Vejeteryenlik; ‘mecbur kalmadıkça öldürmeme’ ve ‘doğa ile uyumlu yaşama’ felsefelerini temel alır. Kelime, genel kanının aksine ingilizce vagetable’dan (sebze, hatta karnabahar) değil; canlı, etkin, sağlıklı anlamlarına gelen, latince vegatus kelimesinden türetilmiştir.

Bu girişten sonra vejeteryenlik nedir, ne değildir, çeşitleri, faydaları ve zararları nelerdir vs. diye devam etmeyeceğim. İsteyen bunun cevabını -internet ortamında olduğumuza göre- çok kolayca bulabilir. Zaten derKi de misyonumuz (bana göre), salt ansiklopedik bilgiden ziyade bilinç aktarımı yapmak ve farklı düşünce pencereleri açmaktır.. Bunun yanında, -bizzat kendim deneyimlemediğim- şöyle faydalı, böyle ballı muhabbetine de girmeyeceğim. Okuyup derlediğim ama inanmadığım, bana yabancı gelen, en azından kendimde yankı bulmayan bilgileri, paketleyip sunmaya da niyetim yok. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı, önemli olan o bilgiyi özümseyip, yaşamımıza katarak bir bilinç oluşturmak ve farkındalığımızı arttırmaktır . Bu nedenle bu yazıda kendi deneyimimi samimi, interaktif, enerjisi yoğun, canlı bir paylaşım şeklinde (ve tabi biraz da mizah katarak) sunmak arzusundayım.

Birçoğumuz, mail grubumuzda sanal olarak serbest atışlar yaparken tanıştık. Yeteneği, vizyonu ve gayretlerine her zaman hayran olduğum editörümüzün davetiyle -ve amatör bir hevesle- şimdi klavye başındayım. Zihnimi ve kalbimi bu yazıyı okuyan herkesin düşüncelerine açıyorum ve birazdan yazacaklarımı henüz tam olarak ben de bilemiyorum. Aslında daha kendim bir öğrenciyken ve öğrenciliğim de hiç bitmeyecekken, birilerini bilgilendirmeye ve yönlendirmeye kalkmanın haddim olmadığını düşünmekteyim (direkt bana cevaplamam için soru sorulmadığı takdirde). Çünkü herkesin yolu kendince doğru, kimse kimsenin önünde yada ardında, yukarısında yada aşağısında değil. Buna rağmen deneyimlerimi paylaşmamın her şeyden önce kendime gelişim fırsatları yaratacağını düşünüyorum. Hem belki bu arada birilerinin de düşünce süreçlerine olumlu katkıda bulunabilirim. Böylece beni bu günüme getiren sonsuz evrene bu fırsatla borcumun bir kısmını ödeyebilirim (belki).

İlk sayıda biraz da heyecanla zihnimde dolaşanları bir çırpıda anlatmak isterken, aslında yazabileceğim konuların bir özetini yaptığımı fark ettim. Editörümün beni arayıp yüreklendirmesi heyecan ve onur vericiydi, başka bir tepki de (çok yakın bir iki güzel insanın dışında) bana ulaşmadı ve bir aylık aradan sonra işte yine buradayım.

Mutlaka çok iyi bilenler de vardır, ben de kendimce şimdiye kadar öğrendiklerimi, vejeteryenle başlayarak, beslenme alışkanlıklarımız, diyetler, düşünce ve korkularımız, sağlıklı ve doğal yaşamın toplumumuza ve dünyamıza faydaları, eğitim ve farkındalıklarımız -ve tabii ki kısmet olursa- aşk ve evlilik konularındaki duygu ve düşüncelerimi paylaşarak, birlikte öğrenmeye çalışacağım.. Bakalım ansızın karşıma çıkan ve bilmediğim bu yeni yol beni nereye ve kime ulaştıracak?.. Umarım hayırlı, etkili ve verimli olur.. Evet hazırsanız artık düşünce yolculuğumuza başlayabiliriz…

