Bir giriş yapmalıyım, bir başlangıç… biliyorum, ancak yapamıyorum. Bu benim üçüncü ciddi denemem bu yazı için ve söz verdim en geç yarın teslim etmeliyim bitmiş ve kontrol edilmiş olarak. Mecbur muyum? Elbette değilim. Zorla mı yazdırıyorlar? Elbette hayır. Ancak ben bu sorumluluğu derKi’nin ilk sayısında yer alan kendi ekstasy öykümü sizinle paylaşarak ve dahası sizlere yardım edebileceğimi bas bas bağırarak bir kez üzerime almış olduğumu biliyorum. Peki bunu da mı zorla yaptım? Kesinlikle hayır. Hepsi hem de hemen hepsi hayatımdaki tüm diğer şeyler gibi istediğim için oldu. Ben ne istediysem yaşam bana onu getirdi ve getirmeye de devam ediyor.

Kendimden o kadar emindim ki sırf merak ettiğim için onların ‘eğlence’lerini onlarla yaşamak, paylaşmak için sadece bir kez ufak bir hap yutarak başlayan ve sonra çığırından çıkan ekstasy serüveni tamamen bitmişti. Bu süre içerisinde kokainden hayvan anestezisine kadar önüme çıkan tüm kimyasalları (eroin hariç) içmiş ve her şeyi iyice içinden çıkılmaz bir hale sokmuştum belki ama sabırla, azimle ve inançla hepsinin üstesinden gelmiştim. Üstelik tek bir anti-depresan bile kullanmadan vücudumu uzun vadede zor ve zahmetli ancak doğal yollardan, yoga yaparak, yürüyerek, koşarak zararlı her şeyden uzak durarak temizlemeyi başarmıştım. Bu bir başarıydı benim için. Kendimi oldukça iyi hissediyordum. Ama yerini bulmayan parçalar vardı, kafamı kurcalayan soru işaretleri… Neden? Neden bunlar benim başıma gelmişti? Nasıl kontrolümü bu denli kaybetmiştim, aklım nasıl böyle uçuvermişti de hayasızca yaşamıştım tüm bunları? Kendimi toplamak çok güç olmuştu gerçekten ama ben kendimi neden böyle dağıtmıştım? İşte tüm bunların cevabı yaz bitiminde ortaya çıktı. Ancak elbette her şeyin bir başlangıcı vardı.

Ortaokul, lise yıllarında en çok korku romanları okurdum. Hatta sadece Stephen King okumak hoşuma giderdi ve ben de sırf onu okurdum. Olayları, kurgusu, hayal gücü beni derinden etkilerdi. Etkilendiğim diğer kitaplar ise Richard Bach’ın Martı’sı, Wilchem Reich’ın Dinle Küçük Adam’ı ve yazarını hatırlamadığım %100 Düşünce Gücü olmuştur. Bu kitapların benim hayatıma yön verdiklerini derinden hissediyordum. Arada başka kitaplarda okumuştum şüphesiz ancak ilk aklıma gelenler hep bunlar oluyordu şöyle bir düşününce. Filmler de etkilemişti beni. Hatta Türk filmleri. O zamanlar öyle fazla kanal seçeneği de yoktu bol bol Türk filmleri oynatırlardı aleme ibret olsun diye evden kaçan kızların hazin öykülerini. Fidan’ın seyyar köftecilik yapan namuslu babasına dans pistinde yakalandığı sahneler falan hep belleklerimde yer etmişti. Esrar içişleri, kendilerinden geçişleri… Hülya Avşar’ın bir iki dumandan sonra gözlerini kapayarak daldığı ormandaki taytlı, permalı saçlı, asi, mistik(!) kız tripleri. Gülünç gelecek belki ama öykündürmüştü bu komik filmlerdeki ibret hikayeleri beni. Macera hissi uyandırıyordu içimde her daim izleyişim. Merak ediyordum ama bunu kendime itiraf etmiyordum çünkü bu ‘kötü’ydü biliyordum.

Anneme hemen şeyi bir gün deneyeceğimi ve o zaman hakkımda gerçek iyinin ne olacağını öğrenebileceğimi söylediğimi çok net hatırlıyorum. Henüz ortaokula gidiyordum. Kadıncağız ne bilsin bu kadar teferruatlı denemeler yapacağımı. Hatta ben bile bilmiyordum bu denli ileri gidebileceğimi.

