Ben daha çocuk yaşta (17) evlendirildim. Ailem uygun görmüştü ve ben de ses çıkartmamıştım. Çünkü aileye karşı gelinmezdi, öyle terbiye almıştım. 17 yaşımda kadın, 19’umda anne, 24’üm de duldum, ama hangi yaşta + olduğumu bilmiyorum…

8 yıllık kanser bir evlilikten kurtulmuş, hayatı hızla geri kazanmaya başlamıştım. İşe girmiş, kendi ekonomik gücümü elde etmiştim. Ehliyetimi cebime koymuş, spora da başlamıştım. Son derece sosyal, neşeli, cıvıl cıvıl, insanları ve hayatı çok seven, piknik, konser ve farklı etkinlikleri hemen hemen hiç birini kaçırmayan, yani ele avuca sığmaz bi kızdım… 5–6 yıl kendimle ve çevremle son derece barışık bir halde mutlu mutlu yaşıyordum… Taaaa kiii + serüvenim başlayana kadar…

2004 yılının başlarında girdiğim organizasyon şirketinde aşırı yoğun ve stresli bir ortamda çalışıyordum. Bu arada her zaman kilolu olmamdan şikâyet eder, ha bire diyet yapardım. Ama hiçbir zaman istediğim kadar zayıflayamazdım. O sene nasıl olduysa ben diyet yapmadan zayıflamaya, ayda birkaç kilo vermeye başladım. Ama bu arada mide şikâyetlerimden de çok fazla beslenemiyordum. Ne yesem mideme dokunuyor, canım istemiyordu. İştahsızlık ve halsizlik de vardı… Akşamları erkenden yatıp, sabahları da kalkarken zorlanıyordum. Yaz ortası durum iyice garipleşti. Artık midem için bir doktora gitme zamanı gelmişti. Güç bela yazlığımızın oradaki özel bir hastaneye gittim ve endoskopi yaptırmayı kabul ettim. Şikâyetlerime göre antibiyotikler ve beslenme listesi verildi. Mide ağrılarım geçti ama kilo kaybım bir türlü durmak bilmiyordu. Artık her hafta 1 kilo vermeye başlamış, bedenimin yarısı yok olmuştu. Sene başından beri 14 kilo vermiştim…

Yazlıkta ailemle sahile iniyorduk ama bende gözümü açacak hal yoktu. Eskiden denizden çıkmayan ben, kumsala indiğim gibi hemen yatıp uyuyordum. Sahilde, evde, otobüslerde… başımı yasladığım her yerde uyuyordum.. çok halsizdim.

Bu arada gittiğim dahiliye doktoru kan değerlerimin aşırı düşük olduğunu ve kontrol için tekrar kan almaları gerektiğini söyledi. Gelen sonuçlar yine aynıydı. Normal insanlarda 4000 – 6000 aradı olan lökositler, bende 1800’lere inmişti. Bu durumu mutlaka araştırmamı, en doğru sağlık hizmetini üniversite hastanelerinde uzman hematologlardan (kan hastalıkları uzmanı) alabileceğimi söylemişti. Bu durum üzerine Çapa Tıp Fakültesi’ne gittim. Orada da bir çok tahliller yapıldı ve doktorlar tarafından bakıldı. Aldıkları sonuçlarla benim şikâyetlerimin bulguları bir türlü tutmuyordu. Birçok hastalıktan şüphelendiler… Lösemi… Behçet…… vs

Tamam, mide şikâyetlerim geçmişti ama bu seferde boğazımın iç kısmında kocaman yaralar çıkmaya başlamıştı. İlk günler hafif hafif batıyordu ama ya sonraları… bırakın besin maddelerini, ağız sıvımı bile yutarken nasıl inanılmaz acı veriyordu… Her yutkunmamda gözümden yaş geldiğini bilirim. Boğazımdaki bu yarayı dayanılmaz acısıyla 1,5 ay boyunca çektim. Sanki bir sürü cadı/yaratık başıma üşüşmüş, her saniye kocaman uzun tırnaklarıyla boğazımı kazıyorlardı…

Hem de her gün, her yutkunmamda… acı … Bunu düşünebiliyor musunuz hiç???