“Bir dirhem et, bin ayıp örter” (Misafire etsiz yemek çıkarmak mı?!, aman ne ayıp!..), “Can boğazdan gelir” (ve tabi ki, yine aynı yerden gider..) diyen ve bir sonraki akşam yemeğinin hazırlıklarının daha o akşam yemeği henüz yenmeden yapıldığı bir coğrafyada; yemeklerinin öyle-böyle leziz değil, kebapların, etlilerin, mumbarın (etli kalın barsak dolması), el emeği-göz nuru hamur ve bulgur işlerinin, tatlıların (aç karnına okuyorsanız lütfen beni bağışlayın), Ortadoğu ve Balkanların (belki de dünyanın) en zengin mutfaklarından biri, doğunun Paris’i Gaziantep’ in bir ilçesinde dünyaya geldim. En büyük haz kaynağının damak tadı olduğu bu bölgenin, barbekünün değil belki ama mangalın, pikniğin değil ama ‘sahre’ denilen kır sofralarının icat edildiği yer olduğunu söyleyebilirim. Bizim oralarda misafirseniz, -hele de çok sevilen bir misafir- yandınız. Zaten yemeklerin lezzetinden dolayı mide kapasitenizi zorlayarak götürmüşken, her türlü hile ve desiseyle sizi yedirirler. Ancak siz ruhunuzu teslim edeceğinizi düşünüp şahadet getirmeye başlayınca ısrarı bırakıp çay ve künefe ikramına geçerler (hemşehrilerimin kulakları çınlasın) :).

Bir gün fizyoloji dersinde hocamız: ” insan, -iddia edildiği gibi- fizyolojik ve anatomik olarak hem otobur, hem de etobur değil, aslında otoburdur” dediğinde birazcık şaşırmıştım. İnsan, doğadaki diğer otoburlar gibi avını parçalayıp yiyebilecek çene yapısına ve dişlere, güçlü ve sivri pençelere ve eti parçalayıcı sindirim sistemi enzimlerine sahip değildi. Barsaklarının uzunluğu otoburlarınkine daha yakındı. Yaklaşık 200.000 yıl önce ortaya çıktığı düşünülen İnsan (Homo-sapiens), çeşitli aletlerle avını parçalayıp, bazı malzemelerle sertliğini gidererek, en son olarak da pişirmeyi keşfederek bu sorunu çözmüştü. Çok daha sonraları ise, ‘insanın entellektüel kapasitesinin ancak et yemeyi öğrendikten sonra gelişim gösterdiği’ iddialarını duyacaktım. Bunun tersi olan bir görüşe göreyse; savaşlar ve yıkımların atalarımızın et yemeye başlamalarından sonra hızlandığını, daha önce hiç görülmeyen hastalıkların bundan sonra görülmeye başladığını, gelişimin etle alakalı değil deneyimle alakalı olduğunu savunacaktı. Bugün ise bazı koşullarda et yemenin bir zorunluluk olduğunun farkındayım.. Her neyse…

Bu bilgiler o zamanlar beni hiç etkilemedi ve iflah olmaz etoburluğuma -Kadir Çöpdemir ve Editörüm Sonsuz misali – en ufak bir zeval getirmedi. Ben yine hayvan kesmeye -ve mideye indirmeye- devam ettim. Zaman zaman aldığım kilolardan, bir zamanlar bir ‘ceylan’ gibiyken (400 m. bölge 1.si), şimdi nasıl miskin bir kedi gibi olduğuma, kalıtsal olduğunu düşündüğüm çok çabuk ve gereksiz öfkelenmelerime bir anlam veremesem de, bu durum devam etti. Ta ki birgün nöbet nedeniyle gidemeyip de neşe ve mutlulukla bütün ailemin kurbanlarını kesmekten mahrum kaldığım o ilk kurban bayramına kadar…

O gün, -biraz da buruk- komşu apartmanın bahçesinde yaklaşık 15 kişilik bir grubun, kurbanlık bir ineğin başına toplanmalarını ve kurban edişlerini! izlemeye başladım. Sanırım içlerinde benim gibi profesyonel(!) olan yoktu (Bu işi küçük yaşta babamdan öğrenmiş ve yüzlercesini kesmiştim. Küçük ve büyükbaş hayvanların yanı sıra, hindi, ördek kaz, tavuk, tavşan, güvercin… eti yenebilecek ne varsa. Hala da kesiyorum ama artık yalnızca insan) :). Debelenen hayvanı kesme şekillerine (en hafifini kullanıyorum) müdahale etmemek için kendimi zor tuttum. Daha fazla ayrıntıya girip inançlı insanların duygularını rencide etmek istemiyorum çünkü konuyu abartan hatta saptıranlara o zamanlar ben de çok kızardım. Derisi yüzülüp iç organları çıkarıldıktan sonra o ana kadar izleyen diğerleri de (kadınlar, çoluk-çocuk) hayvanın başına gelip parçalara ayırdılar sonra da bazıları aralarında değiş-tokuş! yaptı. Ben onları şaşkınlıkla izlerken, National Geografic’de aslanlar ve sırtlanlarla ilgili bir sahneyi anımsadım birden.

