İnsan isyandan nasıl delirir, delirince neler yapar bilir misiniz? İşte ben o noktaya çok yaklaştım, hatta kısa bir süreliğine olsa bile içine girdim o ruh halinin. İsyanın tek bir sebebi var, o da yaşanılan üzüntünün ağırlığı.. Hayatımda çok üzülüp çok ağlamışımdır, kalbim çok acımıştır… Ama bu başka, taşınası bir şey değil ve taşıyamadığın için de deliriyorsun zaten. İsyan etmek delirmek demek.
Küçük oğlum Batu geçen sene 15 aylıkken, sadece 38.2 derece ateşle bir nöbet geçirdi. Nöbetin süresinin uzunluğundan vücudunun sağ tarafı tamamen paralize oldu. Önce bunun geçici olduğunu, 2-3 gün içerisinde geçeceğini söylediler ancak olaylar beklenildiği gibi gelişmedi. Hatta aynı hafta içerisinde, bu sefer ateşi yokken, bir dizi nöbet daha geçirdi. Doktorlar dahil kimse ne olduğunu bilemedi. Uzun süre hastanede kalış, yapılan testler, çekilen MR’lar… Tüm sonuçlar temiz.
2 haftalık bir dönem sonrasında hastaneden evimize çıktık. Hani insan her şeyin geride kaldığına inanmak istiyor ve bununla güç topluyor ya, biz de öyleydik. Ama bu durum çok uzun sürmedi ve üzerinden bir ay bile geçmeden gene hafif bir ateş ve nöbet yaşadık. Hem bu sefer ki MR’in sonuçları o kadar iç açıcı da değildi. Beynin sol tarafında küçülme bulundu. Önümüze konulan iki olasılık vardı, bir tanesi küçülmenin bu noktada duracağı, diğeri ise devam edeceğiydi. Doktorlar o an kesin bir şey söyleyemediler, kontrol altında tutup gözlemleyeceğiz dediler. Hatta eğer küçülme devam ederse daha kötüye gidebilir, sakat kalabilir, zihinsel özürlü olabilir dendi. Olaydan iki ay öncesine kadar sapasağlam olan çocuk bu hale gelmişti, hem de sadece 38.2 ateşle. Gerçekten insanın çocuğuyla ilgili böyle üzüntüler yaşaması tarif edilemez bir acı.
Bunları neden yazıyorum? Aslında hissetiklerimi anlatması çok zor.
Yeni yeni düzlüğe çıktığımı hissedip azıcık nefes alır gibiyim şu aralar. Geriye dönüp baktığımda, kendi adıma çok zor bir sınavdan geçtiğimi görüyorum. Prensiplerimi gerçek hayatta, bu zor dönemlerde ne kadar uygulayabiliyorum hepsi birer birer denendi; olumlu düşünme, hayata karşı şükran duygusu hissetme, her şeyin hayırlı bir sebebi olduğuna inanmak, kendini evrene güvenle bırakmak gibi… Evet, hepimiz her Allahın günü bunlarla ilgili minik minik pek çok şey yaşıyoruz ama özellikle oğlumun durumu tüm bunlar için inanılmaz bir test oldu… Yaşadığım üzüntünün boyutunu, hissettiklerimin çoğunu kimselere anlatamadım bile, ağzımdan dökülemeden düğümlendi kaldı. Öyle günlerimiz oldu ki eşimle bile aramızda konuşamadık ağlamaktan. İsyan etmeden tüm basınıza gelenleri kabul etmek, evet her şeyin bir sebebi vardır ve o sebep bütünün hayrınadır diyebilmek, bunu içten söyleyebilmek… Kelimelerle anlatılması pek zor… İmkânsız…
Ancak beni hayata bağlayan, üzüntüden aklımı kaybedip isyan etme noktasından uzaklaştıran tek şey vardı ki, o da çocuklarımın yanı Batu’nun ve büyük oğlum Bora’nın gözlerinin içine bakabilmekti. Bu kadar basit, gerçekten… İsyanımın ve üzüntümün, onları taşısam da taşımasam da, kimseye bir faydasının olmadığını gördüm.
