İnsana çocukluk günlerini anımsatan güvende hissettiren beyaz sabun kokusu… Şimdi düşündükçe anlıyorum belki de bu koku birbirinden bu kadar farklı insanları bir aile yapan şeydi.
Evliliğimize kadar geçen yıllar içersinde ben de bu ailenin bir parçası olmuş ve bunu hiç yadırgamamıştım. Sanki yıllardır tanıyordum hepsini, sanki eşimin değil benim ailemdiler. Kendisinden yaşça büyük bir ablası ve bir ağabeysi olan eşim, yıllar önce babasını zamansız ve talihsiz bir şekilde kaybettiklerinden beri daha da kenetlendiklerini anlatmıştı bana. Hayat arkadaşı, can yoldaşının genç sayılacak yaşta ölümünden en çok anneleri etkilenmiş elbette; çocuklarına karşı daha da hassas, hayata karşı daha kırılgan olmuş. İşte bu hassasiyet sebebi ile de her ne olursa olsun annelerini her tür üzüntüden uzak tutmak için her şeyi yapabilecek üç kardeş vardı karşımda. İşi nedeni ile yılın yarısından fazlasını evinden uzakta geçiren ağabey, evin yeni babasıydı artık. Evin, annesinin ve iki erkek kardeşinin tüm sorumluluğunu almış, bu uğurda kendine dair pek çok şeyi ertelemiş olan ise dünyalar güzeli bir abla. Birine bir şey olsa diğerlerinin de canı yanıyordu, bir diğerinin mutluluğu ötekini daha çok mutlu ediyordu. Ben tanıdığımda birbirine sımsıkı bağlı, beyaz sabun kokulu bir aileydi onlar.
Beklenen gün gelmiş evlenmiştik, çok mutluydum, çok mutluyduk. Yıllardır evinden uzaklarda yaşamak zorunda kalan ben, nihayet kendimi bir parçası hissettiğim bir ağabey ve bir de abla sahibi olmuştum. İçine kapanık biriydi ağabeyim. Koşullar, şartlar ne olursa olsun hep dimdik ayakta durmaya, duygularını belli etmemeye, kendinden ziyade başkalarının mutluluğu için çabalamaya yemin etmişti sanki. Bir sevdiği varmış meğer yıllardır sürermiş ilişkileri bilmiyorduk. Hiçbirimizin haberi yoktu bundan. Bir gün tuttu kolundan getirdi. Evinden, hatta ülkesinden uzak kalmış bu kıza da kapılarımızı sonuna kadar açmış, içimizden biri gibi kabullenmiştik. Ailenin giderek büyüdüğünü görüp sevindiğimiz mutlu günlerin, hepimizin yaşamlarını bir daha dönülmeyecek bir şekilde değiştirecek olayların başlangıcı olduğunu bilmiyorduk elbette…
Soğuk ve karlı bir gündü; ağabeyim halsizlikten ve boğaz ağrılarından şikayet ediyordu. Biz de her zamanki gibi kendine dikkat etmediği ve soğuk algınlığına yakalanmakta olduğunu için sitem ediyorduk. Birkaç gün içinde durumu daha kötüye gitmeye başladı, evde kaynattığımız ıhlamurlar, sıcak çaylar, vitaminlerin bu duruma çözüm olmayacağı aşikârdı. İnatçılık ediyor ve doktora gitmemekte diretiyordu. Sonraki günler ateşi sürekli otuz sekiz derecede kalmaya başlamış, sırtında ve göğsünde kırmızı küçük benekler, döküntüler oluşmuştu. Günün tamamını yatarak geçiriyor, kolunu kaldırmaya hal bulamıyordu. Tüm bunları ağzında çıkan pek çok yara ve lenf bezlerinde şişlikler takip etti. Artık tüm gün tek lokma bile geçemiyordu boğazından. Bize belli etmemeye çalışsa da dayanılmaz bir ızdırabı olduğunu görebiliyor ve çaresizlik içinde kıvranıyorduk. Çaresizdik, çünkü verdiğimiz hiç bir ilaç, yaptığımız hiç bir şey biraz olsun toparlanmasına yaramıyordu. Bir gece apar topar yakındaki bir özel hastanenin acil servisine gittik. Doktorlar