KANSER : BİR’liğin Arızalanması

Tüm sevdiklerimle paylaşmak istediğim özel bir şey var. Bunu o kadar özel bulmamın nedeni, konunun bizzat Ben ve Funda arasında yaşanmış ve halen yaşanıyor olması. Başlangıçta her şeyin Funda’nın başına geldiğini düşünüyordum. Zaman geçtikçe mesele Funda’yı aştı. Olan bitene ben ne zaman ve nerede bulaştım hatırlamıyorum. Ama dahil olmamın nedenini artık az çok sezinlediğimi söyleyebilirim. Funda’ya kalsa bunların hiç biri kimseyle paylaşılmadan, öylece bir yerlerde kalırdı. Ben ise bu konuda ondan farklı düşünüyor ve farklı şeyler hissediyorum. Funda’nın yaşadıklarının sadece ona özel olmadığını, başa gelen her şeyin kolektif yaratımın bir parçası biçiminde okunabileceğini ve bireysel tutumların potansiyel olanı şekillendirmede büyük rolü olduğunu görebiliyorum. Eğer haklı isem, yaşanan şeylerin nihayetinde süzülen bilgi çok değerli hale geliyor.

Bu tür bilginin içlerimizde donup, saklı kalmasına yol açan seçimlere hakkımız var mı? Neredeyse uzlaşmamız yedi yıl sürmüş olsa da, şükür ki Funda ve Ben bu konuda benzer düşünür hale gelebildik. İşte bu nedenle Biz şimdi burada, üstümüzdeki emaneti payımıza düşen şekliyle paylaşmayı seçiyoruz. Bazen Funda’nın bazen Ben’im sözcüklerimle akacak olan bu hikayenin hayrı olacaklara erişmesi dileklerimizle.

Hikayeme Giriş Niyetine

2007 senesi, Funda adı ile kanser kelimesini yan yana getirerek bana inanılması çok güç bir sürpriz yaptı. Ben, aile geleneğine sadık kalarak kalp krizi ve benzeri bir son beklemiştim hep. Kanser de neydi şimdi! Hani kanser -verem gibi- çok içli, hayatla barışık olmayan, karamsar kişilere reva olan bir hastalıktı? Eski Türk filmleriyle büyümüş bir kuşak olarak bu tabloya çok aşinaydık biz. Oysa benim gibi şu dünyaya isteyerek gelmiş, burada olmaktan büyük keyif alan, eğlenen birinin kanserle hiç işi olamazdı… diyerek ben yıllarca kendimi mi kandırdım yoksa? Bir yerlerde büyük bir yalan var. Ya Ben bu yalanın parçasıyım ya da kanserin belirli bir kimlik tercihi yok. Belki de daha karmaşık bir olasılık olarak, hem o hem bu.

Bu temel soru, hepimizin çok iyi bildiği “neden ben” repliğinin daha süslü bir ifadesi olarak yıllarca zihnimde asılı kaldı. Şu hayatta bazı cevapların istediğim anda bahşedildiğine tanık olmuştum, burada neden olmasındı? Kanserle olan bağım ilerleyip derinleştikçe, bu sorumun neden öylesine kolay, öylesine açık ve hızlı cevaplanamadığını anladım. Bunu en basit haliyle şöyle açıklamam mümkün sanırım.

Beden, katrilyonlarca parçanın eşgüdümlü, uyumlu ve dengeli biçimde iş görerek var ettiği olağanüstü bir varlık. Onu olağanüstü kılan tam da bu yapı, yani onca parçanın, tek bir bütüncül hedef için varlığını ve niyetini koruyarak işlemesi ki bu da bedenin BİR’liğini korumak amacıyla gerçekleşiyor. Kanser ise, bedendeki bazı hücrelerin bu BİR’lik tutkusundan vazgeçerek ölçüsüz ve aşırı biçimde çoğalma kararı almaları demek. Dengede bir bedenin bağışıklık mekanizması, her gün ortaya çıkabilen bu arızalı hücrelerle baş edip onları ortadan kaldırırken arıza, bağışıklık mekanizmasının sınırlarını aşarak BİR’liği tehdit etmeye başladığında kanser denilen olgudan söz eder hale geliyoruz. O halde KANSER öncelikle bedenin BİR’liğine tehdit bir ARIZA hali.

