Bilmiyorum, neden bu kadar suskunuz?

Hayatımızda çok sıklıkla karşılaştığımız ya da karşılaşacağımız sorunlara karşı susturulmuşuz?

Savaş esnasında birbirine bağıra bağıra saldıran erkeklerin arasında hep çiçeği, böceği savunan yerine konulmuşuz?

Ya da diğer yandan mesela, erkeklerin orgazm süreleri, geciktirici spreyleri, küçük Edi ya da Büdü’ leriyle konuşmaları çok olağan da, “ Kadınlar için Viagra hapı falan var mı?” diye sorulduğunda eczacıların dili tutulur?

Erkek cinselliği övünülerek paylaşılmaya elverişlidir de, kadınlar orgazm olamadıklarını söylediklerinde hep erkek bakış açıları olaya çare bulmaya çalışır?

Hep erkekler kadınlar yerine başörtüsünü, orgazm olamama sorununu tartışır durur?

Tuhaf değil mi? İsminden dolayı Vajina Monologları diye oyun ülkemizde yasaklanmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Oysaki, gidin bakın süpermarketlerin raflarına penisle ilgili ürünler serpiştirilmiş, alınabilir, sorulabilir kılınmış, renklisi, kokulusu, tırtıklısı, pırtıklısı çıkarılmıştır.

Bu sorularla konunun alakası biraz uzak kaçabilir ama anlatmak istediğim, toplumumuzda hamileliğin, hamile kalma aşamalarının, sonrasında gelişenlerin paylaşımı konusunda kollektif bir suskunluk yaratılması ve bu durumun bana yine aynı sorguladığım sessizliği çağrıştırması. Kadınların kendi aralarında olan bilgi aktarımı zayıflığının her yeni yaşananla yeni bir keşifmiş izlenimi yaratması hiç sağlıklı değil.

İşte bu sebeple, şu son ayları kapsayan dönem boyunca kendi başımdan geçen ve birçok kişi tarafından kişisel (!) olarak algılanabilecekleri buraya taşımayı uygun buldum. Bu konuda karar vermek ve özeli açmak kolay olmadı ama gördüm ki içimde kalırsa daha farklı bir şey yazamayacağım ve bu, sürekli kafamı meşgul edecek.

İkinci bebeğimi kaybedeli iki hafta geride kaldı. Hayatım boyunca ne zayıflıktan haz ettim, ne de arabesklikten. Birincisinde geçirdiğimiz olaylardan sonra araya bu kadar zaman girmesi herkes açısından daha hayırlı olacaktı. Maddi ve manevi anlamda “Hazır mıyız?” sorusuna yanıt vereceğimiz an gelmişti ve iki numaraya kapıyı açmaya karar verdik. Bu karara varabilmek yedi yılı geride bırakmayı gerekli kılmış demek ki.

Önce, yapılması gereken düşünüldü. Nedir? Jinekoloğa gidilecek, hamilelik öncesi bizi hayatta tutan mekanizma sağlam mı baktırılacak, kan testleri yapılacak. Okumuşuz, etmişiz, o kadar tecrübeyi geride bırakmışız, değil mi? Bir arabanın bile senede iki kez bakıma girdiği düşünelecek olursa bu konuda da ne kadar geçiştirme odaklı olduğumuz anlaşılır sanırım.

Hani, beynimizin arkasındaki o cahil, kazma taraf doktora gerektiği kadar gidildiğinde bile utanıp sıkılır, zaman zaman sesini yükselterek “ Hastalık hastası seniii!” diye azarlar ya bizleri. Ya da başımıza bir şey geldi tam anlamlandıramadığımız bir anda hemen konuşmaya başlar; “ Yahu, amma kendine bakıyorsun, köylerde kadınlar nasıl doğuruyor?! Bir de son dakikaya kadar çalışıyorlar, hatta bebeğin kordonunu hemen oradaki taşla kesip, bebeği bağladıkları gibi sırtlarına alıp eve geliyorlar, çıtkırıldım sende!”

Hasta olmadan doktora gitmeyiz, dişimiz çürümeden dişçiye… Böyle yetişmişiz. Şimdi bakıyorum da, bize ne konuda alışkanlık kazandırılmışsa tersini yapıyorum benim ufaklığa.