Doktorun verdiği ilaçla yaralar anca geçmiş ama izleri hala boğazımda kalmıştı. Tam artık şikayetlerim bitti derken bu sefer de nefes almamda sıkıntılar çekmeye başladım. 2,5 ay nefes darlığı ve aşırı kalp çarpıntıları yaşadım. Merdiven çıkamadım, yürürken tıkandığım için konuşamadım, her sabah yatağımda yatay vaziyetten dikey duruma geçerken tıkandım ve bu tıkanmalarda nefesimin tamamen kesilip, Azrail’in 10 parmağı ile birden ve tüm gücüyle boğazıma abandığını düşündüm.

Evimiz 3. kattaydı. Normalde bir iki dakikada çıktığım merdivenleri 30-40 dakikada çıkar olmuştum. Bir basamak çıkıyor, duvara yaslanıp dinleniyordum. Çünkü kalbim yerinden fırlayacak gibi delirmişçesine atıyordu. 2,5 ay boyunca bu böyle devam etti.

Hele sabahlarıııı… Aman amannn… Yattığım yerde önce kolumun üzerinde doğruluyordum, birkaç saniye sonra anca yavaşça ayağa kalkabiliyordum. Ama ne kadar dikkat edersem edeyim her seferinde yine kalbimin ritmi hızlanıyor ve Azrail gelerek krize girmeme sebep oluyordu. Kokular, her türlü koku beni anında tıkıyordu… Sigara… Parfüm… Sanırım bunu yapmak Azrail’in çok hoşuna gidiyordu ki, benimle oynuyordu…

İlk nefesimin kesildiği anı hiç unutamam. Eve adımımı attım ki bir anda kalbim çırpınmaya başladı, aynı anda da nefesim kesildi. Dakikalarca ciğerlerime bir yudum hava gitmedi. Ve ben o bir yudum nefesi alabilmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyordum. Ama nafile. O anlarımda son nefesimi verdiğimi düşünmüştüm. Gerçekten ölümün o soğuk nefesini alnımdaki terle birlikte hissettim. Sonralarında her kriz geldiğinde ve yine o bir yudum nefesi alamadığımda içimden “birazdan… birazdan… geçecekkk… birazdan geçecekkk….” diyordum. Birkaç dakika sonra nefesim normal haline geri dönüyordu ve ben ancak öyle hareket edebiliyordum.

Sonra vücudumun artık hiç dayanacak gücü kalmamıştı. İyice kötüleşmiştim ve ayağa bile kalkamaz duruma gelmiştim. Evimin önüne ambulans gelip beni karga tulumba sedyelerle hastaneye kaldırdılar, Aylarca süren hastane maceramın o gün başladı işte…

İşin garibi hastanelerin acilleri (Vakıf Gureba, Yedikule Göğüs Hastalıkları ), çekilen röntgenlerime bakıp “bu kızın bir şeyi yok, psikolojik” deyip geri çevirmeleriydi. Gittiğimiz 3. hastane Samatya idi. Allah’tan dahiliye servisinin şefi babamın arkadaşıydı. Acilde beni muayene etmiş, röntgenlerime bakıp yine aynı şeyleri o da söylemişti. Sırtımı dinlemek için beni hafifçe kaldırmaya çalıştığı anda benim gene kalbim çıldırmış, nefesim gitmişti. Doktor krizi görünce inandı ve birkaç saat sonra beni 8 yataklı bir odaya yatışımı yaptırdı. Üç gün kadar ağızdan antibiyotik verdiler. Nafile… Bu sefer sabah akşam koldan direkt damara çift doz çok güçlü bir antibiyotik başladılar. İlacın 2. ve 3. günün geceleri resmen defalarca öbür tarafa gidip geri döndüm. 39,5 dereceye varan, çok yüksek ateşim vardı. Dişlerim ve dizlerim birbirine vuruyor, cayır cayır yanıyordum ama ben donuyordum. Ateşimi düşürmek için kısık yerlerime sürekli ıslak bezler koyuyorlardı. Diğer 7 hastanın refakatçileri bile gelip bana bakar olmuşlar.