Akşam TV de haberleri izlerken, daha önce ‘algı’ sınırlarım içine girmediği için, ‘farkında’ olamadığım, hemen hepimizin izlediği daha da beter birçok sahne gördüm. Yanlış olan bir şeyler vardı! Demek ki kurban keserken, mümkün olan ‘en az acıyla kesme’ ve komşu/fakirlerin doyurulması esasına tam olarak uymayanlar da vardı!. Oysa bize kalan kurban etinin, üçte biri aşmaması için çok özen gösteren babamın katı! tutumlarını hep hatırlayıp kendimize ölçü yapmıştık.. Kana bulanan kaldırımları, ortalıkta bırakılan barsak ve işkembe artıklarına görünce, kutsallığına inandığım birçok değeri sorgulamaya başladım. Büyük şehirlerde kurban esas anlamını çoktan yitirmiş gibiydi.

Önceleri kurban kesmek yerine başka bir şekilde hayır yapmaya karar verdim. Bunda din’en de bir sakınca yoktu. Buna rağmen Haç sırasındaki kurban kesme geleneğinin, biraz daha güneyde açlık çeken ülkelere neden yardım şeklinde yapılmadığını hiç anlayamadım. Kutsal kitabımızda Tanrı peygamberine, “önceki peygamberler gibi kurban kesip fakirleri doyurmasını” buyuruyordu. Bu emir, imkanı olan inananların uyguladığı, birçok yoksulun ihtiyacının giderildiği güzel bir gelenek/ ibadet halini almıştı.

Bir süre sonra hayvan kesmesem bile, kesilenleri yediğim müddetçe birilerinin kesmesini teşvik ettiğimi düşünmeye başladım (hiç görmediğimiz mezbahaların durumu çok mu farklıydı sanki!!). Oysa benim kesmem -daha az acıtarak ve hijyenik bir şekilde kestiğimden-daha bile doğruydu. Bu ikilemden kurtulmak için, en azından kırmızı eti – anatomik ve fizyolojik olarak insana çok benziyorlar! – yememeye başladım. Önceleri çok zor oldu tabi.. Etli yemeyi çok seviyordum, kebapçının hele kokoreççinin önünden geçemez olmuştum. Lahmacun burnumda tütüyordu. Her yerde yalnızca kebapçılar vardı sanki!. Herşey kademe kademe yoluna girdi. Kimseden yardım yada telkin almadan öncelikle işyerimdeki, hijyeninden, pişirilme şeklinden ve lezzetinden emin olmadığım etleri yemeyi bıraktım. Mangal olayından vazgeçmek hiç kolay olmadı tabi. Bana eskiden imkansızmış gibi gelen, bu müthiş damak keyfinden nasıl vazgeçebildiğimi hala anlayabilmiş değilim!.

Kısa bir süre sonra -en önemli protein ve vitamin kaynağı olan- etsiz de yaşanabileceğini öğrendim. Buna rağmen et sağlık açısından illaki de gerekli bir besin değildi!. En çok da arada bir toplanıp ocakbaşı yaptığımız geleneksel yemeklerimizde zorlanıyordum. Uzun süre beyaz etle idare ettim. Şimdilerde mangal partilerinin çok aranılan! bir üyesi olamasam da, gittiğimde artık pek fark etmiyor.. Bir tatil dönüşü tavuk üretme çiftliklerini gördüğümde ise ikinci adımı attım.. İşte bundan sonradır ki hemşehrilerimin gözünden iyice düştüm!!

Şimdi kırmızı eti ve kümes hayvanlarını tüketmiyorum, sırada balık ve süt ürünleri olabilir (mi?). Balık ve yoğurttan asla vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Aslında yine büyük konuşuyorum galiba! Üretim, dağıtım ve saklama koşulları doğaldan uzaklaştıkça sıra onlara da gelebilir bir gün. Etin lezzetli olduğunu biliyorum ama bir daha eskiye döneceğimi de hiç sanmıyorum.