Bu arka sesleri yazmamın sebebi, her iki hamileliğimde, değişik bir durumla karşılaştığımda o sese kulak vermemde. Bunu acaba kaçımız yapıyordur bilmiyorum ama yok sayılması benim için zor olduğundan olsa gerek yazıda aralara o sesleri serpiştirmeyi uygun buldum.

Geçen senenin sonuna doğru hamile kalmaya karar verdim. Evet, hayatımda ilk defa kendimi gerçek bir kadın gibi olgun hissedip, kızıma bir kardeş, ailemizi dört kişi yapabilme güdüsü ile bir yola çıktım.

Arkadaşlardan jinekolog taraması, ardından muayenehanesi başka bir yerde olup, bize yakın hastanede de çalışan bir doktorun adını aldım. Tanıştık, konumuz neydi konuştuk ama ne olursa olsun acaba farklı mı anlaştık bilmiyorum, karar verdiğimizi öğrendiğinden ve araya yedi sene girdiğinden midir nedir doktorun kafasındaki teller karıştı. Bana ilk gidişimde haplar önerdi ben de “ Teşekkür ederim biz yaparız.” diyip ayrıldım yanından.

İkinci gidişte, kan testi yapılacak ve smear test. Bekle ki smear test yapılsın, zaten bana O “ Adetinizin ortasında gelin.” demiş. Aklım karıştı, neden adetin ortası?

Zaten meğerse amaç, bana verilecek ilaçların hazırlığını yapmakmış. Biz çocuk istiyoruz dedik ya, hanım tepeden indirilme çocuk anladı sanırım.

Görüşme sırasında kendimi yarışta hissettim, odayı bir terketsem dönmeyeceğim ama o sırada nezaket kuralları da geçerli. Haplar, adet bittiğinde gidiş ve iğneli tedavi… Allah Allah! Bir de kan testi verildi, bu test benim bu ilaçlara yanıtıma bakacakmış falandı filandı. Bir karışıklık hali hakim ama…

Eczacıya gittim, “ Madem hamile kalmaya karar verdin,” dedi içimdeki kazma, “ O zaman beklemenin ne alemi var ki, al işte ilaçları hop hamile kal!”

Eczacı kadın Irak’dan üç oğluyla kaçıp gelmiş, bana annevari bir tavırla “ Hadi hayırlısı, ikizlerin olur inşallah!” diyince benim tepkim kötü oldu tabi ki. “ Yok.” Dedim “ Kalsın ikiz falan istemiyorum ben. Tek parça, sağlıklı bir çocuk olsun, bize yeter.” E tabi “ Allah bilir”ler, “ Allah’ın işine karışılmaz, O verdi O aldı.” türü konuşmalar ve biraz da Irak sohbetinden sonra ilaçlardan iki tanesini orada alıp, eve geldim.

O akşam, terleme, kalp çarpıntısı ve yumurtalıklarda acayip bir yoğunlaşma başlayınca ve ikinci sefer aldıktan sonra eşime danışmaya karar verdim.

Ardından, internet araştırması ve verilen ilaçların hamile kalamayanlarda yarım dozla başlatıldığı (benimki iki kat!) ve ardından haplar etkili olmazsa bu sefer iğneye başvurulduğu ( bana hemen bir sonraki adet döneminde mi ne iğneyi verecek, çağırdı, imdat!) ve daha bitmedi, bütün bunların çoğul gebeliği arttırıcı fonksiyonları da işin içine girince, ben bizimkiyle pes dedim artık!

Ertesi günü doktoru aradım. Yan etkileri okuduğumuzu, bizim zaten ikiz hamileliğini doğal yolla yaşamış, dili yanmış insanlar olduğumuzu, benim bu ilaçları kesinlikle kullanmayacağımı anlattım. Cevap ise gayet sakin; “ E tabi siz bilirsiniz!”

Sonra düşündükçe işin içine daha fazla girdim. Demek ki, oraya giden her kadın bir kuluçka makinasına dönüştürülüyor. Bu konuda o kadar hırs yapmış insan var ki, hani ben de hamile kalamayan biri olursam doktorumun başarısızlık hanesine bir çentik daha gelecek, aman Allah korusun! Sonra onlara kim para kazandıracak? Kim bu değirmenin suyunu taşıyacak?