Peki beden ne? Bedenimin, bir et parçası olmanın çok ötesinde meziyetleri var. Hissediyorum; duygu, düşünce, tasarlama ve yaratım yeteneğine sahibim. Elbette bunlar bedensel varlığım üzerinden yürüyen şeyler ve hepsi beden denilen varlığı en derin biçimde, hücresel düzeyde etkiliyor; tersi de geçerli kuşkusuz. Tüm bu etkileşim ağı bedeni gözlemleyebildiğimizden daha derin ve karmaşık bir olgu haline getiriyor. Dolayısıyla bir yandan şu ya da bu yolla gözlemlenebilen, öte yandan tümüyle BEN’im içimde olup biten, saklı şeylerden oluşan bir bütünden söz ediyoruz “beden” derken. İşte tam da bu nedenle, o denli karmaşık bir varlığın BİR’liğini tehdit eden ölçüde bir arızanın kaynağı üzerine konuşmak pek kolay değil. Bunu bir tür bilinmezlik yaratma niyetiyle söylemiyorum. Tam tersine, yapının karmaşıklığına eşdeğer bir algılama biçimine ihtiyacımız olduğunu ve “neden ben” sorusunun bu çabayı hak ettiğini söylemeye çalışıyorum.

Ben cevaplarımı ararken en çok bu yeni algıyı oluşturma sürecinde takılıp kaldım. Başlangıçtaki algıma göre, başıma gelen kanserin bir suçlusu olması gerekiyordu. Öyle ya, hayatı bu kadar seven Funda niye ölmek istesin, bu mutlaka benim dışımda olan bir şeyin işidir ve de elbette hayatıma kast ettiği için suçludur!

Yediğim, içtiğim, soluduğum, sürüp sürüştürdüğüm şeylerin her biri bu suçun faili olabilirdi. Evet! olabilirdi ancak bu tespit kanserin kişilere bağlı olarak değişen durumunu pek açıklamıyordu. Çevresel etkilerin kanser yapıcı gücü olduğu doğruydu ama buna karşılık, etkiye verilen yanıtlar neden kişisel bir karakter sergiliyordu? Aynı çevresel etki altında kalan kişilerin bir kısmı kanser olurken diğer kısmı sağlam kalabiliyorsa, dolaşık bir ilişkiden söz ediyor olmalıydık. Bunu fark ettiğim noktada, bu kez suçluyu içimde aramaya başladım. 46 yıl boyunca özene bezene oluşturduğum, sürdürmek için çoğu kez canımın çıktığı kimliklerim, inançlarım, düşünme biçimlerim özetle yerleşik tüm kalıplarım içimde beni bekliyordu. Epeyce kıymetli bir zamanı dışarıda ve içerde suçlu aramakla geçirdikten ve kanserle giderek ense- tokat olduktan sonra sarıldığım suç kavramının olan biteni yeterince açıklamadığını nihayet fark ettim. Algımdaki bu değişiklikle birlikte, “neden ben” sorusu ile çıktığım yol da değişti. Eski bir öğrencimin bana takıldığı şekliyle ve de plancı jargonuyla söylersem, üzerinde yürüdüğüm yeni yol “makilik, Fundalık, farkındalık” yoluna dönüştü. Arazi elbette çok zorlu ancak daha öğretici şimdi.

“Kanserim” ve hatta “kanserlerim” bana, hayata dair ve kendimle ilgili pek çok şey gösterdi. Bunları daha acısız biçimde öğrenebilirdim muhtemelen, ancak becerememiş olmalıyım ki o imdadıma yetişti. Ve yeterince açıklık kazandığım an, birlikte yazdığımız bu hikayeyi ardında bırakarak usulca hayatımdan çıkıp gideceğini biliyorum.