Önce bilgi, sonra değişim geliyor. Bu süreçte bildiğim ve öğrendiğim neler bana yardımcı oldu. İsterseniz sizinle de paylaşayım :

Hiç unutmam (böyle başlayan anlatımları duymayalı uzun süre oldu:), Bir gün anneannemizi gezintiye götürmüştük. Çayırlarda anneleriyle koşup oynayan gürbüz kuzuların ne kadar şirin olduklarından bahsediyorduk ki, kulakları pek de iyi duymayan anneannemiz birden: Aah evladım, şunları şöyle bütün bütün kebap yapacaksın ki… demez mi!! Biz dumura uğradık tabi. Ancak otobur olmamın esas nedeni bu değil. Devam edelim.

Çeşitli kalp ve damar hastalıkları, felçler, erken bunama, erken yaşlanma vb. gibi birçok hastalığa neden olan ve damar sertliği! diye bilinen hastalığa (ateroskleroz), hayvansal gıdalar ve hareketsizlik neden oluyor. Hastalık sanılanın aksine çocukluk çağlarında başlıyor ve öyle belirtiler ortaya çıkınca diyete girmekle falan da pek gerilemiyor!! (Bu başlı başına bir makale konusu olabilir) Günümüzde artış gösteren birçok önemli! mide-barsak hastalığından, et ve ete katılan katkı maddeleri birinci derecede sorumlu. Çünkü et parçalanma ürünlerinin biran önce vücuttan atılması gerekiyor, yoksa çürüyorlar. Bu çürüme ya yeni mikroorganizmaları davet ediyor yada doğal mide/barsak florası bozuluyor. Tabi daha sonra çoğalan bu mikroorganizmalar size saldırıyor ( besle kargayı oysun gözünü olayı). En azından hazımsızlık yapıyorlar. Parçalanan proteinlerin okside olmasından kaynaklanan zararlı yan ürünler var. En iyimser tahminle vücut sürekli ağır işçi gibi çalışarak bu toksinleri -güçlükle- zararsız hale getiriyor. Kanserojen katkı maddeleri, sağlıksız pişirme şekilleri vs. cabası. (Neyse bu konuyu uzatmayalım)

Olay aslında beslenme ve damak tadı alışkanlığımızla ilgili. Bir kere siz yönünüzü değiştirince, bazı özlü sözler, özdeyişler, hatta Pisagor ve Plato’ya uzanan nasihatlar, et yemeyen daha birçok önemli insanın varlığı, birçok bilimsel makale yetişiyor yardımınıza. Örneğin; “Vücudunuzu hayvan mezarlığına dönüştürmeyin” ve daha yeni olanı “mezbahaların duvarları camdan olsaydı herkes vejeteryen olurdu!”, sözler. Alışkanlık sonucu -yada istenildikten sonra- kurbağa, köpek, at-eşek hatta insan(cenin) etinin bile yenilebildiğini öğrendim (bu noktada etoburlardan çok özür dilerim ama hala bunu yapan topluluklar var). Kaldı ki et yediğiniz sürece bunları bilmeden yeme şansınız da hep mümkün!

Bize göre ilkel! birçok kadim topluluklarda, savaşta yendiği düşmanının etini yemek normal bir davranıştı. Tombiş karikatürlerini sıkça gördüğümüz Afrikalı yamyam kabileler, Avusturalyalı aborjinler, kökü mayalara (toltecler) kadar uzanan orta Amerikanın kızılderili kabileleri ve daha birçokları da bir zamanlar insan eti de yiyorlardı. Sanıldığının aksine yalnızca beslenme amaçlı da değildi üstelik. Düşmanını onurlandıran ve kendilerini geliştiren, faydalı bir davranıştı bu. Bu “savaşçı”lar yendikleri güçlü düşmanın ‘erk’inin, onu yemek suretiyle kendilerine geçeceğine inanıyorlardı. Burada “yediğiniz canlıya ait ruhsal ‘bir şeylerin’ size geçmesi” inanışı gerçekten ilginç bir durumdur. Binlerce yıllık deneyimin bilgeliğini bir çırpıda yabana atan uygarlığımızın nasıl yanıldığını şimdi daha iyi biliyorum. Karakter (ruhsal yapı), bedene ve hücrelere etki ederek, hastalık ve sağlığı oluşturabiliyorsa, bedeni oluşturan maddeler de karakteri etkileyebilirdi pekala!!..(takip ediyorsunuz değil mi?).