O çocuklar çok masumlar, çok küçükler ve anne babadan gelen her türlü etkiye sonuna kadar açıklar… Üzülsem, isyan etsem, ağlasam, sinirlensem, bağırsam çağırsam, hayata küssem, faydası kime? Sadece kendini öfkeyle oyalamak olabilir yaptığın, çünkü isyan edince üzüntün hafiflemiş gibi geliyor bir anda. Ancak doğru değil… Hani bir laf var ya “İf mama ain’t happy, ain’t nobody happy” – eğer anne mutlu değilse kimse mutlu değildir diye – , iste bu sözün söylenme sebebini kendim bizzat deneyimlemiş oldum.
Diğer taraftan üzüntüden de kaçmadım, zaten bunu isteseniz de yapamıyorsunuz, dibine kadar vurdum. Her gün işten eve gelirken, yarım saat boyunca, yüzümü atkının içine saklayıp durmadan ağladım. Çocuk ayakkabıları satan mağazaların önünden geçerken ayakkabılara bakamıyordum. Sonunda bir gün dedim ki, neden kaçıyorsun? Yürüyemese de bu çocuğun ayakları var ve en güzelinden ayakkabıları hak ediyor. Girdim en kırmızısından, en güzelinden bir çift ayakkabı aldım. Şimdi o ayakkabıları saklıyorum , uğur getirdi diye.. :))) Yürümeye tekrar başladığında onları giyiyordu çünkü…
“Yaşam” herkesin başına geliyor hayatta… Benim de geldi işte.
Amacım kimsenin sorunlarını hafife almak değil ama yaşadıklarımın etkisiyle olsa gerek bazen çevremde insanlarla konuşurken ne kadar basit şeylere kafayı takıp üzüldüğümüzü, aslında bize problem gibi gözüken çoğu şeyin özünde ne kadar çözülebilir veya geçici olduğunu görüyorum. Geçenlerde bir arkadaşım uzunca bir e-mail atmış bana, neredeyse depresyona gireceğinden çok bunaldığından bahsetmiş. Kendisi doğum yapınca işten ayrıldı, oğlu şu an 2 yaşında ve doğduğundan beri kendisi bakıyor. Eşi yabancı bir şirkette çalışıyor ve sık sık yurtdışı seyahatları oluyor. Yani eşinden de çok fazla destek göremiyor. Çocuğu çok yaramaz, bir saniye yerinde durmuyor. Ne kadar yorucu olduğunu tahmin edersiniz. Arkadaşım çocuk ve ev işleri derken eve kapanmak zorunda kaldı, şu an yeni bir iş bakıyor ancak verdiği aradan dolayı gelen teklifler çok cazip değil. Olaya tamamıyla onun bakış açısıyla baktığımız zaman kendisine hak vermemek imkânsız, ancak bir de benim gözümden değerlendirdiğinizde son derece sağlıklı harika bir oğlu var ve çocuğuyla birebir vakit geçirerek onun büyüyüşüne tanık olabilme lüksüne sahip. Eşi her ne kadar istediği kadar yanında olamasa da ailesini çok seviyor ve mümkün olan vaktinin tümünü onlarla geçiriyor. Belki hemen olmasa bile tekrar bir iş bulma olasılığı çok yüksek. Peki o zaman depresyona varan tüm bu üzüntüler niye? Olaylara uzun vadeli bakış açımızı kaybettiğimiz ve sadece geçici olan sorunlara konsantre olarak tüm yaratıcı enerjimizi bunlara odaklanmaya harcadığımız için mi?