 Bölüm 1: Aa Kanser Olmuşum… Yok Artık!

İzmir’de 2007 sonbaharı. Yaz kaosu, yerini bildik ve sevdik kent rutinine bırakmış. Nihayet üzerime ince hırkalar alıp, pikelere sarınacağım. Dahası ne çok sevdiğim okulum açılacak. Öğrenciliğimi de katarsam yirmi yedi yıldır bu üniversitedeyim. Ağacı, taşı, kokusu her zerreme işlemiş… Bunca zamandır nasıl oluyor da hala her yeni dönem başlangıcında aynı keyfi duyabiliyorum? Pırıl pırıl yüzler, yürekler, yepyeni fikirler, doyurucu paylaşım ve öğrenişler… Bunlar varlığımın bütünüyle “şimdi” de durabilmesine; kalabilmesine olanak veriyor, sanırım cevap bu. Ve elbette bu sonbahar da tıpkı geçmiştekiler gibi başlayacaktı. Neden farklı olsundu ki?

Gerçi itiraf etmem gerekirse, o yaz benim açımdan biraz sıkıntılı geçmişti ve bu nedenle biraz kaygılıydım. Karnımın alt kısmında fark ettiğim o basit şişkinlik için ortalığı velveleye vermedim; ama bu tuhaf gelişmeden de hoşnut kalmadım. Neredeyse öküz kadar sağlam bir bünyem olduğundan bunun da altından kalkarım diye düşündüm. Ayrıca annemin hastalıkları sürecinde yaşadığım deneyimler nedeniyle hastane, hastalık, hekim üçlüsünden hep nefret etmişimdir. Zorunlu hale gelmeden ağzımı açmamamın sebebi bu. Farklı tıp dallarını ilgilendiren hastalıklarıyla karma karmaşık bir hasta örneği olan annem, derdine derman bulmakta hep çok zorlanmıştı ve onun her açmazı benim önüme düşen yeni bir sorun demekti. Hiç bilmediğim bir alandan önüme düşen bu sorunları aşmak için neredeyse tıpta var olan pek çok alanda korsan ihtisas yapmam gerekti. Ben de elimden geleni yaptım. Dahası çok yakın bir zamanda eşim by-pass ameliyatı geçirdi ve benzer süreçler şu ya da bu düzeyde yine tekrarlandı. Kendini yaka paça bu üç H’den dışarı atmış biri olarak, tekrar bu döngüye girmemeye çok kararlı olmama şaşırmamak gerek. Ancak bu konuda sonsuz bir özgürlüğe sahip olduğumu da söyleyemiyorum, çünkü eşim bir hekim.

O yaz karnımdaki şişkinlik hakkında kendi kendime koyduğum hazımsızlık teşhisini başlangıçta çok beğendim. Ancak probiyotik yoğurtlara dadanarak yaptığım tedavi pek işe yarar görünmüyordu. Yoğurt koleksiyonum ve şişkinliğim eşdeğer biçimde büyümekte iken İnan (eşim) durumu fark etti. Beni bir hekime götürme çabasının nafile sonuçlanacağını bildiğinden, “ultrasonla şuna bir bakalım” Fundacım” taktiğiyle beni çalıştığı hastaneye gitmeye ikna etti.

Arabada durumu hafifletici konuşmalar yaparak hastaneye vardık. Ultrason masasına yattım ve alet karnımda gezinmeye başladı. İnan’ın ve hekimin yüz ifadelerine bakarak ultrason verilerini okumaya çalışıyorum. Hekim arkadaşımız gördükleri karşısında gergin, işlem tamamlanınca “bir kadın doğum hekimine bir an önce görünmenizde fayda var” diyerek aleti kapattı. Hmmm, bir kadın doğum hekimi, üstelik bir an önce!

