Kendimi hayal edebildiğim en uzak yaşın 18 olduğu bir dönem hatırlıyorum. Hatta, mantığım günün birinde 18 yaşına gelecek olduğumu söylemesine rağmen içimde bir yerler bir nedenle bunun asla mümkün olmayacağını söylüyordu, ikna olmuyordu. Nasıl olsundu ki? Daha önce hiç 18 yaşında olmamıştım ve bunun nasıl bir şey olduğuna dair elimde çok az veri vardı. Olayın büyük kısmı hala sırrını koruyordu.

Her şey bir rüya ile başladı. Sanki dün gece görmüşüm gibi, hiç unutmam: Oldukça geniş bir tavan arasındayım. Sağda solda atılmış eski kıyafetler, birkaç tane koltuk ve bir de boy aynası var. Eğik tavanın sonlandığı duvardaki vasistaslardan içeriye dolan güneş ışığında uçuşan toz zerreciklerine bakıyorum. Işık son derece keyifli bir açıyla geliyor ve odada tek başıma tatlı bir huzur halindeyim. Aynaya doğru yürüyorum ve kendime bakıyorum. Uzun boyluyum, uzun altın sarısı saçlarım var. Kalın kahküllerim kaşlarıma kadar iniyor, saçlarım üst kısmını arkada yarım toplamış, geri kalanını omuzlarıma dökmüşüm. Üzerimde uzun taba rengi bir etek ve beyaz dar bir gömlek var. O kadar güzelim ki… 18 yaşındayım…

Bu rüyayı gördüğümde sanırım 9-10 yaşlarındaydım. Enine boyuna iri bir çocuktum. Kısacık kahverengi saçlarım ve kalın kemik çerçeveli gözlüklerim vardı. 1-2 yıla kadar dişlerime tel takılacağından habersizdim. Saçlarımı uzatmayı çok isterdim fakat bakımlarının zor olacağı gerekçesiyle annem ve babam izin vermezlerdi. Diretme huyum olmadığı için de her seferinde kuzu kuzu annemle beraber kuaföre gider kırpılırdım. En büyük hayalim, bir gün çok güzel bir genç kız olmaktı. 

O yıllarda, oldukça gecikmeli olarak ilk Barbie bebeğim alındı. Aslında benden 3 ve 5 yaş küçük olan kızkardeşlerime alınmıştı o bebekler, yatak odası takımı ve kuaför takımı… Ama yıllarca Barbie bebek istemiş ve aldırmamış olan ben, artık neredeyse ilkokulu bitirecek yaşta olmama ve olduğumdan da 2-3 yaş büyük göstermeme rağmen o Barbie’lerle oynamaya bayılırdım. Saçlarını tarar, kıyafetlerini değiştirir, değişik senaryolar üretip bebeklere oynatırdım.

Neredeyse her haftasonu görüştüğümüz aile dostlarımızın biri benden 1, diğeri 6 küçük iki oğulları vardı. 5 çocuk bir araya gelince en sevdiğimiz oyun Atlantis’ten Gelen Adam’cılık oynamaktı. Büyük oğlan olan Özgür, Atlantis’ten Gelen Adam olurdu. Bizim ranzanın altı ise deniz yerine geçerdi. O, ayak ucundan ranzanın altına girer, sürüne sürüne diğer ucundan çıkar ve sözde deniz altından geçerek bizim olduğumuz sahile gelmiş olurdu. Benim küçük kızkardeşim ve Özgür’ün erkek kardeşi yaşları gereği sadece figüran olurlardı. Ortanca kızkardeşime ise daha fazla konuşma hakkı (hadi replik diyelim bari) verirdim ama genellikle tüm itirazlarına rağmen kötü kalpli kıskanç kadını falan oynatırdım. Tahmin edileceği üzere ben hem senarist, hem yönetmen, hem de başrol oyuncusuydum. Aynı senaryonun benzer versiyonlarını oynardık her haftasonu… Ben eskiden çok çirkin bir genç kızmışım, bütün arkadaşlarım benimle dalga geçerlermiş, sonra gidip bir sürü estetik ameliyat olmuş ve aralarına geri dönmüşüm, hiçbiri beni tanıyamamış ama güzelliğime hayran olmuşlar. Ha bu arada, Atlantis’ten Gelen Adam da kalkıp onca yolu bana aşık olmak veya kötü kalpli kadından kurtarmak için gelmiş. Vay be!… Ne hayal, ne ego tatmini ama!.. Daha da komiği, şu sıralar Hülya Avşar ve Cihan Ünal’ın başrollerini paylaştıkları “Kadın İsterse” adlı dizinin senaryosunun da benim küçüklük senaryolarımdan aşırıldığından şüpheleniyorum. Arada denk gelip de seyredenler fark etmiştir.