Küçükken çok etkilendiğim bir masal vardı. Yazarını hatırlamıyorum. Eski zamanlarda köyün birinde kadının biri yaşamından çok sıkılır. Kadının 5 tane çocuğu vardır. Onlara bakmakta, yedirmekte, evi temizlemekte çok zorlanır. İçten içe sürekli hayatından şikâyet eder, hiç bir şeyden mutlu olamaz, her şeyi bırakıp gitmek ister ama gidemez. İki arada bir derede sıkışıp kalmıştır. Bir gün o kadar bunalır ki köyün yaşlı bilgesine giderek yardım ister. Yaşlı bilge onu dinler ve şöyle söyler “Peki seni anladım. Şimdi evine dön, ahırda yaşayan hayvanlarınızdan 10 tanesini evine al. Bu hayvanlarla 10 gün boyunca birlikte yaşa ama bana şimdiden söz ver, bu hayvanları 10 günden daha önce evinden atmayacaksın. 10 gün sonra bana geri gel. Tekrar konuşalım.” Kadın tavsiyeyi saçma bulur fakat söz vermiştir bir kere. Hem yaşlı bilgeye saygısı da büyüktür. Evine gider, kendisine söylenildiği gibi hayvanları evine alıp bakmaya başlar. Hayatı inanılmaz zorlaşmıştır. Hem çocukların hem hayvanların bakımından uyuyacak vakit bulamaz. Evi iyice pislenir ne kadar temiz tutmaya çalışırsa çalışsın başarılı olamaz. Zor geçen 10 günden sonra koşarak yaşlı bilgenin evine gider. “Dediğinizi yaptım. Hayvanlarla beraber 10 günümü aynı evde geçirdim. Ne olur bana daha böyle devam etmemi söylemeyin.” der. Yaşlı bilge sadece “Evine dön. Hayvanları kendi yerlerine koy. Evini eski düzenine şok ve 2 gün sonra bana geri gel” der. Kadıncağız evine gidip bilgenin söylediklerini yapar. Evini ve çocuklarını temizler. O kadar rahatlar ki her şey gözüne çok güzel gözükür. Daha önce neden şikâyet ettiğini hatırlamaz bile, sanki ev aynı ev, çocuklar aynı çocuklar değildir. 2 gün bile geçmeden yaşlı bilgenin ne yapmaya çalıştığını anlar. Hayatını olduğu şekliyle severek ömür boyu mutlu yaşar…
Bu masalı ilk okuduğumda sanıyorum yedi sekiz yaşlarındaydım. Sonra da bir daha aklımdan çıkmadı. Bunu benim deneyimimle birleştirince ortaya çıkan şu ki, “yaşam” başımıza geldiği zaman, aynı yaşlı bilgenin yaptığı gibi, hiç kimsenin bir şeyleri anlatmasına gerek kalmadan hayatımızla ilgili gerekli anlayış değişikliğini bizler yapmak durumunda kalıyoruz… Algılamamızda bir değişiklik yaratmadan sadece yaşam koşullarını değiştirerek kalıcı bir etkiden bahsetmemiz mümkün değil. Çünkü sıkıntılarımızın görünürdeki sebepleri belli; iş kariyer, ilişki, para problemleri. Sürekli olarak bunları iyileştirmeye çalışarak sıkıntılarımızın geçeceğini düşünüyoruz. Ancak sağlanan etki uzun sürmüyor. Farklılaşmanın, sahip olduğumuz koşulların değişmesinden bağımsız olarak gerçekleşmesi gerekli. Sonuç olarak yaşananlar yaşanıyor ve gerçek kazanım sadece algımızdaki farklılaşma oluyor.
Üzüntüler ve zor dönemler tüm doğallıyla yaşamın bir parçası. Güçlüklerden korkmak, başımıza hiç gelmemesini dilemek elbette çok insanca bir tepki ama zor zamanlara karşı vereceğimiz tepkiler farkındalığımızın derinliğiyle ilgili. Benim geldiğim nokta aslında hayatta mutsuz olmak gibi bir lüksümüzün olmadığı.. “Yasam” bir noktada herkesin başına geliyor. Biz en iyisi bu gerçeği baştan kabul edip, çok sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi, kırmızı ayakkabıların ve bize öğrettiklerinin önünde saygıyla eğilelim…