıştır ve her ne hikmetse, üç beş dokunuş veya nefes alış-veriş dinleme ile hastalık denilen şeyi çözmeye çalışırlar. Pek çok kültür ve dini irdelemiş biri olarak diyebilirim ki, din adamları ya bu dünyadan çoktan vazgeçmişlerdir, ya da diğer insanları vazgeçirmeye uğraşırlar. Bu sebeple de insanları vaat edilmiş cennet-cehennem için kendi gerçekliğinden ayırıp düşler dünyasında yaşatırlar.
Bir sürü saçma sapan teknik ki onlardan biri de NLP’dir, düşünce değiştiği zaman duygunun da değişeceğini iddia eder. Dahası NLP’ci mucizevi sayılabilecek bir şekilde bu değişimin üç beş günde yapılabilir olduğunu kanıtlamaya uğraşır. Parası sokağa atılacak kadar çok veya çaresizliğin dibine vurmuş olan insanlar da sanırlar ki, düşünce öyle bir silkinişte kaybolur, olumsuz duygu da beraberinde gider…
De ki senden atıldı o düşünce ve sebep olduğu duygu, ya yerine ne gelecek? Öyle ya, her boşluk mutlaka başka bir şey ile dolacak; evrensel olan bu…
Ve sorsam, duygu mu düşünceyi doğurur, düşünce mi duyguyu diye… Ne cevap verirsiniz? Bu soru daha ziyade yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkara benzer. Her ikisi de doğrudur. O sebeple sadece düşünceyi değiştirmekle iş bitmez. Çünkü herhangi düşünce gider, yerine benzer duygulanımı sağlayacak başka bir düşünce gelir!
Neden benzer duygulanım olmak durumundadır, diye sorabilirsiniz elbette. Deneyimlerim sonunda şöyle ifade edebilirim: Duygular insan bedeninde kimyasallar oluştururlar ve insan bu bedensel kimyasallarına bağımlıdır. Ağlarken akıttığımız gözyaşı ile gülerken akanın daha farklı tada, yani kimyasala, sahip olduğunu biliyor muydunuz? İşte insan, normal diye kabul ettiği herhangi kimyasal duruma, örneğin gerginlik, sinirlilik, melankoli, vs, bağımlıdır. Anne karnında başlayan bu normali kabul ediş, hayat boyu farklı düşünceler tarafından tetiklense de, aynı kalır. Maalesef.
Şimdi ise, değişim, mümkün mü diye sorabilirsiniz. Maya ve mayanın işlenmesi (sperm-yumurta ve anne karnındaki kimyasal beslenme) bir ağacın köklerine benzer: tohum ve toprak gibi. Bizler bu köklerin meyvelerini veririz. Soru şu olabilir: Kök üzerinde iyileşme yapılabilir mi? Bu denli bir büyük bir dönüşüm gerçekten mümkün mü?
Eh, tohum değişmeyeceğine göre, toprak üzerinde çalışılabilir belki… Ve evet, neden olması? Lakin belli ki, üç-beş günde böylesi bir dönüşüm yaşamak mümkün değil. Sanırım bu sebeple ben yara-berelerle doluyum. Ve belki de ancak örselenmişlikler insanı yaka yaka, onu adi madenden Altın’a dönüştürüyor. Ve belki de ben o sebeple iyi bir madenci olmayı istedim; en başta kendi kimyamı iyileştirmek için! Değil mi ki kan, içindeki demiri (ya da tohum içinde geliştiği toprağı) sağlamsa kan…
Buraya kadar; deneyimlerin sonunda elde ettiğim fikri paylaşmak gerekirse, beden-zihin-ruh bütünlüğünün her daim hedeflenilmiş olması ve her duygu-düşünce ve eylemin de bu yönde niyetlenilmesi ve gerçekleştirilmesi elzem görünüyor.
Şifa deneyimlerimi paylaşmadan önce ifade etmeliyim ki şifa, öncelikle insanın kendisini iyileştirmesiyle başlıyor. Yani söküğünü dikemeyen terzi kavramı burada işlemiyor. Sonrasında sevgili Hipokrat’ın primum non nocere sözü doğru olsa da, şifa verilecek kimsenin gücü onun elinden alınmadan; yani o kişi şifa verene bağımlı kılınmadan ve tam tersi özgürleştirilerek, şifa çalışması yapılmalı; yoksa bu işe insanı köleleştirmek denilir ki, modern tıbbın, kendini guru ilan etmiş olanların veya ilaç endüstrisinin hedefi budur. Belki son olarak şifa ancak isteyene verilebilir denebilir çünkü öyle insanlar vardır ki, siz ne yaparsanız yapın, iyileşmek istemezler.