Kızımın doğumundan beri, yani uzun yıllardır kadın doğum hekimine gitmemişim. Bildiğim tek kadın doğum hekimi de zaten annemin hekimiydi ve bana kızımı armağan etti. Yeni bir hekim bulmam gerek. Aklıma, bizim bölümdeki neredeyse tüm kadın takımının takdirle andığı o isim geldi. Hemen kendisinden ertesi gün için randevu alındı ve bu sonbaharın geçmiştekilerden farklı seyredeceği daha o anda içime doğdu.

Sabah erkenden yola çıktık. Arabada pek kayda değer bir konuşma olmadı. Hastaneye ulaştığımızda hekimimiz bizi bekliyordu. Ciddi ama gözleriyle gülümseyen bu adamı sevdim. Hikayemiz baştan sona dinlendikten sonra ultrason odasına alındım. Bir köşede ultrason duruyor, önünde dandik bir tabure ve yanında hasta yatağı. Odanın gerisi, duvarlar boş ve pencere olmadığından içeriye tatsız bir ışık hakim. İnsan ruhuna dokunmaktan aciz bu özensiz uzayda uzanmış, bedenimde saklı bilgiyi zerafetle okuyan aleti hayranlıkla izliyorum.

Başıma gelenleri usul usul anlatıyor hekimim. Kitlemin yaklaşık ölçüsü 8 çarpı 12 mm imiş. Çevresi bol damarlanmaya sahipmiş ki bu da onun risk katsayısını arttırıyormuş. Bu bir enfeksiyon olabileceği gibi, kanserli bir doku ile karşılaşma olasılığımız da varmış… mış… mışşş! Sonuçta anladım ki bir kitlem var. Tamam! Ne yapılacak şimdi? Tamam! Dinlemedeyim merkez. Tamam! Bir de kan vermem gerekiyor. Tamam! Şu odadan bir çıkayım. Tamam! Sigara içmem gerek, valla her şeye Tamam!

Bekleyeceğimiz bu süreyi hastane terasında, açık havada geçirmek istiyoruz. Hava kapalı. Yağmur bulutlarıyla kararmış bir göğün altında kahvelerimizi yudumluyoruz. Bu anı nasıl yaşamalıyım? Ağlamam mı gerekiyor şimdi? Ama hiç ağlayasım yok! Sussam mı? Karşımda duran İnan’ın gözlerini mi okusam yoksa? Dua için erken sanki. En iyisi derin nefesler alayım ve kahvemi içeyim. Elimde patlayan bu şeyle ben şimdi ne yapayım?

Kitle sözü pek hoş değildi, kötü bir şeyler çağrıştırıyordu ama yine de içimden bir ses “Bu da yoluna girecek Funda” demeyi sürdürüyordu ısrarla. “Kimsin sen? Heyy kim var orada”? Tam kendi kendime söylenirken hastanenin duvarına ilişti gözüm. Büyük boy bir yusufcuk tek başına, gözüme soka soka bir sonbahar dansı yapıyordu karşımda. Aman allahım! Bütün yaz peşlerinden koştum, bir fotoğraf için ne diller döktüm ve onlardan biri şimdi, şu anda, burada. Uzun zamana yayılan okumalarım, deneyimlerim ve gözlemlerim sonucunda; hayatın içinde yaşanan eşzamanlılıkları dikkatle izler hale geldim. Bazılarının anlamlarını çözdüm ve muhtemelen pek çoğunu ıskaladım, ancak bu kez atlamayacağım. İçime umut veren ses ile içimi gülümseten yusufcuk, isteseler de istemeseler de artık birbirlerine bağlandılar benim ellerimde. Beklenmedik her şeyi beklemeye belki de ilk kez bu kadar açığım.