The Doors’u seyretmiştim sonra. Jim Morrison hayranlık uyandırmıştı bende. Uyuşturucu kullanıyor olması değil de anlaşılamaması ölüme götürmüştü onu bence. Bir Janis Joplin vardı mesela efsane. Hakkında bildiğim tek şey sesinin muhteşem ve felsefesinin de ‘yapabilecekken yapmak’ (get it while you can) oluşuydu. Bu insanların tek istedikleri özgürlüktü, apaçık bir şekilde. Kendi zamanları kendi yaşadıkları dönemler için fazla zeki ve özgürlüklerine düşkün insanlardı bunlar ve daha niceleri. Şu çiçek çocuklar… belki çok zeki değillerdi ama biliyorlardı ki dünya malı dünyada kalır. Üstelik neyi paylaşamıyordu ki dünya? Kendilerini büyük oyunların içinde büyük zanneden küçük adamlar ve nerede ne zaman küçük olduğunu iyi bilen büyük adamlar yönetiyorlardı dünyayı. Bir biri çekiştiriyordu bir diğeri… diğerleri yani biz, aslında onlar da dahil, hepimiz dönüp duruyorduk işte aynı dünyanın üzerinde.

Böyle bir dünya düzeninde ve kalkınma projelerindeki ülkem şartlarında benim için en uygunu felsefe yapmak ve sınırları zorlamak olmalıydı. Kendimi bozmadan. Asla onlardan biri olmadan. Onlar içip içip kabalaşanlar, sarhoş olup sapıtanlardı. Marjinal olmak adına leş gibi ortalıkta gezen kendini gülünç hallere sokan serserilerdi. Hayallerine son model arabalar ve ona uygun kıyafetler ekleyen geleceğin modern ev hanımlarıydı. Kafalarında tuhaf ideolojilerle özgürlük adına kendi özgürlüklerinden vazgeçen çaresizlerdi. Kurallar kanunlar içinde kendilerine güvenlik çemberi oluşturarak sıkıntılarını da etraflarındakileri bu kendi yarattıkları çembere almaya çalışarak atan ahlak düşkünleriydi. Bunlardan hiç biri olmamak demek yalnızca kendim olmak demekti. Ve ben de öyle yaptım sadece istediğime kulak vererek. İçimdeki ses heyecanlı bir şeyler arıyordu. Merak ediyordu.
Fazla değil lise son sınıftayken şu meşhur barış çubuğunun ne olduğunu deneme fırsatım oldu. Üstelik son derece Avrupai bir şekilde, ailesi elçilikteki görevi için Türkiye’de bulunan yabancı bir arkadaş vesilesiyle. Sonraları öğrendim ki o içtiğim ot bir eroin kuryeliği sonunda ödenen parayla birlikte verilmiş ona. Bu da şimdi aklıma geldi çok ilginç aslında. Ve sonra bir kez daha içtim onlarla fazla değil. Sonrada hiç aramadım ne otu ne de onları. Yalnız ben o kapıdan geçmiştim, onu biliyordum. Ben eski ben değildim artık ve hiç bir zaman da olmayacaktım. Bu çok hoşuma gidiyordu. İçki içmiyordum hiç sevmemiştim çünkü sevmiyordum. Ailemde yeterince tüketiliyordu zaten. Onlardan gördüğüm kadarıyla hiç de özenilecek bir tarafı yoktu. Sigaradan zaten nefret ediyordum. İğrenç kokuyordu. Ben yapacağımı yapmıştım. Onu biliyordum artık denemiştim ve bana yetmişti. Bu konuyu kapatmış olduğumu düşünüyordum. Artık yeteneklerim ve isteklerim doğrultusunda yaşamıma yön verecektim. Ben sanatın bir yerinde kendi alanımı bulacaktım. Bundan emindim. İdeallerim vardı. Öyle çıtır yiyicilere falan pabuç bırakacak da değildim üstelik. Kendime, bedenime ne maddi ne de manevi hiç bir zarar vermeyecek kadar aklı başında bir insan olduğumu düşünüyordum.