O olayla arka kazma ses yine devreye girdi; “Sanki herkes hamile kalmaya önceden karar verip test mi yaptırıyor ki, sonuçta senin bir çocuğun o kadar olumsuzluklara karşın sımsıkı ayakta kalmayı becermemiş mi? Bu tip doktorlar bu işe balık olta meselesi gibi bakıyor. Hem, hamile kalacağın ne malum? Kalırsan gidersin olur biter!”

Haa, sahi! Öyle ya, hep hamilelikler plan program dahilinde mi? Ona bakarsan tecavüze uğruyor kadın da, ay içinde o dört güne denk geldiği için hiç istemediği bir çocuğu bile doğurmuyor mu? Bunların eline alet olmaktansa olmaz olsun! dedim. Bakar mısınız? Doktorun ticaret bazlı düşüncesinden, ben kendimi ve bebeğimi riske atacak bir karar veriyorum. Cahillik değil de nedir bu?!

Tabii o zaman için bu şekilde düşünmüyorum, arka kazma ses olayı ele geçirmiş durumda. Karar verildi, uygulamaya geçildi.

Zaman geçti, devran döndü. 11 Şubat gibi hamilelik testim pozitifi gösterince dünyalar resmen benim oldu. Hani, boğazınıza doğru çıkan bir sevinç vardır, aynen öyle. Arabayı kullanıp ufaklığı okuldan almaya giderken içimdeki ses “Zaferrr!” diye haykırıyordu.

Hamileliğim beni gerçekten hayrete düşürecek kadar olumlu geçti. O doktora bir daha gitmedim ve kendime yakın hastaneden başka bir doktor bulduk. İlk görüşmemizde bebeğin kalp atışlarını görmek için bir hafta sonraya randevu aldım. Ve onuncu haftaya nasıl geldiğimizi hiç anlayamadım. Yedinci haftada bakılan ultrasonda kalp atışlarını gördük, ben kan ve idrar testimi verdim ve çıktım.

Onuncu haftayı bitirirken vücut gerçekten de kendini hamile şeklinde algılamaya başlamış, Nisan’ın 14 ü için tekrar bir randevu alınmıştı. Ben, kızımla babasını okula yollayıp yatağa dönüyordum, elimden geldiğince minimum iş yapıp, hiç ağır kaldırmıyordum. Mide bulantıları genelde öğleden sonra ve akşamları birincisine nazaran sinek vızıltısı kıvamında hissettiriyordu kendini. Çok mutluydum. Sürekli aynı bedende nasıl bu kadar farklı bir hamileliğin yaşandığını düşünüyordum.

O sırada, çıkacak kitabımın son aşamaları iyice hızlandı, kapak çalışmalarında karar kılmaya çalışıyorduk. Hatta, bebeğimle kitabımın çıkış zamanının aşağı yukarı kesişiyor olması beni çok etkiliyordu. “Bağıra bağıra geliyor ufaklık.” diyordum. Kızımın eski kıyafetlerini çıkarttım, yıkadım, hafif ne alınabilir eksik nedir düşüncesine teslim olmaya, çevreye bile bakınmaya başladım…

Derken 10. haftanın bitişiyle iki gün önceden uyku uyuyamama gibi bir sorun peydah oldu. Hamilelik ve adet dönemleri kadınların ciddi rüyalar gördükleri, hatta benim için boyut değiştirdikleri dönemlerdir. Benim, bu hamilelikte gördüğüm rüyalar hep deniz ve su üzerine yoğunlaşıyordu oysaki. Hatta, şüpheli gecelerden birinde karnımın üzerine dönüp yattım ve kendi kendime “ Allah Allah normalde rahatsız olmam gerekmiyor mu?” diye sordum.

Perşembe akşama doğru ilk kanama denilen ama öyle aklımıza geldiği gibi bir kanama olmayan durumla karşılaştım. Beni esas diken diken eden şey kasık ağrısıydı. Biliyorum, doğum anı da hep o ağrıyla başlar. Bu, şiddetli bir kasık ağrısı.

Doktorumu ilk an aradım ama yok, yok, yok! Cep cevap vermiyor, geri de dönmüyor derken kazma arka ses tekrar burnunu soktu “ Bazı kadınlar iki ay hamileliklerinin üzerine adet görüyor da anlamıyorlar bile hamile olduklarını, öyledir bu!” Gittim, adet olası dönemlerime baktım bu sefer. Evet, tutuyor mu ne?!