3 gece boyunca her akşam, gece yarısını biraz geçe aniden bir kriz geliyor, ateşin etkisiyle tüm bedenim titriyor ve ben nefes alabilmek için çırpınıyordum. Korku ve çaresizlik içindeki annem hemen doktorları çağırıyordu. Onlarda nefes alamadığım için hava tüpünü getirip ağzıma dayamaya çalışıyorlardı. Ama o hava tüpü beni daha çok tıkıyordu. Bunu onlara bir türlü anlatamıyordum – ki anlatabilmem için nefes alıp konuşabilmem gerekirdi. Sadece çırpındığım yerde doktorun ellerini iterek direniyordum. Aslında ne komik bir durum; onlar beni kurtarmak isterken daha çok zorda bırakıp, hatta neredeyse ölümüme sebep olacaklardı…

Diğer refakatçiler artık gelip başımda Kur-an okumaya başlamışlar…

Annemin durumunu düşünebiliyor musunuz? Canının bir parçası orada öylece yatıyor, neredeyse can çekişiyor ve onun elinden hiçbir şey gelmiyor…

Tanrımmm !!! Ne büyük çaresizlik…

Yatalak vaziyette 25 gün kadar bakıma muhtaç yattım (Wc ve yemek ihtiyaçlarımı bile gideremiyordum) Sonraları daha bir kendime gelir olmuştum. Aradan 1 ay geçmiş ben yatağımda yavaş yavaş doğrulmaya başlamıştım. Bu arada her iki günün biri benden ha bire kanlar alınıp bir sürü tahliller yapılıyor, hastanenin birçok bölümünde değişik değişik aletlerle ölçümler (doppler, tomografiler, röntgenler…) yapılıyor, sürekli araştırmalar yapılıyordu.

Sonra bir günnn… !!! (11.Ocak.2005)

Güler yüzlü bayan bir doktor benim viziteme geldi. Bu çok doğaldı çünkü, her gün birçok farklı alandaki doktorlar gelip beni muayene ediyordu. Bana birçok soru sordu. Daha önce yaşadığım rahatsızlıkları, yurt dışında bulunup bulunmadığımı, evli ve, çocuğumun olup olmadığını…… vs

Daha sonra görüşmek için beni başka bir odaya aldı. Sonra bana yaptıkları bir tahlilin + geldiğini söyledi. HIV !!! Anlamayan gözlerle yüzüne bakıyordum. Ne olduğunu sorduğumda, Fısıltı halinde “AIDS” dedi…

Büyük sessizlik…

İçimde çok büyük bir sessizlik oldu…

Dünya hızzzzlaa geri çekildi…

Beynim uyuştu, oturduğum yerde sallandım. Sanki o an; ayaklarınızdan bir iple bağlanmışsınız ve habersiz olduğunuz bir anda görünmeyen bir el tarafından keskin bir uçurumun kenarından aşağıya itiliyorsunuz. Aynen bungee jumping gibi. Siz tam parçalanmak üzere dibe vurmak üzereyken, tekrar aynı hızla yukarı çekiliyorsunuz ve yeniden aşağı doğru uzanıyorsunuz. Bu defalarca beyninizde tekrarlanıyor…

Doktor benim düşünce boşluğuma düşmeme hiç fırsat vermeden hemen açıklamalara başladı. Bunun artık ölümcül bir hastalık olmadığını, hastalığımın henüz %100 doğru olmadığını, bunun kesinleşmesi için tekrar bir doğrulama testinin yapılması gerektiğini, doğrulandığında ise ilaçlarla virüsü baskıladıkların, kişilerin yaşam kalitesini çok yükselttiklerini, ancak çok düzenli ve ömür boyu kullanmam gereken ilaçlarım olduğunu anlattı. İlk birkaç dakika karşınızda konuşan insanın hiç sesini duymuyorsunuz, hiçbir şeyi algılayamıyorsunuz. Sadece ağzını açıp kapatan bir görüntü var… Neden sonra dünyaya geri dönebiliyorsunuz. O da sorumluluklarınız aklınıza geldiğinde…

Bir de sanki o an bana kamera şakası yapılıyor gibiydi. Çünkü bu hastalığın adını sadece televizyonlarda, gazetelerde görmüştüm. Doktorun yüzüne bakarken “-Aaa kameralar neredeee ?” diyesim bile gelmişti. Doktor bana yapılan şakayı anladığım için gülecek ve bende kahkaha atarak kameralara doğru el sallayacaktım ve birlikte gülerek o odadan çıkacaktık. Ama öyle olmadı… Benim el sallayacağım kameralar yoktu ve doktorda hiç gülmüyordu.