Ta ki işler yolunda gitmemeye başlayıncaya, yani kendi hayatımın kontrolünün benim elimde olmadığına kanaat getirinceye kadar. İdeallerimin peşinden gidemeyeceğimi çünkü dışarıda gerçek bir hayatın sürüp gittiğini ve bu dışarı dünyanın benim zannettiğimin aksine hiç de pembe olmadığını, adam gibi bir işte çalışıp para kazanmam gerektiğini bana söyleyen ve beni bu konuda ikna etmiş görmekte pek de sıkıntı çekmeyen ailemin benim için uygun buldukları bir işe başlamam en büyük vesile oldu birazdan bahsi geçecek olan yaşadıklarıma.

Özgürlüğüm büyük oranda darbe almıştı. İstediğim şeylerle uğraşmak mesela radyocu yahut tiyatro oyuncusu olmak için hiç bir şey yapamazdım artık. Yalnızca arkadaşlarımla vakit geçirebilirdim. Arkadaşlarımı görmek ve onlarla eğlenmek en doğal hakkımdı. İş saatleri dışında olması gereken bu durum beni gece çıkmalarına dolayısıyla alkole ve sigaraya götürdü. Gençliğin coşkusu ve özgürlük felsefesinin geniş ufku sayesinde alkol ve sigaranın yanına kısa süre içinde ot da ekleniverdi. Hepsi bir arada gidemediğinden ve alkolün yıpratıcı tarafları beni benzemek istemediğim ‘onlara’ doğru çektiğinden uzunca bir süre alkolsüz bol otlu ve sigaralı,çikolatalı, hamburgerli dönemim başladı. Nedense bu süre zarfında ideallerimden eser kalmadı. Sevmediğim işimi en sevilebilir hale getirmiş olmanın ve para kazanmaktan öte harcayabilmenin zevki ve arkadaşlarla içilen sigaralıkların keyifli serüvenleri beni uzunca bir süre şöyle üç sene kadar güzelce oyaladı. Tam aklım başıma geldi ben neler yapıyorum yahu diyecekken ve çalıştığım firma kapandığını açıklarken sevgili ailem yine beni dinlemektense hiç vakit kaybetmeden benim için eskisinden daha da uygun olan yeni işimi ayarlayıverdi. İşte ben salya sümük ne işim var benim orada beni rahat bırakın demeye çalışmanın bile faydasız olduğunu anladığımda, sınırlarımı biraz daha zorlamanın vaktinin geldiğini düşündüm. Hiç zaman kaybetmeden ilk fırsatta yine içimdeki sese kulak vererek o gün 18 nisan gecesi ilk ekstacy hapımı içtim. Ne var ne oluyormuş, ben de paylaşmak istiyorum sizinle bunu diyerek… İşte o gece geçmiş olduğum kapı da beni eski ben olamayacak bir hale getirdi. Önce göklere çıkarttı, yüceltti yüceltti… sonra da bir roller coaster gibi evirdi çevirdi altımı üstüme getirdi beni allak bullak etti. Beni benden etti, yok etti. Üstelik ben bu kimyasal dünyası içinde haddimden fazla önüme çıkanı yedim, içtim. Lakin tüm yediklerim ve de içtiklerim bu roller coasterın levelini yükseltmekten başka bir şey yapmadı. Kendimi de içinde unutmamı, hayatın burada başlayıp burada bittiğine, buradan bir çıkış da olmadığına inanmamı kolaylaştırdı. Tam anlamıyla ölmeye doğru giderken yokuş aşağı tam gaz, ormanda buluverişim kendimi ve kulağıma giren arı ve hemen akabinde o şifacının bana ‘ne öğrendin’ demesi değiştiriverdi gidişatı birdenbire. Ne öğrenmiştim? Hepsinden bir şeyler öğrenmiştim herhalde. Hepsi bana ilk başta bir şeyler öğretmişti sanırım. Sonra? Sonra ne olmuştu? Hem o öğrendiğimi zannettiğim şeyleri hem de beni ben yapan hemen her şeyi benden almışlardı. Yoksa bunların hepsini ben kendi kendime mi yapmıştım. Zaten bir küçük hap ya da bir parça ot yada biraz beyaz toz vs. Tek başına ne yapabilirdi ki? Ne kalmıştı ki yapmadığım? Bir şey öğrenmem gereken? Eksik kalan? Evet bir yapmadığım eroin kalmıştı aslında. Onu da deneyecektim ve alacağımı alacaktım ondan da ve bitecekti bu sayfa kapanacaktı bir daha açılmamak üzere.
İşte bu niyetle almıştım o gece otobüs biletimi makinelerin çalışmamaya direnmelerinden, bankamatiğimin hiç yapmadığı arızaları yapmasından bir ders çıkartmayarak kararlılıkla almıştım hem de. Sabah yolcuydum ve gittiğim yerde onu bulacağımdan ya da onun beni bulacağından adım kadar emindim. Gidişat belliydi. Bu iş bununla son bulacaktı. İşte o gece ben ertesi günün yolculuk hayalleriyle uyurken arkadaşlarım kaza yaptılar. Sabah onların haberini aldım ve ne yapacağımı şaşırdım. Beni bekleyen otobüsüme ve bu uyuşturucu meselesini sonlandırmaya mı gitmeliydim yoksa hastanede komaya girmiş arkadaşımın ve perişan ailesinin yanına; diğer arkadaşlarımla gerçeklerin arkasında dimdik durmaya mı? Şimdi düşünüyorum da bunun tereddütünü yaşamış olmam bile şuursuzluğumun kanıtıymış resmen. Bir yanda çok sevdiğim arkadaşım yaşam savaşı versin üstelik bir kaç saat önce beraber olduğumuz halde şimdi hastanede yatıyor olsun, ben gidip de eroin yapmak ve ondan ne öğreneceğimin derdinde olayım. Bu resmen saçmalamak. Zaten eğer ben gitmeyi seçseymişim şu anda asla bunları yazıyor olamazmışım.

