Erkek olmanın en güzel yanlarından birisi de, karşı cinsle “hamile kalır mıyım?” acaba endişesi yaşamadan rahatça cima edebilmenizdir. Amma velakin tarih boyunca bu rahatlıkla yaşayan erkekler, günümüzde bu rahatlıklarını da “her türlü erkek rahatlığına bayrak dikmeyi kafalarına koymuş” kadınlara teslim etmişler ve “o hamile kalır mı?” korkusuyla yaşamaya başlamışlardır. (Son cümle işin şakası elbet.) Hele ki yirmili yaşlarında bir genç erkekseniz ve daha dünyanın nimetlerini görmeden çoluk çocuğa karışma niyetiniz falan yoksa, karşınıza çıkabilecek en kötü kabuslardan biridir: “Sana bir şey söylemem lazım, birkaç gün geciktim.” denmesi. Siz bir anda şoka uğrar ve “yahu hayatım çok stresliydin… havalar da ısındı zaten ondandır… merak etme yahu çok dikkat ettim…” gibi sözlerle karşınızdaki korkmuş dişiyi sakinleştirmeye çalışırsınız, ama bir yandan da içiniz içinizi yer. Sonra o gecikme birkaçgün daha sürer ve siz gidip bir hamilelik testi alırsınız.
İşte elimdeki teste bakarken yirmili yaşlardan beri süregetirdiğim bu psikoloji içimdeydim. Partnerim bana “ben bakmak istemiyorum, hadi sen bak” dedi ve elime tutuşturdu. Bir süre bekledikten sonra testte karşıma çıkan ikinci çizgiyi görünce aklımdan ilk “ulan bu testi tek çizgiyle tamamlamak pek nasip olmayacak bana” cümlesi geçti. Sonra ani bir panik duygusu kapladı içimi, ama sonra içimdeki meleğin yatışrıcı sesini duydum: “Sevgili Hasan, artık yirmi değil, otuzundasın ve farkındaysan karşındaki insan da senin karın. Bu ne demek? Yani bu sefer baba olman için tüm hava ve yol koşulları müsait. Tebrik ederim canım, baba oluyorsun.”
Ertesi sabah gözümü açtığımda midem kaynıyordu ve başımdan aşağı bir kova kaynar su dökülmüş gibiydi. Çünkü baba oluyordum ve daha “Football Manager”da oynayacak çok sezonum, “Pro Evolution Soccer”da kazanacak çok kupam, yapacak daha bir sürü şeyim varken ben baba oluyordum. “İmdaaaaaatttttt!!!! Ulan ben daha büyümedim ki, daha çocuk sayılırım, ne çocuğu ulaaaaan” diye panikliyordum, ama bir yandan da “oğlum geldin otuzuna, şimdi olmayacak da ne zaman olacak” diye düşünmüyor da değildim. Hem belki de bu güzel bişiydi de henüz farkında değildim. Ama kesin olan bir şey vardı ilk tepkim şaşkınlık ve panik doluydu.
Daha sonra günler geçtikçe bu fikre gittikçe ısınmaya başladığımı hissettim. Evet, kendimi halen hazır hissetmiyordum, ama okuduğum bir kitapta yazan “Merak etmeyin, kimse kendini anne-baba olmaya hazır hissettiği için anne-baba olmaz. Anne-babalık öğrenilen bir süreçtir.” Cümleleri beni çok etkilemişti. Daha sonra dinlediğim 18-19’unda baba olmuşların hikâyeleri beni iyice rahatlattı. Kendime dönüp bir baktım ve aslında baba olmak için iyi de bir aday olduğumu gördüm ve zaten bizim velet de bunu görmüş olacaktı ki biz evlenir evlenmez gelmeye kalkmıştı. (Eh bir aksilik veya erkencilik olmazsa bebeğimiz, bir aslan burcu kadını olarak dünyaya gelecek ve aslan kadınında da öyle yaş tahtaya basacak bir durum söz konusu değildir hani.)
Tabii bu işin benim açımdan boyutu. Olayın bir de eşim açısından ki durumu var ki, açıkcası ben “hamilelik” konusunda bir kadın adına, bir erkeğin konuşabileceğine inanmıyorum. Çünkü dünya üzerinde kadınlar ve erkeklerin bazı halleri vardır ki iki cinsiyetin birbirlerinin bu hallerini anlamalarına mümkünat yoktur. Mesela bir kadın asla soğuk bir havada, bir çalının dibine ayakta işerken, o soğuk havanın organınızda yarattığı keyfin hissini yaşayamaz, çünkü fiziki şartları müsait değildir. Her ne kadar bu örnekle karşılaştırılmayacak değerde olsa bile, hamilelik de erkek açısından tam olarak anlaşılması mümkün olmayan bir süreç ki bizlere sadece konu hakkında tahmin yürütebilmek kalıyor. Bu bağlamda yazımda “eşim neler hissediyor”dan öte kendimin ne hissettiğini yazmak durumundayım, çünkü onun adına ne yazarsam yazayım, yeterli olmayacağını düşünüyorum.