Yine de aramalıyım! En sonunda Cuma günü dışarı çıktık, kesilmişti, sevindim. Ama akşama doğru tekrar aynı ağrıyla gelince, eşime “ Tamam!” dedim, “ Bu işte bir terslik var!” ve acili aradım. Doktorumun yurt dışında olduğunu da o an öğrendim. Asistan jinekologla görüşüp, ismini vererek hastanin acilinden girebileceğimi ve gitmem gerektiğini öğrendim.

O, öyle bir duygu ki, “Sakin ol!” diyen birini o an boğazlayabilirsiniz. Çünkü, bebeği koruma içgüdüsü devreye giriyor. Halbuki ben sakinim ama kafa sürekli karışıyor, bir huzursuzluk geliyor gidiyor ya.

Akşama doğru… Kızım ve eşim evde, hastaneye gitmek üzere yola çıktım. Nasıl bir yoğun trafik, arabayı park edecek zırnık yer yok, beynim karman çorman. İç sesler hep birbirine karışıyor. Ve kapalı park alanında tam güzel bir yer bularak, içeri girmeyi başardım.

Özel sağlık sigortası… Bambaşka bir tecrübe. Hemen, kapıda beklenilmeden, herşeyin hemşireler yardımıyla kotarıldığı, kart gösterme ve bir miktarın ödenmesi işlemi. Ultrasonografiye…

Kalp atışlarını göremedik, ben sürekli “ Emin misiniz?” dedim durdum. Kanamanın geldiği yeri gördüm bir de. Kızcağız “ Size doktorunuz gerekli açıklamayı yapacak.” dediğinde zaten tamam, anladım.

Peki neden? Ya deliricem, bunca tersliğe rağmen doğum yapana karşın neden, neden, neden?!

Ağladım, eşimin sesi diğer taraftan kesildi, yine de elimizdeki yavrumuzun kıymetini bir kere daha anladık sanırım. Bir arkadaşa telefon açtım, O’nunla dertleştim, doktor bana sarıldı, hemşirelerden bana refakat eden üç düşüğünü anlattı.

Dokuzu biraz geçe ameliyata alınmıştım. Herkes elinden geldiğince beni rahatlatmaya, sıkıntımı dindirmeye çalıştı. Konforlu bir odada, televizyonumla beraber ama çok, çok büyük bir boşluk…

Ameliyattan çıktığımda genelde narkozdan sonra bağırırmışım ama burada çok sakin olduğumu söylediler. Daha kaç çocuğum olurmuş, çok sağlıklıymışım, herşeyim normalmiş, şuymuş buymuş…

Bebek? Erkek miydi kız mıydı? Yok bilmiyorlar henüz çok ufaktı. Peki, nasıldı? Soruya bak, nasıldı? Nasıl olabilirdi ki? Yalnızca yeni ölmüştü, bunu söylediler. Daha herşey yeni olmuş dediler.

Ertesi güne gelmek ve beni taburcu etmek üzere doktorum ayrıldı. Ben, artık O’nunla devam etmeye karar verdim. Torch testi denilen bir test yapılacak denildi, kan alınacakmış yine. “Bulmaya çalışacağız ama bazen bunun sebebi olmayabilir, anormaliyi doğa bu şekilde eler” diye eklediler.

Bana yanıt oldu mu? Hiç sanmıyorum ama en azından manevi anlamda her şeyi yaptıklarını, beni neşelendirmeye çalıştıklarını gördüm, o bile yeter. Asistan doktor geldiğinde kanımdaki kızamıkçık direncinin sıfır çıktığını söyledi. E peki ben kızamıkçık olmamış mıydım? Olmuştum ama demek ki yanlış biliyormuşum. Kazma arka ses bu konuda utanç içinde olduğu için konuşamadı bile.

Hamilelik esnasında kızamıkçıkla karşılaşılsaydı, o zaman ne yapacaktım? Tarlalarda doğuran kadınlar gibi doğuracak mıydım? O tarlalar ve kadınlar hikayesi bir yana, insanlar eskiden kadınların ölme sebeplerinden en önemlilerinden birinin doğum olduğunu da unutturmaya çalışıyorlar belli ki. Bu, hiç küçümsenecek bir durum değil. Üstüne üstlük hala bu kadar tecrübe geçirdik diyen ben bunu yapıyorum. Hala!