İşte ben o vakit gitmemeyi seçtim. Bu kazayı da bu işe vesile gördüm. Zaman geçip de aklım daha bir başıma geldiğinde ne büyük bir felaketin ucundan döndüğümü anladım. Arkadaşım uzunca bir süre komada kaldı sonra çıktı ancak tedavisi uzun sürdü. Onların bu kazası çok insanın hayatının değişmesine sebep oldu. Aileler durumlardan haberdar oldular. Kendilerini bu konuda eğittiler çocuklarına destek oldular ve güzel günler sabırlı çalışmalar sonunda kendini gösterdi. Ancak hiç de kolay olmadı.

Bu olayın üzerinden iki sene geçti ve ben hayatımın kontrolünü elime almayı başardım. Geçen süre içinde vücudumu temizledim, alışkanlıklarımı, davranışlarımı bakış açımı değiştirdim. Kendi kendimi tedavi ettim ve yeniden ideallerimin peşinden gidebileceğimi düşünürken bir idealim olmadığını farkettim. Çünkü ben eski ben değildim ve yeni benin kullanım kılavuzu aynen öncekilerde olduğu gibi tabii ki yoktu. Yani bu demek oluyordu ki yine yaşayarak görecektim.

Ya hep, ya hiç demiştim kendime ne sigara içiyordum ne içki ne de ot. Hatta yemek dahi yemiyordum; lezzet adına vücudumu yormamak için. Yoga yapıyordum, erken yatıyor, erken kalkıyordum. Bir çiçek gibi bakıyordum kendime. Gitmeye çok önceden karar vermiştim zaten. Kendimi bulduğuma inandığım, hayatımın yönünü bir anda değiştiren şu ormana yahut yakınındaki bir yerlere gidip yerleşecektim. İsteğim doğrultusunda ama sürpriz vesilelerle oluveriyordu her şey zamanıyla. Bu gitme meselesi de böyle hayat buldu anlayacağınız. Gittiğim yer yeni başlangıç olacaktı hayatımda yepyeni bir sayfa. Doğayla baş başa, şehrin gürültüsünden her türlü pisliğinden uzak sağlıklı bir yaşam. Madem bura yaşama döndürmüştü beni; olmam gereken yer kesinlikle burasıydı bundan emindim. Yalnız tek bir arzum vardı o da ihtiyacı olana yardım elimi uzatmak. Ben çok sıkıntı çekmiştim, istiyordum ki bildiklerimi paylaşayım da kestirmeden acılarla atlatılsın o büyük iyileşme depresyonları. İşte bu dönemde sizlerden bir iki mail geldi onlara cevap yazabildim ancak öylece kaldı devamını getiremedim çünkü talih karşıma onun kendi deyimiyle ‘eski bir junki’yi çıkartmıştı. Benim ise eroin hakkında bir fikrim yoktu. Onun da bu haplarla ilgili hiç sorunu olmamıştı çünkü eroin çok kısa sürede bu hapların pabucunu dama atmış ve tahttaki yerini kimseye kaptırmamıştı.