Kan sonuçlarımız sekiz-on sigara içimlik süre içinde çıktı ve mesele yeni bir boyut kazandı. Lokosit değerleri çok yüksekti ve bu olası bir enfeksiyona işaret ediyordu. Dolayısıyla teşhisim, kanser ve/veya enfeksiyon olmak üzere seçeneklenerek içinde bulunduğumuz duruma tüy dikti. Tedavi sürecim bu noktada hızla şekillendi. Hastaneye yatarak öncelikle ciddi bir antibiyotik tedavisi görecektim. Bunun sonucuna bağlı olarak ya enfeksiyon tedavisiyle yırtacaktım ya da bu kitle bir operasyonla alınacaktı.

Sonbahar akşamı kasvetiyle çökerken, kös kös evin yolunu tuttuk. İşin en sıkıntılı kısmı öncelikle hastaneye yatma fikriydi. Henüz liseye giden bir tanecik kızıma ne diyeceğim şimdi? Nasıl akacağı tümüyle belirsiz bu süreçte tutunulacak ne var? Bir yusufçuk… bir ses. Ne anlatılır, kim inanır? Şükür ki yalnız değil. Kedisi, köpeği ve dostlarıyla büyük bir aile bizimki. Elbet herkes birbirine el verir.

Hastanede tek başıma olacağım. Kendi başınalığı seven biriyim şükür ki. Zaten yapılacak şeyler de bir refakatçi gerektirmiyor. Orada olmanın beni en çok sıkacak yanını biliyorum ben; bu ne orama burama antibiyotik tıkıştırılması, ne yalnızlık: Beni en çok sigarasızlık yakacak orada!

Hazırlıkları tamamlayıp hastaneye taşınıyorum. Odam güzel, ferah, büyük ve aydınlık. Penceremden Balçova tepeleri, hastanenin ağaçlı ön bahçesi ve kafeterya görünüyor. Hastanelerde eğer hasta değilseniz, en zor şey vakit geçirme faslıdır. Kolay kolay ne gün biter, ne gece. Geçmişte burada refakatçi olarak kaldığım zamanlarda, elime çayımı kahvemi alıp sigara balkonuna çıkardım. Gözlerim hemen gökyüzüne dönerdi. Balkonun önündeki geniş açıklıktan kuşlar geçiyordu. Her çeşit kuş, pike yaparak, salto atarak ve hızla yükseklere tırmanarak müthiş bir gösteri sunarlardı. Onları sadece hayran hayran izlemezdim, onlarla birlikte uçardım da. Kuşlara dair ilk sevdam bu balkonda başladı, ilk kuş şiirlerim de… misal:

kuşlar… üzgünüm…
cıvıltılarınızı dinlemedim
uzun zamandır,
kanat çırpışınızı da…
ama siz de
hiç sıçmadınız ki
camlarıma!

Gün içinde bir genleşip bir büzüşerek beni çileden çıkaran zaman, işte bu balkonda ve o anlarda dururdu. Hele bir de gün doğumu ve gün batımının ıssızlığına denk gelirsem, eşsiz bir varoluşta hissederdim kendimi. Bu kez bir hasta olarak buradayım. Kuşlarıma ilaveten kitaplarım, bilgisayarım ve fotoğraf makinem de yanımda. Antibiyotik aralarında kaçar kaçar fotoğraf çekerim bahçede. Kitaplarım ve internet de beni kalan zamanlarımda oyalar

İlk günden beklediğim gibi başlıyor hastanede hayat. Sabah ve öğleden sonra damardan antibiyotik, aralarda az rütbeli genç hekimlerin yarı istekli yarı isteksiz, rutin gel gitleri, damarıma şefkatle veya sevgisiz biçimde dalan hemşireler. Öğlen ve akşam, beş gözlü plastik kaplarda bildik tatsız tuzsuz hastane yemeği. Gündüz saatlerinin heyecanlı ziyaret trafiği ve gecelerin o uzun sessizliği. Her şey eğlenmeden, tutkusuz yapılan işlerde olduğu gibi akıyor. Arada, alışageldik bu rutini paramparça eden bir çift göz pırıltısı yakalamak koca bir lütuf ve şükürler olsun ki elbette var.