Sabah, gazetelerim geldi, kahvaltıda ne istediğim soruldu, bütün gece uyumamıştım, elimde serum, ilk tuvalete kalkışım hep gözlemlendi, ben de ilk tecrübelerimdeki gibi hemen kalkmaya falan çalışmadım, su diye tutturmadım ve dolayısıyla bayılma tehlikesi de atlatmadım.

Torch, bu tip durumlarda sebep öğrenmek adına yapılan bir kan testi. Kanda, herpes, CMV ( Cytomegavirus), toksoplazma ve kızamıkçık var mı onlara bakılıyor. Kızamıkçığa karşı direncim olmadığı daha ilk hamilelik sonrası yaptırdığım kan testinde de ortaya çıkmıştı ama vücuda giren bir virüs yok, onu biliyorum. Diğerlerinden toksoplazma olmadığımı, herpesin de negatif olduğunu tahmin ediyorum. Evde kedi yok, dolayısıyla kedi kumu ile temas falan da yok. Acaba son zamanlarda iyi yıkanmamış bir şeyler mi yedim?

Çok yorgunum… Hala beden kendini tam tamir edemedi. 15 güne yaklaşmamıza ve bu dönem normal kabul edilmesine rağmen kanama devam ediyor. Bazı şeyleri konuşmak ve yazmak eğreti gelebilir ama bunlar gerçekten de eğreti kabul edildiği için paylaşılamıyor. Paylaşılmayınca da bizler, herşeye karşı çok hazırlıksız yakalanıyoruz.

En son noktayı geçen haftaki telefon konuşması koydu. Kanımda CMV bulundu. Minik bebek maalesef bu virüsle karşılaşmış. İnternete girdik sonra. Virüsün pek fazla bilinmemesine karşın ne kadar sıklıkla insanları etkilediği, Amerika istatistiklerine göre 40 yaşına kadar % 50 ile %85 aralığında kişinin bunu çocukluğunun belli dönemlerinde geçirdiği, hamile olan bir kadının ilk defa karşılaşma riskinin %1 ve %4 aralığında seyrettiği…

Herşeyde olduğu gibi bu durumdan çıkartacağım eksi ve artı sonuçlar var. Herşeyden önce hamile bir kadının, hele de evinde çocuk varsa çok fazla kaşık, çatal ve bardak paylaşımına gitmemesi, öpüşmelerden özellikle kaçınılması gerekiyormuş. Her halukara karşı, aynı havayı solumak bile bir hastalığı tetikliyorsa yapılacak ne var ki? Olsun, önlemini al, yapılması gerekeni bil sen!

Bu virüs bedene girdiğinde ilk karşılaşmada fetüsü etkileme oranı reaktive olmasından çok daha fazlaymış. Dolayısıyla, girişten sonra bir tedavisi yokmuş, ancak belki 20. haftadan sonra karşılaşılsaydı bebeğimin yaşama şansı da artacaktı.

Ama, etkilenme şansı azalacak diye bir şey yoktu, bir diğer yandan kızamıkçık korkusu başlayacaktı. Evde çocuğu olanlar bilmeliler ki okul ortamından gelebilecek sayısız hastalıkla karşılaşabiliriz. Bunu nasıl önleyecektim? İmkansız…

Hani, lisedeyken “Çok okuyan mı, çok yaşayan mı bilir?” diye münazaralar yapılırdı. Bilmediğimiz bir şeyi okur muyuz ki? Hayatımıza girmeyen, tecrübe etmediğimizle ne kadar ilgileniriz? Dolayısıyla okuduklarımız zaten ilgilendiklerimizdir, hayat ise önümüze gelen herşeyi deneyimlememizi sağlar diyebilir miyiz? Yani, bu iki düşünce birbirine alternatif değil de tamamlayıcıdır desek?

Şimdilerde kızamıkçık aşısı bekliyoruz.

Madem bir yola girilecek, bakım, onarım çalışmaları yapılacak ve o köyde tarlalarda ya da mağaralarda falan doğum yapan kadınlar hikayesinin saçmalığına karşı dimdik durulacak.

CMV virüsü’ne karşı bir direnç oluşturuldu ama bunun dışında yapılması gereken ne varsa doktorla onlar konuşulacak.

Hangi zamanda, hangi imkanlarla yaşanıyorsa ona uyum sağlanacak.

Ve paylaşılacak.

Utanılmadan, sıkılmadan…

Tecrübelerimiz birbirimize ışık sağlayıncaya, bu hatalar tekrarlanmayana dek…

Reyhan Bull