Doğada etobur hayvanlar, otoburlara göre daha sinsi, daha atak ve daha acımasız oluyorlar, özellikle de açken. Bunun yanı sıra, yediği avını hazmedebilmek için -yeniden açıkıncaya kadar- miskin, uyuşuk ve tembel oluyor. Örneğin yılan, bir an önce yuttuğu avını hazmedip posasını dışarı atmalıdır, gecikirse ölebilir bile!!.. Oysa otoburlarda yemek sonrası bu uyuşukluk pek gözlenmiyor! Otlanmakta olan bir hayvan aniden depara bile kalkabilir..İlginçtir, ağırlıklı olarak hayvansal gıdalarla beslenen insanlarda da benzer davranışlar gözlenmekte. İsterseniz siz de et ağırlıklı beslenen bir yakınınızın yemek öncesi ve yemek sonrası davranışlarını bir gözlemleyin. (Bu bizzat bende de öyle oldu. Hatta eski halimi bilmeyen yakın arkadaşım bazen ‘sinirlerimin alınmış’ olduğunu bile söylüyor) :).

İnsanın tersine doğada etobur hayvanlar -hemen daima- yalnızca beslenmek ve hayatta kalmak için öldürürler. Karnı tokken bir aslanın bile -eğer sizden tehlike gelmiyorsa -saldırmayacağını duymuşuzdur. (Yo, yo, bunu deneyimlemedim, söyleyenlerin yalancısıyım:) ) Oysa insan genellikle, damak zevki için ve tok iken de et yiyebiliyor. Alkol, iştah açıcılar, sosyal ve keyifli bir ortam, gelişmiş gastronomi! sanatı, stres vs. bize pek aç olmadığımız halde yemek yedirebiliyor! Zaman zaman hazımsızlık vb. gibi rahatsızlıklar çeksek de çoğu zaman vücudumuzun verdiği tehlike sinyallerini göz ardı ediyoruz. Kafaya diktiğimiz sodalı/asitli bir içecek iyi geliyor!. Keyif ve ihtiyaçtan öte, yalnızca yemek için yaşayan bir dolu insan var dünyada (bir o kadar da açlıktan ölen!!). Bağımlısı olmuşuz sanki bu damak zevkinin. Bağımlılığın her türlüsü ise gözden geçirilmeli ve dengelenmeliydi. Şifa sürecini önce kendimizde başlatmalıydık bana göre (… yada kelin merhemi hikayesi).

Hayvancılık için ayrılan tarım alanlarından çok daha fazla insanı doyuracak bitkisel üretimler daha az maliyetle yapılabilir. Beslenmek için bile hayvanların öldürülmesini istemeyen insanların çoğaldığı bir dünyada, birçok haksızlıkların ve suçların da azalacağı o kadar açık ki!.. Kedisi yada tavuğu öldüğünde çocuğunu teselli etmekte zorluk çeken bir etobur bir anne, tavuk ve kuzuların kesilip yenmesindeki çelişkiyi çocuğuna nasıl izah edecek? ya biz kendimize??..(Yanlış anlaşılmasın, bu noktada et yemesinler demiyorum, yalnızca bu çelişkiye dikkatinizi çekmek istiyorum). Et talep eden bir tek kişinin bile eksilmesi, bir fark yaratabilir diye düşününüyorum (kelebek etkisi yada deniz yıldızı hikayesi). Her birimiz tek tek dünyaya ve insanlığa karşı öncelikle kendi düşünce ve davranışlarımızdan sorumluyuz. Bilmek sorumluluk getiriyor. Yavrusu kesilen bir hayvanın (eti sert olduğundan anneler tercih edilmiyor) duyduğu hüznün, bir insanınkinden hiç farkı yok. Annelik duygusu hep aynı.. (Bak şimdi!.. Vicdan mı yapmışım yoksa? :).. Haa tabi birde şu var, “Güzel diyorsun da sebzeler, meyveler canlı değil mi kardeş, onları da yeme o zaman!!” denilebilir.. Bir kere et yemeyerek de yaşayabilirsiniz ama bitkiler olmadan yaşamınızı sürdüremezseniz çünkü doğal yapımız bunu gerektiriyor. Üstelik bir meyveyi yediğimizde ona iyilik de ediyorsunuz. Tohumunu uzaklara taşıyıp üreme şansını arttırıyorsunuz. (Hatta üzüm, incir gibi meyveleri yedikten sonra def-i hacetimizi açık araziye yapıyorrsak aynı anda gübrelemiş bile oluyoruz:))). .Çelişki gibi duran bu noktada bazı radikal yaklaşımlar da yok değil, bunlar patates, pancar, soğan gibi sökülüp yenen bitkileri de yemiyorlar!!.