Sigara işini kaçamaklara yaydığımdan mı nedir, zamanla odamı göremez oldum. Kah bahçede fotoğraf çekiyorum, kah kafede Türk kahvesi molası. Niyeti olanlar için hastaneler gözlemek ve öğrenmek için olağanüstü bir laboratuvar gibi. Hastalar, yakınları, sağlık görevlileri, hizmet elemanları, ziyaretçiler, her türden pazarlamacılar hep beraber yaşanan trajedileri zamana yayıp komedileştiren aktörler gibiyiz.

Hekimim bazen haber yolluyor aşağıya: “Nerede bu kız, ultrason yapacağız?” diye. Apar topar çıkıyorum odama. Büyük bir uyum içinde bekliyorum başıma gelecekleri. Bu tutum huzurla teslimiyeti kolaylaştırıyor benim için.

Hastanede, hastalığıma dair en önemli zaman akşam vakitleri. Antibiyotiklerin etkisi akşam gelen tahlil sonuçlarında izleniyor dolayısıyla bu raporu hepimiz dört gözle bekliyoruz. Süreç ilerledikçe raporlar, lokosit değerlerinin kısmen düştüğünü gösteriyor ancak ultrason verilerine göre kitlede en ufak bir küçülme yok. Tatsız bir gelişme bu. Her ne kadar açıklıkla dile getirilmese de, enfeksiyon kuşkusunun yerini kansere bıraktığını usul usul anlıyorum. Buna karşılık hastanede geçirdiğim uzunca süreden ötürü mü bilmem, çok da panik halinde değilim. Hoşnut kalmasam da, sonuçları sakin bir biçimde her akşam merakla izliyorum. En nihayetinde, anladığım şey bir buçuk ay sonunda ifade buluyor:

Teşhis: dördüncü seviye yumurtalık kanseri.

Tedavi: operasyon

Çoğu kez bir karar almak, belirsizlik içinde yüzmekten daha iyi gelir insana. Bu teşhis de bana iyi geldi. Onca zaman, her akşam o lanet olası sonuçları beklemek, bakıp bakıp bir öncekilerle kıyaslamak, beş para etmez farklardan büyük beklentiler üretmek ve bunu her gece her gece yaşamak beni çok yormuş. Karar her ne olursa olsun iyiydi. Çünkü içinde yer aldığım belirsiz süreç bu kararla az çok görülebilir hale geldi ve bana sadece bunu kabullenmek kaldı.

Hepimiz zaman zaman tanrıyla bazı özel anlaşmalar yapmışızdır. Benim de bu yönde bir çabam vardı ve ondan ricam “şu kız büyüyüp ayakları üstünde durmadan beni oralara alma lütfen” idi. Kanser manser, eğer anlaşmamız geçerliyse, benim için bir yerlerde şöyle bir not olması lazım: Funda’nın dünyada daha vakti var. İkinci bir emre kadar alınmayacak! Bu anlaşmanın varlığına en az içimdeki ses, gönlümdeki yusufcuk kadar güvenmek istiyorum ve elbette güveneceğim. Bundan sonrası için de “Eh napalım! Alnımda ne yazıyorsa o” diyeceğim.

Ameliyat öncesinde bana verilen tek bilgi, kitlenin, yumurtalıkların ve rahimin oradan alınacağı oldu. Operasyonun sürecinin ayrıntıları, olası riskleri ve tahmini sonuçları konusunda tek bir soru sormadım. Konu hakkında ne kadar bilgilenirsem, endişelerimin o oranda artacağını biliyordum. Ve endişe, o an tahammül edemeyeceğim tek şeydi. Ayrıca artık şu yaşıma kadar öğrenmiştim ki bildiklerimiz arttıkça, bilmediklerimiz azalmıyormuş. İşte tam da bu kozmik mizahın farkında biri olarak bana verilen bilgiyle yetindim ve gerisini eşelemedim.