İşte buraya gelince tıkanıyorum yazamıyorum. Ne tarzda hangi üslupla yazarsam yazayım burası bir düğüm bir muamma. Kısacası hikayemizin şudur ki özü, özde sözü ‘İnsan ne istiyorsa o çıkıyor karşısına!’. Fakat karşısına çıkan her rengi tuvaline sürmek arsızlılığında bulunan her ressam gibi benimki de anlaşılması güç bir bakış açısı bekliyor sanatseverlerden. İlk önce kendimden! Evet ben vaktiyle bu eroin denen şeyi merak etmiştim doğru. Ama önüme çıktı diye yapmak zorunda mıydım? Kesinlikle hayır. Neden yaptım öyleyse? İçimdeki sese kulak verdiğim için. Üstelik bunun düpedüz kendine ihanet olduğunu bile bile, yaptım. Olmasına izin verdim her ne oluyorsa. Avuntum bilmediğim bir şeyde yardım edemeyeceğimdi. Madem yardım etmek istiyorum ne olduğundan nasıl bir şey olduğundan haberdar olmalıydım. Bu kadar mı kibirliydim bir insana yardım etmek istemeyecek, şuncacık şeyden korkacak kadar? Üstelik gücümden kendime olan inancımdan hiç şüphem yoktu. Ben kocaman bir muharebeden tek başıma çıkmıştım. Bu eroin denen şey ne kadar muhteşem ne kadar göz boyayıcı olursa olsun beni etkisi altına alamazdı.

İşte en büyük yanılgı. İşte kibrin böylesi. Ben neydim ki bunları düşünebildim bilmiyorum. Ben kimdim ki yardım edecektim kendine yardım edemeyene. Hem de böyle bir konuda onunla aynı davranışı sergileyerek. Gözüme güçlü görünmüştü onca yaşadıklarına rağmen hala ayakta dimdik oluşu ve benimle hayata aynı noktalardan bakışı hoşuma gitmişti şehrin gürültüsünden çirkin lüksünden bunalışı, buralara kaçışı. Beraber bir şeylerin üstesinden gelebilirdik. Hayatta hiç bir şey tesadüf değildi. Bizim iki sene sonra aynı yerde karşılaşmamız ve kendi hayatlarımızda bunca yol katetmiş olmamız da. Birbirimizi de kendimizi de istediğimiz şeye inandırabilmek gibi müthiş ortak özelliklerimiz vardı. Konuyu burada dağıtmak istemiyorum. Umarım bu yazıyı okuyacaktır ve umuyorum ki yaşamında en az benimkiler kadar güzel şeyler oluyordur ve de olacaktır. Ancak insan seçim hakkının farkına vardığında yaşamında güzel şeylerin de olabileceğini idrak ediyor.
Şimdi burada felsefe yapmaya da başlamamalıyım çünkü hikayemiz kendi felsefesini zaten içinde anlatıyor. Benim eroini merak etmeme sebepti diye düşündüğüm kişilerden biriydi tanıştığımızda. Şimdi yanımda ve ben de onunla bu işlere kalkışıyorum hem onunla hem kendimle savaşarak. Ne o yapmak istiyor bunu ne benimle yapmak ne de benim yapmamı. Ama oluyor işte nasıl oluyorsa. Kim koyuyor peki kuralları? Kim oynatıyor bizi hayat oyununda? Kimin elinde bu uzaktan kumanda? Derken bir gün içimdeki arzuya kulak verdim. Elbette dedim istemelerin hiç bitmez. Bak bu sefer çekinmeden hiç Söyle bakalım ne istiyorsun? Hep dahasını mı? Hep zevk hep daha fazlası… bunun sonu ölüm, kavuşma! Bundan daha büyük bir zevk var mı? Dur öyleyse dedim arzumu isteğimi yadsımıyorum, seni anlıyorum, hatta hak veriyorum ama şimdi değil. Şimdi değil dedim. Şimdi değil. Ne zaman dedi? Şimdi değil dedim. Ancak ve ancak böyle kontrolü biraz hissedebildim ve olabildiğince çabuk dışarıdan yardımlar gelmeye başladı. Benim dışımdaki her şeyden ve herkesten. Rotam değişti kaldığım yer değişti.. Bir anda bakışım değişti, ama arzum değişmedi, sadece ertelendi. Onu hep şimdide erteledim, güzellikle, sevgiyle ikna etmeliydim arzumu… Kısa vadede dedim büyük hazlar ve ölüm yerine ya da ölümden beter yaşam yerine uzun vadede küçük hazlarla uzun ve bol hikayeli bir yaşam dedim kendi kendime. Kolay mı?
Hiç. Hem de hiç kolay olmuyor insanın arzusunu ikna etmesi. Bastırmak değil ikna etmekten bahsediyorum, geçiştirmekten de değil. Ve ne oldu biliyor musunuz? Şu iki sene önce trafik kazası geçirip de komaya girerek benim gitmeme mani olan arkadaşım oradan evine geçerken beni aldı ve beraber şehrimize döndük. Benim yola çıkarken ki amacım eşyalarımı kışlıklarımla değştirmek ve geri dönmekti ancak yolda nasıl bir döngünün içinde olduğumu farkediverdim. Şimdi yanımda arabayı kullanan kişi ölümden dönmüştü. O ölümle yaşam arasında iken biz çaresiz hastane bahçesinde sadece dua edebiliyorduk. Gözümün açılmasına sebep olmuştu o zaman ve ben bu eroin sevdasından vazgeçmiştim. Şimdi beni evime götürüyordu, sapasağlamdı. Güzel yerlerden geçiyorduk arabayla, müzik dinliyorduk, sigaralık içiyorduk. Hayat renkliydi aslında güzeldi elbetteki yaşanılası çok şey vardı. Arzuma yönelik hayır ‘şimdi değil’’lerimin mükafatıydı belki bu yolculuk, beni evime götürüyordu.