Otoburlukta müthiş bir doğal sinerji, kazan-kazan, alan/satan memnun durumları var kısacası.. Evrensel yasalarla ne kadar da uyumlu değil mi? Refah düzeyi arttıkça yemek için kesilen hayvanların çöpe dökülme (yenmeden bozulan, dökülen yada artık bırakılan.. ) oranı da artıyor. Gıda değeri yüksek bu atıkların hayvan çiftliklerinde sırf maliyetleri düşürmek amacıyla preslenip yeniden yedirildiği danaların nasıl delirdiğini ve delirttiğini sanırım bilmeyen yoktur. (Benzer sorunlar tavuklarda da yaşanabilir). Maddi ve manevi israf bitkisel beslenmeye oranla çok daha fazla. Sadece Birleşik devletlerde çöpe dökülen gıdanın dünyadaki açlık sorununu ortadan kaldırabileceği söyleniyor. Dünyadaki acıları bitirmek istiyorsak önce kendimiz acılara neden olmamalıyız diye düşünüyorum..(bu da ayrı bir konu, tekrar konumuza dönüyorum.)

Şunu fark ettim. Otoburların ter, ten, ağız vb. her türlü atıklarının kokusu, etoburlardan çok daha az rahatsız edici oluyordu. (Bir hayvan ve bitki ölüsü arasındaki koku farkını iyi bilirsiniz!) Dişler daha az çürüyordu (çürümenin başka nedenleri de var elbette). Cilt daha canlı, daha parlak -otoburluk abartıldığında biraz soluk- ve daha genç bir görünüme sahip oluyordu. Bunu fark etmek etkileyici olduğu kadar düşündürücüydü de çünkü otobur olduğunuzda başta sağlık olmak üzere, beslenme, kozmetik ve parfümeriye kadar geniş bir endüstrinin ilgi alanından çıkıyorsunuz!.. Merak etmeyin, hemen başka bir endüstri ilgileniyor sizinle ama inanın bu çok daha ekonomik bir ilgi olacaktır 🙂 Çünkü bu tarafta, dünyayı şu anda yöneten ve yönlendiren “daha… daha fazlasını isteee, hıır!.” mantalitesi o kadar güçlü değil!! (Bu da ayrı bir makale konusu olacaktır ileride). İşte bu noktada abartılmış otoburluğun saptırılmış yan etkileri gözünüze sokulacaktır bu büyük mekanizma tarafından!..Tabii otoburluğu da abartmamak lazım, özel insanların kendi sınırlarına meydan okumalarını bilemem ama size şu kadarını kesin olarak söyleyebilirim ki benim yaptığım kadarıyla otoburluğun, sağlıklı hiçbir insana olumsuz etkisi yoktur. İstisnalar olsa bile çözümü çok daha kolay ve ucuz.Oysa faydaları.

Birçok öğretide hatta dinlerde, arınmanın ve bedensel toksinlerden temizlenmenin bir yolu olarak oruç ve hayvansal gıdaların olmadığı bir beslenme rejimi tavsiye edilir. Bu noktada benim de zihnimi uzun süre meşgul eden bir soru gelebilir akıllara; “..Ama Tanrı, hayvanları biz onları yiyelim diye yarattı!” şeklinde. Bunun doğrusu, “..bize hizmet etmek için yarattı” olmalıdır. Etinden önce sütü, yünü, boynuzu, tüyü, derisi, binek olarak ve hatta dışkısı vs. en nihayet gerekiyorsa tabi ki eti.