Odama döndüğümde sağ tarafıma, yatağıma cenin gibi kıvrılarak yattım. Sadece bir noktaya odaklanıp kaldım. Az önce yaşadıklarım, duyduklarım doğru muydu? Yoksa ben hayal mi görmüştüm? Bir türlü ayırt edemiyordum… Ben kimdim???

Ben odaya alınmadan kısa bir süre önce babam odama gelmişti –ki suratı bin parçaydı. Ben yine hastane kuyruklarında birilerine sinirlendi diye düşünmüştüm. Ama doktor bana odada + olduğumu söylerken benim gizlilik haklarımdan ve bunu kimseye açıklamayacaklarından bahsederken babamın bildiğini anlamıştım, çünkü servisin şefi arkadaşıydı. Evet gerçekten de haklı çıkmıştım. Arkadaşı babama hastalığımı söylemiş, “korkacak bir şey yok, tedavisi var” demiş ve onu teselli bile etmişti.

Hastanede yattığım süre içerisinde tüm hemşirelerle diyaloğum çok çok iyidi. Her gün gülüşür, sohbet ederdik. Ama o sabah rutin kontroller için odaya geldiklerinde hiç biri yüzüme bile bakmamıştı. Adeta benimle göz göze gelmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tabii bunları sonradan anlayabiliyordum…

Hemen ertesi gün HIV tedavimi almak için Cerrahpaşa Enfeksiyon servisine yatırıldım. Beni tek kişilik özel bir odaya aldılar. İlk gece benim için çok zordu. Uykumda sürekli beyaz önlüklü adamlar gelip benden bir sürü tüplerle kan alıyor, ağzımdan zorla hortumlar sokmaya çalışıyorlardı. Gözlerimin önünden simsiyahhh koca koca puntolarla yazılmış “AIDS” yazısı hiç gitmiyordu. Epeyce bir süre uyku bozukluğu yaşadım. Geceleri ancak aldığım ilaçlarla uyuyabiliyordum…

Bu hastalığın tek iyi yanı bana özel odada kalmam olmuştu. Çünkü diğer hastanede bizde dahil olmak üzere, 8 hasta ve 8 de refakatçisi bir odada kalıyorduk. Kalabalık ve pisti. Burada ise odalar hep çift kişilikti ama ben + olduğum ve CD4’lerim 200’ün altında olduğu için ayrı odadaydım. Diğer boş yatağı annem kullanıyordu. Evden televizyonu ve kitaplarımı da getirtmiştim. Manzarası gasılhane (ölülerin yıkandığı yer) olan odamda rahattım… Korkacak hiçbir şey yoktu çünkü emin ellerdeydim. ..

Sil baştan tüm tahlillerim burada yeriden yapılmaya başlandı. Westernbot (doğrulama testi), viral yükü (vücudumdaki virüs sayısı) , CD4 sayıları (bağışıklık sistemimdeki alyuvarlarımın sayısı)… Hepsi için tekrar tekrar kan alındı. Bu arada hemen kızımdan ve ailemden de kan alındı. Çok şükür onlarda bir şey yoktu. Eğer bu virüsü doğumdan önce almış olsaydım kızım da + olabilirdi. Ben tüm acıları çeker, zorluklarına katlanırdım ama ya ona bir şey olsaydı…??? Çok şükür onlar temiz çıkmıştı. Benim doğrulama testimin sonucunu 2 gün sonra vereceklerdi, insan içinde nasıl büyük umutlar besliyor bilemezsiniz… Belki negatif çıkar diye… Ama bu da olmadı ve sonuç pozitif geldi…