Eve geldiğimde babamı gördüğümde hiç hissetmediğim şeyler hissettim içimde. Her ne oluyorduysa benden bana oluyordu sanki. Üstelik bu hep böyleydi de farketmek mi yahut bu inancı korumak mı ya da bu sorumluluğu taşımak mı bu kadar güçtü anlayamamıştım. Ben sadece hissediyordum artık. Hem de en yoğun haliyle. Babamın bana sarılışını hiç unutamam herhalde. Fazla da değil üstelik, sadece dört ay kadar ayrı kalmıştık birbirimizden ama yüzyıllar geçmiş gibiydi sanki. Annem de aynı şekilde. Kışlıklarımı alıp götürmektense oraya geri dönerek bir kaç gün içinde eşyalarımı topladım ve buraya doğup büyüdüğüm şehre geri dönüş yaptım.

Odamı yerleştirirken taa lisedeyken okuduğum bir kitap vardı ‘eroin’ Christien F.’in Korkunç Anıları diye, ona gözüm ilişti ve rasgele bir sayfasını açarak okumaya başladım. Okurken o kitabı ilk okuduğum andaki hislerimle karşılaştım içimde ve şaşkınlığımı gizleyemedim. Okuduğum onca kitap arasında etkilendiğimi düşündüğüm onca kitap arasında gerçek yaşam hikayesi olan tek kitaptı ve beni en çok etkileyen kitap olmuştu. Hatırlıyordum işte her kelimesini hatırlıyordum sanki dün okumuşum gibi. Ot içerek başlayan macerasının eroine kadar giden ve hayatını gerçek bir kabusa döndüren her olayını, arkadaşlarını vs. Ama asıl dumur noktası şu oldu kitabı tekrar okurken: bu kızcağızın kendine ilk iğne vurduğu tarih 18 Nisan’mış. İşte bununla karşılaştığımda kitabı bırakıverdim elimden ve inanamadım bir an olup biten onca şeye…