Başarılı geçen ameliyatımın sonrasında ve her şeyin yolunda aktığı anlaşılınca eşim bana bir itirafta bulundu. Operasyonla yumurtalığımda yer alan kitle, yumurtalıklar ve rahim alınacaktı ve bu bilgi tümüyle doğruydu. Ancak eksikti. Müdahale sırasında aort damarımın üzerinde yer alan lenf bezlerinin de kontrole gideceği ve gerekli görülenlerin temizleneceği bilgisi bana aktarılmamış ancak eşimle paylaşılmıştı. Aort damarında oluşabilecek en ufak bir yırtılmanın bedelini hayatımı kaybederek ödeme olasılığım olduğunu, dahası çılgınca cerrahi olarak tabir edilen bu temizleme işlemi için operasyonuma bir çılgın cerrahın daha katıldığını ve üstelik söylendiği üzere yirmi bir adet lenf bezimin temizlendiğini sonradan öğrendiğimde şunu düşünmeden edemedim.

Eğer bana geçireceğim ameliyatın süreci, riskleri, olası sonuçları konusunda her tür bilgi açıkça aktarılsaydı ve eşim tarafından bu bilgiler kısmen karartılmamış olsaydı, o günlerdeki huzurumu aynı biçimde korumam mümkün olabilir miydi? Zannediyorum ki hayır. Zihnimi karıştıracak bu bilgi, kalbimdeki güven duygusunu büyük ihtimalle zedeleyecek ve varlığımı huzurla hekimlere teslim etmeme engel olacaktı. Öte yandan ameliyat başarısızlıkla sonuçlansaydı, ölümümle elimden alınan ve benimle birlikte sonsuza gömülen son paylaşım hakkımın kefareti kim tarafından, nasıl ödenecekti? Hala yaşamını sürdüren biri olarak baktığımda, o zor günlerde bu tür bir bilginin benim bulanık zihnime emanet edilmemiş olmasını kuşkusuz büyük bir şans olarak görüyorum. Bu ağır yükü, bu emaneti benim yerime sessizce taşıyabilen bir eşim ve arkadaşım olduğu için çok şanslıyım. Ancak yine de, diğer sorum hala geçerliliğini ve haklılığını koruyor olmalı.

Yaşam ve ölümün bıçak sırtı döngülerinde bazen kanıt gerekmeyen inançlarımız, bazen de kanıt yetmeyen şüphelerimizle hızlı kararlar alıyoruz. Dahası bu mekanizma sadece zihinsel olmakla kalmayıp, bedenlerimizde hücresel düzeyde iş görüyor. Bu derinlikten beslenen tutumların yaşamın akışı üzerindeki etkisini ölçümlerle kanıtlayamıyoruz ancak bu etkinin varlığını doğrulayan sezgi ve gözlemlere sahibiz. Benim hücrelerim ve zihnim tanrıyla yaptığım anlaşmaya, yaşama tutkuma, iç sesime, haberci yusufçuğa ve teslim olduğum ellere inanmayı seçmeme neden oldu. Tüm bunlar, başıma geleceklerin olası sonuçlarını olumlamamam yönünde etki yarattılar. Kuşkusuz farklı kabuller altında tersi de geçerli olabilirdi, bilmiyorum.

Ameliyattan önceki son gece, bize (bedenime ve bana) özenli ve saygılı davranılacağına, tüm bu olanların yeniden şifa bulmamızla ilgili olduğuna dair olumlamaları tekrarlayarak yatağa girdim ve geceyi oldukça sakin geçirdim. Tek üzüntüm, kaybedeceğim organlarımı yeterince kollamamış olmamdan kaynaklanıyordu. Bunun özrü yoktu ama belki telafisi zamanla mümkündü.

Sabah mavi önlüklerim giydirildi, kafama bonem takıldı, dosyam göğsümün üzerine konuldu ve sedye ile ameliyathaneye götürüldüm. O sabahtan bir tek rengarenk, dantelli fistolu bir ameliyat beresi ve bana sevgiyle gülümseyen doktorumun gözleri kaldı aklımda.

(Devam Edecek)

Funda Altınçekiç Aysel