Evet ben artık bir HIV+’tim…

Yaklaşık bir hafta sonra ilaçlarıma başlama zamanı gelmişti. (18.Ocak.2005)

O sabah ilk dozlarıma, içmeden önce uzun uzun baktım. Ve o andan itibaren artık onları ömrüm boyunca içeceğimi düşündüm…

Benim hayat arkadaşlarım, yani yaşamımın bedeli olacaklardı…

Hayatımı / yaşantımı kıpkırmızı bir elma (ama içi kurtlu bir elma) olarak düşündüm…

Artık hayatımın karşılığı ilaçlarım olacaktı …

İlaçlarıma başlayalı henüz 2 gün olmuştu. Prospektüsünde okuduğum onlarca yan ektiden hiçbiri bende olmamıştı. Yemeklerimi güzelce yer ve birazda kilo alıp güçlenirsem kısa zamanda bir şeyciğim kalmayacaktı. En azından ben öyle olacağını sanıyordum…

3. günün sonunda, akşam üzeri hafifçe midem bulanmaya ve yine halsizleşmeye başlamıştım. Hemşire hemen gelip bir iğne yaptı. Sonraki zamanlar günde 3 doz yaptığı bu iğneler bulantılarımı geçirmemeye başladı. Bunlara ilaveten günde iki doz çok güçlü (kanser hastalarına kemoterapi sonrası verilen) bir ilaç daha eklediler. Ama bunlarda ne 24 saat dinmeyen bulantılarımı kesmeye, ne de gün içinde defalarca kusmalarıma engel oldu.

Bana tanı konduğunda viral yüküm 29 bindi, bu iyi bir rakammış, yani virüs sayım oldukça az demek oluyormuş. CD4 sayım ise 24’tü, işte bu çok çok düşüktü. Normal insanlar gibi olabilmem için 200’ün üzeri olması şartmış. 200’ün altı risk grubu oluyormuş ve fırsatçı enfeksiyonlara en açık halde bulunduğunuz zamanlarmış

Yılbaşını nerede, hangi arkadaş grubumla geçirsem diye düşünüp, sürekli planlar yaparken 2005 yılbaşına hastanede komada girdiğim gibi, bayramı da hastanede yine koma vaziyette geçirmiştim. Üstelik bu sefer doktorların hepsi izindeydi. Nöbetçi doktor da ilaç kullanımında bir değişiklik yapmaya yetkili değildi.

Tanrımmmm…. 24 saat hiç ama hiç dinmeyen bulantılarım, gün içinde defalarca kusmalarım ve ishalim vardı. Tüm gün annemin bana yalvararak yedirmeye çalıştığı sadece bir dilim çorbaya batırılmış etimekti. Sadece yumuşatılmış bir şekilde onu yiyebiliyordum.

Evet bir dilim etimek. Gitmiyordu, boğazımdan geçmiyordu. Bırakın ayağa kalkmayı göz kapaklarımı bile açmaya takatim yoktu. Vee tüm bunlara rağmen içmeye mecbur olduğum sabah 7 akşam 7 doz ilaçlarım vardı. Bulantılarım için Allah’tan iğnelerimi günde 5 defa kolumdaki kanülden yapıyorlardı….

Çoğu gün ilaçlarımı içtiğim gibi hemen geri kusuyordum ve dozlarımı yeniden içmek zorunda kalıyordum. İlaçların boğazıma değmesi hissinden nefret ediyordum.

Ben bir lokmayı yutamazken her gün o 14 adet ilacı içmek zorundaydım.