Ama bir yandan da onu gözlüyorum ve neler yaşadığını anlamaya çalışıyorum. Onu izledikçe ve bu deneyimi yaşamış diğer arkadaşlarımla konuşunca anlıyorum ki bu hamilelik gerçekten zor bir deneyimmiş. Hiç de öyle filmlerde gösterildiği gibi güle oynaya geçen bir süreç değilmiş. Bir kere fiziksel açıdan kadını zorlayan bir şey bu. Biz şu anda altıncı ayımızı yaşıyoruz ve eşimin manevra kabiliyeti gittikçe azalıyor. Daha da ötesi hormonlar değiştiği için ruh hali de çok değişiyor. Bir tepki vereceği şeye, üç tepki verebiliyor, ruhsal manevra kabiliyetinde de zorlanmalar olduğunu görüyorum ve bir de buna fiziksel değişimin getirdiği ağrılar ve hormon karmaşasının getirdiği depresyonlar da eklendiğinde, ortaya zorlayıcı bir kokteyl çıkıyor. Allahtan bahar geldi ve aylar ilerledikçe ruh hali toparlanmaya başladı da, ikimizde rahatladık. Yoksa açıkçası ilk üç ay ağzımıza … Neyse işte!
Hamilelik sürecinin en renkli tarafı ise doktor ve ultrason kısmı bence. Bizim çok renkli bir doktorumuz var (Dr. Hakan Kanıt) ve ilk randevumuzdan sonra eşime “Yahu bu ne tatlı adam, insanın kadın olası ve bu adama doğum yaptırtası” geliyor dedim. Gerçekten de insana olumlu enerjiler veren bir doktorunuzun olması çok önemli bu süreçte. (Ve mesela ben İzmir Alsancak’ta, Hakan Bey’e gittiğimiz caddeyi ömür boyu sıcacık ve güzel duygularla hatırlayacağım ve orası benim için hep “bebiş yolu” olacak.) Tabii ultrason kısmı ise işin en heyecanlı tarafı. Her ay düzenli olarak kontrollere gidiyorsunuz ve gözünüzün önünde bir canlının büyümesine tanıklık ediyorsunuz. Bizim kız da kurbağa yavrusu gibi bir şeyken önceleri, ilerleyen aylarda minik bir uzaylıya dönüştü, sonra da şimdi kendisi üç boyutlu görüntü alınırken elleriyle yüzünü kapatıp sanki “çekmesenize kardeşim, tabii buldunuz kaçacak yeri de olmayan kızı, paso çekiyorsunuz ama nasılsa gelince size ödetirim ben bunu, geceyarısı sizi asker etmezsem ne olim!!!” diyen bir bebecik oldu. Annesini sürekli tepikleyip duruyor ve mesela birkaç gün önce tepiklemeleri durunca “lan bişey mi oldu” diye endişelenip, dikkatlice dinlemek için annesinin karnına kulağımı koyduğumda, tam kulağımın üzerine tekmeyi basıp dalga bile geçiyor babası kılıklı. Gerçi hoş işin bu endişe kısmı da, en zorlayan şey sizi. Ultrason başında doktor, bir noktaya takılıp kalınca resmen ruhunuzu teslim ediyorsunuz “acaba bir şey mi var” diye, sonra aslında boşuna kuruntu yaptığınızı gördüğünüzde de rahatlıyorsunuz. Ama tabii her an, her şeyin olabileceği duygusu sanırım sizi hep takip ediyor bu süre boyunca.
Esasında düşününce, takip etmek kontrol etmek iyi güzel de, bu kadar çok şeyi bilmek iyi, güzel mi, orasından emin değilim. Çünkü “bugüne kadar insanlık ultrasonlarla, testlerle mi bir yere geldi” diye düşünmeden edemiyor da değilim. Benim anneannem altı tane doğurmuş, babaannem keza öyle, hepsi de aslan gibiler maşallah. Sorduğumda “Yoo biz pek sıkıntı çekmedik” diyorlar. Sanırım burada bilgi, korkuyu körüklüyor. Aslında bu şuna benziyor, elinize bir sağlık ansiklopedisi geçerse ve sizi iyice okursanız, bir süre sonra onca hastalığa ve tehlikeye rağmen, halen sağ-salim olduğunuza şaşırabiliyorsunuz hani. Halbuki hayat da böyle bir şey. Tıpkı bilgisayar kullanmak gibi. PC’nize bulaşabilecek milyonlarca virüs varken, önleminizi alırsanız hiçbir problem yaşamıyorsunuz. Ama kendinizi virüs bulaşmasın diye kasarsanız da paranoyak olup çıkıyorsunuz. Sanırım ultrason başı stresine de böyle bakmak lazım, ama tabii biz henüz acemiyiz ve çok ürkeğiz, eh artık ikincisinde daha rahat oluruz eminim.
Her Haziran ayında “Babalar Günü” kutlanır. Bir gün elbette benim için de bu günün anlamının olacağını biliyordum, ama bilmekle yaşamak bambaşka şeyler. Gelecek Haziran’da bir “Babalar Günü” yazısı yazarken baba olmanın ne demek olduğunu hissederek yazacağım inşallah.