otuz dokuz derece ateşi düşürmek için bir takım müdahaleler yapıyorlar, ağabeyim orada öylece hareketsiz yatıyor ve biz hiç bir şey yapamıyorduk. Sonuç: viral bir enfeksiyon geçiriyordu, yani bir virüsün neden olduğu bir rahatsızlığı vardı ve bu yüzden pek çok ilaç faydasız kalıyordu. Doktorlar, bu sonuca göre tedaviler düzenleyip bizi eve gönderdiler. Saatler günler gibi uzun geliyordu artık; ağabeyim yaraları ve acıları nedeni ile hala yemek yiyemiyor, ateşi bir türlü düşmüyordu. Hastaneye bir daha gitmeyi kabul etmediği için bir doktor arkadaşımızdan yardım istemiştik, akşamları eve gelip damar yolu açıp serumla sıvı kaybını dengelemeye çabalıyordu. O da bizim kadar üzülüyor, bir taraftan da bizi teselli etmeye uğraşıyordu. Hatta bazı tahliler için birkaç kere evde kan alıp yakın hastanelerin laboratuarlarına teste götürmüştük birlikte. Sonuçları o da bir viral enfeksiyon olarak değerlendirmişti.
Tahliller, ilaçlar hepimizin çabaları iyiydi de, ağabeyim bir türlü iyi olamıyordu. Yattığı yerde doğrulamıyor, artık hiç bir işini tek başına halledecek derman bulamıyordu. Sonunda bir gece ansızın başka bir özel hastaneye götürdük. Acilen yatırdılar, takip eden iki gün aynı testler, araştırmalar, tedavi çabaları devam ediyordu ve -biz daha başında olduğumuzdan- henüz haberdar olmadığımız bu serüvende tam bir ayı geride bırakmıştık. Bir ay boyunca biz her sabah, her akşam biraz daha iyi olmasını beklemiş, aklımızdan kötü düşünceleri uzak tutmuş, kötü hiç bir şeyi yakıştıramamıştık. Birçok olasılık gelmişti aklımıza da, o gün öğleden sonra öğreneceğimiz şeyin bizim başımıza gelebileceği hiç düşünmemiştik.
Eşim, ağabeyinin yanında refakatçi olarak kalıyordu, ben ise ailenin kalanını toparlamaya çalışıyordum. Yine her gün olduğu gibi hastaneye uğramıştım ve eşim daha önce gözlerinde hiç görmediğim bir ifadeyle gözlerime bakıyordu. Ayakta zor duruyordu ve sanki en son gördüğümden beri bir kaç yaş yaşlanmış gibiydi. Biraz hava almak için hastanenin bahçesine çıkardım onu, bir banka oturduk. Boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. ”HIV pozitif‘’ dedi bana. Öylesine dudaklarından dökülen bu üç harf kulaklarımda çınlıyordu: “HIV pozitif dedi doktor, doğrulamak için testi tekrar yapıyorlar.” HIV pozitif, yani AIDS… O anı geri almak, bu üç harfi hiç duymamak için bugün bile çok şey verebileceğimi hissediyorum düşündükçe.
Ağlayamadım, ağlamamalıydım, sağlam durmalı ve olanları anlamaya, anlatmaya çalışmalıydım. Hemen ağabeyimin tedavisinde bize evde yardımcı olan doktor arkadaşımın numarasını çevirdim, ellerim titriyordu. ”HIV pozitif‘’ dedim ona.
Sonrası telefonda uzun bir sessizlik… Telefonu kapadığımda arkadaşım, elinde bulabildiği tüm kitaplarla bize doğru gelmek üzere yola çıkmıştı bile. Sonradan nasıl olup da gözünün önündeki bir şeye tanı koymayı akıl edemediği; hem arkadaşı, hem hastası olan ağabeyime bunu nasıl yakıştıramadığına dair çok hayıflanacaktı. Eşime döndüm, ben o kadar az şey biliyordum ve o kadar içim acıyordu ki ona sadece sakin olmasını, belki de her şeyin bir hatadan ibaret olduğunu söylemekten başka bir şey gelmedi elimden. Sımsıkı sarıldım ve bunu da atlatacağımız anlattım.