İlk hapımı içtiğim tarih, ilk kez ben ne yapıyorum Allah’ım dediğim tarih ve benim için gerçekten ciddi bir deneyim olan derKi’ye o zamana kadar olanları yazdığım tarih hep 18 Nisan’dı. Öyle merak ediyordum ki nedir bu tarihin olayı diye, üzerine bu çıkıverdi. İşte o an kafama dank etti. Öyle içten istemişim ki öyle çok merak etmişim ki bu mereti ve diğerlerini. Her biri tek tek çıkmış karşıma yalnız bir farkla şu ekstacy denen hapla ve uzun gibi görünen zamana yayılarak. Allah ne istersek onu veriyor bize de bizim için en hayırlı şekliyle hem de, yalnız anlayana. Yani akıl da veriyor kullan diye. Bunu farkettiğimde yeniden hayatımda olan içki sigara ve otun bir an önce hayatımdan çıkması gerektiğini anladım. Bu iş bitmişti, halka kendini tamamlamıştı. Bundan sonra yeni bir halka açmanın anlamı yoktu. Üstelik her şeyi hatırlayıvermiştim. İdeallerimi, kızgınlıklarımı, korkularımı… Yarım kalan bir işim, bir kez daha girmeye cesaret edemediğim bir yetenek sınavım vardı. Üzerinden tam on sene geçmişti ama ne çıkardı ki ucunda ölüm yoktu ya!!! İşte bu benim idealimdi. Bunu düşündüğüm zamanlar kendime zarar vermeyi aklımın ucundan dahi geçiremezdim çünkü bedenim, sesim, düşüncelerim her şeyim en ben halimle bana gerekti. Çünkü gerçekten iyi bir oyuncu sadece kendi içinden yola çıkarak oynayan, tıpkı parmak izi gibi kendi farkını ortaya koyan oyuncudur. Öyleyse saf, temiz ve pure olmalıdır. Ancak o zaman içindeki öz etki altında kalmaz yahut başka şeylerle karışmaz. Sadece ‘O’ olur.

Geçenlerde yine tesadüfen elime şu Kanat Güner denen doktor kızın Eroin Güncesi adlı kitabı geçti. Duymuştum, merak da etmiştim ya geldi işte kitap. Onun da kendi yaşam hikayesini kendi ağzından dinliyorsunuz. Bir solukta okudum tabii ki, hemen bitiverdi. Yargılamak mı? Eleştirmek mi? Mümkün değil. Asla haddim değil. Bence kimsenin değil. Yaşam kendi seçimlerimizden meydana geliyorken hiç kimseyi kendi seçimleri yüzünden ya da onu bu noktalara itiyormuş gibi görünen olayları yahut insanları yargılayamayız, bu kişi kendini veya bir başkasını öldürmüş olsa bile.

Anlatabildimse ne mutlu bana…
Eğer yaşamdaki olayların benim istediğim gibi olmasını istiyorsam önce ben kendimi zehirlememeliyim ki hayatın beni zehirlemesine karşı koruma sistemim olsun. Olaylar olur onlara anlam katan duygu veren bizleriz. İnsan olarak bu atmosferi soluyorsam sigara içmemeliyim çünkü en temel gıdama nefesime zehir katmamalıyım, tüm dünya canlılarıyla paylaştığım havayı zevk gibi görünen bu alışkanlığımla kirletmemeliyim. Nefesimin sorumluluğunu elime almalıyım. Elimin kontrolünü özümde barındırmalıyım. Alkol konusunda benim zaten hiç olumlu düşüncelerim olmamıştı şimdi hayatımda yeri hiç bir şekilde yok. Ot içmenin veya diğerlerinin de. Canımın arzusunu iyi irdeleyebilmeli onu ikna etme becerisine sahip olmalıyım. Ben bildiğimden emin olduğum şeylerde ikna edici olabiliyorum hele ki tek yenilmez olan kendime karşı. Ve ben kendimi bildiğimde bilmek için çaba gösterdiğimde erdem sahibi olabiliyorum, içimdeki özün farkına varıyorum. Yaşamın benim isteklerime cevap vermek için oluşturulmuş bir düzen olduğunu anlamamla düğüm çözülüyor.

Buda’ya ölümünden az evvel sormuşlar: ‘son bir isteğiniz var mı, efendim?’ diye. Buda cevap vermiş: ‘Evet, herkes kendi paçasını kurtarsın evladım.’