Hayatımın bedeli olarak…

Ya hayat ya ilaçlar…

Hastanede yattığım sürece kollarıma onlarca kanül takıldı. Bir ara hesaplamıştım, yanılmıyorsam 18 defa. Çünkü artık yeni bir damar bulamaz olmuşlardı ve kollarımın her yeri morluklarla doluydu. Vücuduma giren serum miktarının sayısını ben bile şaşırdım. Çok rahatlıkta 50 şişe olmuştur. Belki daha da fazlası…

Unutamadığım bir gecemde şöyle geçmişti,

Bir geceliğine, ertesi sabah viziten önce odamda olmak kaydıyla hastaneden izin almış eve gelmiştim. Evim, eşyalar çok yabancı gelmişti bana. 1 ay sonra ancak yıkanabiliyordum. Annem hastanede hep yattığım yerde kolonyalı mendillerle temizleyebiliyordu beni. Gece zor bela daldığım uykumdan uyanmış etrafıma bakınmıştım. Evimdeydim… İçimden derin bir nefes çektim… ‘oohhhhh ! yaşadığım her şey rüyaymışşşş…’ dedim ve gördüğümün kabus olduğunu düşünerek tekrar uykuya daldım. Sabah babamın başımı okşayarak ‘hadi kızım kalk, hastaneye geç kalacağız…’ demesine uyandım…

Aaaaaahhhh olamazzzz !!! Yaşanan her şey gerçekmiş… Oysa ki rüya olduğuna nasıl da inanmıştım…

İşin garibi o manzarası gasılhane olan beyaz duvarlı odama döndüğümde kendimi daha güvende hissetmiştim. Sanki hayatımda o odadan öncesi yoktu. Benim bir geçmişim ve hayatım yoktu…

Yattığım sürede ne ziyaretçilerim bitti ne de telefonum durdu. Öyle çok sevenim varmış ki… Odamdan çiçeklerim, telefonumdan çağrılarım ve mesajlarım hiç eksik olmadı. Bu hastanenin hemşireleri de doktorları da çok iyidi. Sabahları beni “Günayyddınnnn prenses…” diye uyandırıyorlardı. Hepsi bana son derece ilgili ve sıcak davranıyorlardı. Hiç kendimi dışlanmış, yalnız hissetmiyordum. Sadece kızımı, kokusunu çok özlüyordum. Haftada 1 geliyordu, ama ben enfeksiyonlara çok açık olduğum için fazla kimseleri yanıma yaklaştırmıyorlardı.

Bir ayda burada yattıktan sonra hala dinmeyen bulantılarımla birlikte taburcu olmuştum. Artık kusmalarıma evde devam ediyordum. 3,5 ayı da evden çok nadir dışarı çıkarak yarı iyi durumda ve yanı başımda bir kova veya torba ile geçirdim. Sonraları yavaş yavaş vücudum ilaçlarımı tolere etmeye başlamış, bulantılarım azalmaya başlamıştı. Tüm zorluğuna rağmen ilaçlarımı düzenli kullandığım ve beslenmeme çok dikkat ettiğim (etmeye çalıştığım için diyelim) için ilk tanı konduğunda 24 olan CD4 sayım ilk ayda 356’ya çıkmıştı. Hayata olan inancım ve yaşama inadım sayesinde bunu başarmıştım. Fiziksel acılarla dolu olan dönemim artık geride kalmaya başlamıştı.

Yaz başında artık çok çok iyidim. Eski ‘ben’ geri gelmişti. Yazın ilk sıcak günlerinde 10 gün boyunca nefis bir Ege Akdeniz turu yapmış, burada ne 6,5 saat süren raftingden, ne de koylarda teknelerin 2. katından denize atlamaktan, ne de gece gittiğim eğlence yerinde göbek atmaktan geri kalmıştım. Yazın ılık atmosferli bol yıldızlı gecelerinde Rumeli Hisarı’nda, Harbiye’de, Yedikule Zindanları’nda düzenlenen konserlere de gitmiş, sevdiğim şarkılara sesim çıktığınca eşlik etmiştim. Hayat akıyordu, hem de tüm hızıyla. Tıpkı eskisi gibi…

Biliyor musunuz? Pozitif olduğumu öğrendiğim andan itibaren ben hiç ağlamadım, hiç yüzümü asmadım. İlk andan itibaren bu meretin karşısında dimdik durdum. Hastanede yatalak gibi yattığım yerden bile ya annemle, ya da gelen hemşirelerle uğraştım, dalga geçtim… Ben hayatla dalga geçtimmm. Çünkü hayat bana yapabileceği en kötü şakayı yapmıştı ve işin garibi çevrede el sallayabileceğim kameralar da yoktu, yani gerçeğin ta kendisiydi… artık sıra bendeydi…