Ayrıca ben yanıtını bulamadım, lütfen siz de bu konuyu iyi bilenlere bir sorunuz: Tanrı kutsal kitaplarda, yarattığı cennet tasvirlerinde; baldan, sütten, zeytinden, incirden, elmadan, hurmadan, bağdan, bahçeden, ırmaklardan hatta kevser(şarapların)dan bahsederken, neden hiç etlerden kebaplardan, pirzoladan, hatta sığırdan ve koyundan bahsetmiyor??.. Bu alışmıştan beter etobur kullar ne yer ne içerler oralarda??..Hiç düşünmez misiniz??… Ya onlar cennette kendilerini tutamayıp: ” Ey hikmetinden sual olunmayan kudreti sonsuz Kadir-i mutlak Allahım.. Şükürler olsun ki bize Adn Cennetlerini nasip eyledin, burada ortam tek kelime ile harika, bahçeler, ırmaklar, meyveler, huriler, kadeh kadeh kevser.. dünyadakilerden kat be kat güzel, ne var ki… şu aciz kulların .. şöyle bir ciğer kavurma, ..hani yarım ekmeğe kokoreç falan.. Nooolur tanrım, enbüyük sensin.. bizi mahrum etme yarabbim!!!”…. derlerse nolacak ?, Peki ya Tanrının kafası atarsa !?!…:)) İlgilenenlere fikrimi hemen söyleyeyim, bana göre cennette öyle et-met, kebap yapmak! yok dostlar!.. Çünkü cennete gidenler illa da et yemeyi istemiyeceklerdir!. Şimdiden alışmakta fayda var, ona göre, orda bir gıcıklık çıkmasın :))

Bir de geleceğe projeksiyon yapalım. Günümüzden çok çok sonraları yazılan bir tarih kitabından;
“Atalarımız 21. yüzyıla kadar ayrılık bilinciyle yaşıyorlardı. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde daha çok etle beslenen birçok insan, çok yemeye bağlı birçok ciddi hastalıkla boğuşurken, gelişmemiş ülkelerde ise milyonlarcası açlıktan ölüyordu. Her yıl milyonlarca hayvanı hunharca boğazlayan ve etlerini de yiyen bu ilkel davranış ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki ‘Büyük Kaos’tan sonra değişti. Doğayla uyumlu ve birlik bilinciyle yaşamayı öğrenen bazı atalarımız, bugünkü mükemmel dünyamızın temelini attılar.

Bu küçük konu bile istenildiğinde bakış açınıza göre daha fazla genişletilebilir. Zamanla her şeyin her şeyle alakalı olduğunu daha iyi anlıyorsunuz (kuantum ve birleşik alan teorisi). Hayatta; zihnimize, yaşamımıza ve içimize aldığımız şeylere çok ama çok özen göstermeliyiz, aksi takdirde öyle düşünür (ve davranır), öyle yaşar ve öyle OLuruz! Biliyorum ki; Her şey seçimlerimize bağlı ve her seçim de bir sürece.. Hiçbir zaman hiçbir şey için çok geç değildir…Dünyayı değiştirmek mi istiyorsanız, öyleyse kendinizden başlayın. Ya bir süre sonra yaşanması muhtemel o zor günleri atlatabilecek ve sonrasında da çok güzel bir dünyayı yaratabilecek bir farkındalıkla yaşayacağız ya da bağımlılıklarımızı, alışkanlıklarımızı ve öğrendiklerimizi hiç sorgulamadan, hep olduğu gibi yaşamaya devam edeceğiz. Öncelikle bir karar verip sonra da bir yerlerden başlamak gerekli..

“Yani ya ot gibi yaşayın yada ot yiyin” demiyorum ama yaşamak için yiyin, yemek için yaşamayın diyorum:)) Sizi seviyorum.. Hepinizi…

Düşünce yolculuğumda bana buraya kadar eşlik ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Biliyorum ki, YOL uzun, aşılacak daha çok sınırlarımız var. Bu yazıyla birlikte size ‘bir şeylerin’ farkına varmanızı sağlayacak yoğun bir enerji de sunuldu (sevgi ve düşünce de bir çeşit enerjiyse eğer!). Farkındalığınızı arttıracak olan bu enerjiyi hissettiğinizde lütfen geribildirimde bulunmaktan çekinmeyin.

Seyit Aydoğmuş