Zihnimi kurcalayan sorulara engel olamıyordum: Ağabeyim ölecek miydi şimdi? Ya sevgilisi o da mı HIV pozitifti yani? Annelerinden bu durumu nasıl saklayacaktık? Ya ablasına nasıl anlatacaktık? Ya benim kendi ailem, bu durumu duyarlarsa nasıl tepki verirlerdi? Bu hastalık bize de bulaşır mıydı?
Ağabeyimin hastane odasının kapısına kocaman ‘’bulaşıcı hastalık’’ yazısı yapıştırılmış, özel hastane tedavimize orada devam edemeyecekleri, bizi başka bir devlet hastanesine sevk etmek zorunda oldukları söylenmişti. Hala bugün bile, hiçbir şeyden haberi olmayan annemin, kapıdaki yazıyı elleriyle parçalayışı gözlerimin önünden gitmiyor. Ablasına eşimle birlikte ağabeyimin tanısını söylemek yine yaşantımdaki en zor anlardan biriydi. Kardeşleri için her şeyi yapabilecek bir ablanın çırpınışları, feryadı… Aradan yıllar geçse bile hep insanın içinde bir yerlerde koca bir yumru gibi duracak bir acı…
Sonraki günlerde doğrulama testleri de pozitif geldi ve birinin test yapılması için ağabeyimin kız arkadaşına bilgi vermesi gerekiyordu. O kişi bendim. Birine büyük ihtimalle, çaresi henüz olmayan bir virüsün kanında dolaşıyor olabileceğini söylemek, üstelik bunu sizinde içiniz yanarken yapmak, tahmin edebileceğinizden çok daha zor.
Maalesef sevgilisinin de test sonuçları da beklendiği gibi pozitifti. Üstelik viral yük (kandaki virüs sayısı), CD4 (bağışıklık sistemi hücreleri), kombine ilaçlar gibi o günlerde anlamını bile bilmediğimiz bir sürü yeni şey vardı hayatımızda ve daha uzun yıllar bunlarla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyordu…
Birkaç kişinin paylaştığı ve acısını her gün o iki insanla birlikte yaşadığı bir sır olarak girdi HIV hayatlarımıza. Sevdiklerimizin kanında dolaştıkça bizlerin de içine girdi. Zamanla doğru bildiğimiz yanlışları, yaşamımızı nasıl sürdüreceğimizi ve daha pek çok şeyi öğrenmeye başlamıştık. Günün birinde yeni bir şeyler öğrenme umudu ile internette dolaşırken bir mail grubuna rastladım. HIV pozitif ve yakınlarının birbirlerine destek verdiği kimi zaman gözyaşları, kimi zaman kahkahalar hatta bazen de tartışmalar yaşanan bir gruptu bu. Sonrasında Pozitif Yaşam Derneği’nin doğuşu… Birbirleri ile yaşamlarını, umutlarını, çaresizliklerini, acılarını, sevinçlerini paylaşan her zorlukla birlikte mücadele eden insanlar…
Bugün geride bıraktığımız iki seneyi aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Önümüze, gelecek günlere bakıyoruz sadece. Bir gün sadece bu virüse değil, taşıyıcılara karşı oluşan ayrımcılığa, önyargılara, ilaç erişimine ait sorunlara, damgalanmaya dair her ne varsa yok olacağına olan inancımız tam. Bu süreçte bizim yanımızda olan, yanlarında olmamıza izin veren tüm dostlarıma çok derin bir minnet duyuyorum hem ailem hem de kendi adıma…
Artık benim evim de yasemin kokulu beyaz sabun kokuyor ve ben nerede bu kokuyu duysam. Birlikte mücadele etmenin, beraber olmanın dünyada daha nelerin üstesinden gelebileceğini anımsayıp gülümsüyorum.