Hayatımda her dönem bir zorluğum oldu. Ama ben kendime olan inancım ve güvencimle ayakta kaldım. Karşıma çıkan olumsuzluklar karşısında panikleyip “ben bittim, mahvoldum…!!!” demedim. Durup yapabileceğimin en iyisinin ne olduğunu, çıkış yolunun hangisi olacağını düşündüm. Çok şükür ki hayatta her zaman mücadele isteğim oldu. Onun için bu virüs karşısında da yıkılmadım. Ama herkes benim kadar şanslı / güçlü değildi.

Bu virüsün sosyal ağırlığından dolayı damgalanma ve dışlanma korkusu yaşayan bir sürü insan var. Yani bu virüsün sicili bozuk. Birçok arkadaşım aileleri tarafından red edilmiş, eşleri tarafından istenmemiş, gittikleri hastanelerde itilip kakılmışlar. Doğru dürüst tedavi alamamışlar, doktorların kaba davranışları karşısında sessiz kalmak zorunda kalmışlar. Bu arkadaşlarımın içlerinden intihara bile teşebbüs edenleri olmuş. Karısını – kızını elleriyle bu virüs yüzünden toprağa vereni bile…

Birçok HIV+ insan toplumun bilgisizliği ve bilinçsizliği yüzünden yaşamlarını rahatça idame ettiremiyorlar. Karşılaşacakları tepkilerden dolayı ilaç kullanmayı bile red ediyorlar. Her geçen gün yeni enfekte olmuş hastaların haberini alıyoruz. Hiç birisinin de öyküleri öyle sıradan değil.

17 yaşında + tanısı konan, üstelik 7 aylık hamile gencecik bir kızcağızı, babasından aldığı kan sonucu 12 yaşında minicik bir çocuğun + olması ve her gün avuç avuç ilaç içmeye mecbur kalması (-ki psikolojik ağırlığını hiç saymıyorum bile), hele hele o babasının vicdanının sesi hiç dinmiyorken yaşadığı acıyı, mahkumların tecrit odalarına kapatılmasını ve doğru dürüst tedavi edilmediği için aramızdan arkadaşlarınızı yitirdiğimizi duyuyoruz… Bunlar gibi daha nicelerini…

İlk defa yüz yüze başka bir + ile tanıştığımda onun her hareketini mimiğini incelemiştim. O da benim gibi bir insandı. Tabii ilk zamanlar kendimin bile bir insan olduğuna inanmam zaman almıştı. Çünkü o virüsü taşıdığınızı öğrendiğiniz andan itibaren kendinizi bir yaratık gibi hissediyordunuz. Dokunduğunuz her şey irkilmenize sebep oluyordu.

Bir arkadaşımla, + insanların aktif olarak yazıştıkları sanal bir platformda tanışmış, sonrasında da buluşmuştuk. Kendisi 4 yıldır + idi ve durumu gayet iyidi. Bana anlattıkları ve desteği sayesinde kendimi çok daha iyi ve güvende hissetmiştim. Şimdi o kız arkadaşım en sevdiğim dostlarım listesinde en ön sıralarda yer alıyor. Benim için inanılmaz özel biridir. Sonralarında da internet ortamında aramıza yeni katılan + arkadaşlarla ben buluşmaya, onlara destek olmaya başladım.

Artık biz kocaman, + bir aileyiz…

Evet, kolay değildi… Hem de hiççç !!!

Ama inanın bana hayat devam ediyor. Hem de tüm zorluklarıyla ve güzellikleriyle. Hepimizin bir hikâyesi var. Sahne hep aynı, sadece dekor ve oyuncular farklı. Bizlerde üzerimize düşen rolleri en iyi şekilde oynamaya çalışıyoruz işte. İlk etapta rolünü ezberlemek zor oluyor.

Yeni + arkadaşlarım da korkmasınlar ben sahne arkasında durup onlara replikleri fısıldarım…

… HERŞEYE RAĞMEN HAYAT GÜZEL…

Kızkulesiii