İslamiyet’te şöyle bir görüş vardır: ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ Hayır da şer de Allah’tandır da biz edebimizden şerri kendimizden biliriz. ‘Allah’ her şeyin, var olan ve yok olan ve sonsuzluğu kaplayanın adıdır. Yani ondan ayrı bir şey olamadığı için hayır da birdir şer de. Buna Nirvana demişler başka dinlerde. Kursal ruh demişler. Biz kendimizi bildiğimizde ve sorumluluğumuzu akıl yoluyla elimize aldığımızda kendimiz için en doğrusunu bilecek varlıklarız. Ancak bir kendini bilmez bir de kendini bildiğini sanan bir kibir yumağı budala kendini tehlikeye atabilir. Cahillik de kibir de nefsimizi bir ucundan çekiştiren içimizdeki şeytanlığın gözdesidir. En büyük cahillik de kendi dışında bir güç arayan kendini bilmezliktir.

İnsanı insan yapan nefsidir, yani arzuları hazlarıdır. Şu kurulan medeniyet bu temele dayanır. Her alandaki gelişmeler bu haz duygusunun farklı alanlardaki tezahürleri ortaya çıkış biçimleridir. Sen kendini nerede görmek istiyorsun ona bir bak. Ne istedin de bunlar oldu ona bir bak ve isterken ne istediğine ŞİMDİ’ler de canının ne çektiğine bu duyguna çok iyi bak ki kendin hakkında fikrin olsun. Böylelikle kendini tehlikelerden korursun.

Ben toplum bilimci falan değilim. Ancak şunu söyleyebilirim ki özünü kendi kültürünü nereden geldiğini hatırlayamayan, bilemeyen bir toplumda bireylerin aynı sorunu kendi iç dünyalarında yaşamaları doğaldır. Ya bütünden bu sorunu halledebiliriz yahut da her birey kendi üzerine düşen ben kimim, neyin nesiyim, ne yapıyorum ve ne istiyorumlarıyla yüzleşmesi, sorumluluğunu eline almasıyla.. İçindeki özden, Allah’tan yardım dilesin. Kendini tabulardan kalıplardan sıyırsın sadece içine baksın.

Öyle inanıyorum ki 2020’de ülkemde genç yaşta farkındalığını yükseltmiş, alışkanlıklarından kendini kurtarmış, tüketmekten üretmeye geçmiş ve bunu sevgiyle, aşkla yapmaya başlamış ne istediğini, hem kendini hem de toplumsal özünü iyi kavramış gerçek özgürlüğü yaşayan insanlar olacak. Üstelik bu insanlar evrensel zihinle yahut tasavvuftaki adıyla Vahdet-i Vücud’la ya da bir diğer deyişle Makro bağlantıyla tam iletişimde olacak. Elbette olacak. Tam tarih 2020 olur mu onu bilemem ama ‘isteyenden istediği esirgenmez’ onu bilirim.

Şimdi bir sonuç yapmalıyım, bir veda… iyi kötü bitirdim işte yazıyı. Anlatmak istediğim isteklerimin arzularımın beni nerelere taşımış oluşuydu. Aman ha kimseye akıl vermek gibi bir amacım yok. Öğrendim ki kimse kimseye yardım edemez zaten böyle bir konuda. Sadece kişi kendisi isterse yardım alabilir. Burada konu kişinin almaya ne kadar açık oluşudur. Zorla güzellik olur mu? Olmaz. Beni ciddi ciddi buraya kadar okumuş olmanıza hayranlık duyuyorum ve şimdilik veda etmek istiyorum. Şimdilik diyorum çünkü belki başka bir sayı da yine buluşuruz.

Benim için uyuşturucu meselesi tamamen kapanmış durumda artık. Ancak bu uğurda geçirdiğim on senemi nasıl telafi ederim onu da geçmişten bu güne tüm arzularımın ortaya çıkış biçimleri bana gösterecek şüphesiz. Ve ben normal bir insan olarak istemeye, bir şeyler arzu etmeye yine her saniye devam edeceğim. Şimdi’yi göz önünde bulundurarak… Kendimi bilmeye, bir de son nefesime kadar iyi bir şeyler güzel bir şeyler işe yarar bir şeyler öğrenmeye devam edeceğim. Hatta belki de bir yada iki konuda kendimi çok iyi yetiştireceğim. Geleceğin benim arzularımdan oluştuğunu, dünyayı algıladığım beş duyunun içinde bir öze sahip olduğumu ve onun beni hep doğru deneyimlere taşıdığını hiç aklımdan çıkartmayacağım. Her zaman yaşamı paylaşmaya arzularım doğrultusunda devam edeceğim.

‘Var gücümle!’