Deneyimlerime gelince; çalışmalarımda gördüm ki, insanı en fazla yiyip bitiren şeyler kendinin farkında olamamak, kendini olduğu gibi kabul edememek ve sahip olma güdüsü ki özellikle sahip olmama-olamamanın yarattığı korku, kaygı endişe gibi olumsuz duygular insanların kendilerine bahşedilmiş kaynakları olumlu yönde değerlendirememelerine sebep oluyor. Çünkü illa ki verilmiş olanlarla enerjiler üreteceğiz. O enerjiler iyi de olabilir, kötü de. Seçim denilen şey burada başlıyor ve bitiyor. Eğer Yaratan bizi yarattıysa, bu Yaratılış’a katkı sağlamamız içindir, yaratılmışı; özellikle de kendi kendimizi, yok etmek için değil. İşte bu noktada kanserin bize gösterdiği ders herhalde bize kendi kendimizi nasıl yok edebileceğimizdir. Bu arada sahip olma tutkusunun üzerinde özellikle durmak istiyorum çünkü aslında hiçbir şeye sahip olmak mümkün değil. Çünkü geçiciliğin hayattaki tek gerçek olduğundan hareket edersek, sahiplikte öylesi bir geçicilik: -Miş gibi görünen bir kendi kendini aldatma perdesi. Yani insan para, ün, moda, statü, seks, ne derseniz deyin, sadece geçici olan şeylere sahip olma çabası içinde debelenip duruyor. Hep benim olsun, en iyisi bana olsun bencilliğine doğru yükselen bu sahip olma güdüsü beraberinde sahip olmama fikriyle birlikte sürekliliği olan pek çok korku, kaygı, endişe, kıskançlık vs gibi olumsuz duyguyu; ya da enerjiyi, üretiyor. Bu sebeple de etrafımızda her an kaygılı yüzler, endişeli davranışlar, boşa harcanan enerjiler, başlayıp biten ilişkiler, seks odaklı yaklaşımlar ki salt seks de sadece bir enerji boşalımı, sürekli alma telaşı, herkesten kaçma eğilimi, borçlar, kıskançlıklar, vs görüyoruz.
Oysa “biz insana zulüm etmeyiz, insan kendi kendine zulüm eder” derken Kur’an-ı Kerim bize basit bir gerçeği yine son derece basit kelimelerle ifade ediyor. Ve çünkü insan; dışarıda aramasına gerek olmadan, aslında kendisine lüzumlu olan her şeye sahip zaten! İnsanın tek yapması gereken, doğumla kendisine bahşedilmiş olan cevheri (ya da kaynakları veya tohumu) iyi değerlendirmek… Tabiri caizse, iyi bir madenci olmayı öğrenmek!
Eğer formüle edersek şöyle olabilirdi:
Kaynaklar+Doğru (nefes+yemek+duygu+düşünce+eylem)= Yaratıcı Sonuç
Şifa denilen deneyimi yaşarken, hastaların alınlarında acı gördüm, dudaklarının iki yanından aşağı doğru sarkan derin çizgilerde küskünlük gördüm. Bazılarının bedenleri etrafındaki enerjiler o kadar düşüktü ki, içimden kendi enerjimi sunmak geçti. Bazılarında hayatı içine alamamanın ciğerlerine verdiği zararı gördüm, diğerlerinde sindirememenin mide ve bağırsaklarına verdiği sıkıntıyı hissettim. Sanki onların yaşantıları önümden aktı geçti; anneye kızgınlık, eşe öfke, babaya nefret, konuşulmamışlıklar, ifade edilmemiş yüzlerce duygu… Ve elbette duyguların doğurduğu düşünceler… Aralarında öyle insanlar vardı ki onlar, duygu ile düşünceyi birbirinden ayıramıyorlardı.
Her bir şifa çalışmasında hayatın kısalığı ve ama anlamlılığı beni derinden sarstı. Anlam yüklediğimizden öte değildi lakin çoğu insan anlamın kıyısından bile geçemiyordu: Farkındalık ne kadar kolay ve bir o kadar da zordu insan için…
Dedim ya, şifalarken şifalandım diye. Çok şey öğrendim bu süreçte. En çokta, vermenin gönülden olanını sevdim. Karşılıksız, beklentisiz, çıkarsız… Öylesi ve feda’sız.
Sevgili Sevgili,
Yazımın başında sana söylemiştim: Yol’a çıkma niyetim hep vardı zaten, lakin Rota’mı gösterecek bir Usta istememiştim. O sebeple de diyerek eklemiştim, yara berelerim çoktur ve yazdıklarım da okuduğun üzere, sadece deneyimlediklerimin bir ifadesidir. Sonuçta, sahip olma denilen şeyin yüzeyselliği karşısında insan olmanın derinliği bana her geçen gün yaratıcı olmam için daha fazla güç veriyor.
Ya sen ne durumdasın?
Ve bilesin ki bu yazi, henüz fiziken tanışmadığım sana beni daha kolay bulabilmen için yazılmış satırlardı. Son noktaya kadar okuduğunda Ruh’un bilecek zaten sana olduğunu.
Karşılaşıncaya kadar, sağlıcakla kal.