Tamam, ben çocukken kendimi hiç de güzel bulmuyordum. Güzel olmak için gereken iki olmazsa olmaza sahip değildim çünkü: İnce bir vücut ve upuzun, düz, sarı saçlar. Ama yetişkinler beni pek bir güzel bulurlardı. Sadece kendi anne babam değil, beni tanımayan insanların da “Ne kadar güzel bir kızınız var”, falan dediklerini hatırlarım. Hatta bir seferinde ilkokul son sınıftayken sınıfa okulun müzik işlerinden de sorumlu bir başka öğretmen gelmiş ve sene sonu müsameresi için bizim sınıfın en güzel üç kızını seçmek için öğretmenimizden birkaç dakika izin istemişti. Of be! Ne heyecandı ama. En ön sıra ineği olan ben bunu duyduğum için hemen gözlüğümü çıkartıp sıranın gözüne koymuş, kaşlarımı annemin öğrettiği gibi parmaklarımla yukarı doğru sıvazlamış ve saçlarımı çaktırmadan düzeltivermiştim. O anı hiç unutmam. Tek kişilik jüri ciddi bakışlarını sınıftaki tüm kızların üzerinde teker teker dolandırmış, bende biraz fazla oyalanmış ve kararını açıklamıştı: Seçtiği üç kızdan biri bendim. Offff!… Güzelliğim tescillenmişti işte! Annem galiba haklıydı. Ama nedense ben… Yine de beni arkadaşlarımın… Sınıftaki erkeklerin güzel bulmasını istiyordum. Öte yandan, sınıfın en uzun boylusu olarak erkeklerin hemen hepsini birkaç kez pataklamışlığım vardı ve beni bir kız gibi algıladıklarını pek sanmıyordum.

Aradan birkaç sene geçti. Artık ortaokuldaydım. O sıralar televizyondaki favori dizi filmim Lorena adında bir genç kızın yaşadıklarını anlatıyordu. Adı Carousel gibi bir şeydi sanırım. Eduardo Capetillo diye yakışıklı bir şarkıcı vardı dizide. Bir de ona aşık, çirkin bir genç kız. Sonra genç kız çok güzelleşiveriyordu ve Eduardo da ona aşık oluyordu. Yani bir nevi Bir İstanbul Masalı’ndaki Esma vakası. Senaristler herhalde konu kutlığı çekiyorlar ve ana temaları 9-10 yaş grubu kız çocuklarının hayallerinden araklıyorlar. İşte zaten bu yüzden tutuyor bu diziler. İçimizde bir tarafı aç kalmış Lorena hayaletleri dolanıyorsa eğer, bu dizilerle tatmin oluyorlar. Amanin! Lorena’ya öykündüğüm ve çılgınlar gibi New Kids On the Block hayranı olduğum bir dönemdi o… Çok değil, aradan 2 yıl geçtikten sonra orta son sınıfta bile bir zamanlar NKOB hayranı olduğumu sır gibi saklar hale gelmiştim. Çünkü ben artık bir metalciydim. Axl Rose’a hayran, Jon Bon Jovi’ye aşık, James Hetfield’a göz kırpar vaziyetteydim.  Dahası, saçlarımı da uzatmaya başlamıştım. Babam onca ısrarıma dayanamayıp bana bir deri ceket almıştı. Siyah deri ceketimi giyer, saçlarımı ortadan ayırır, alnıma kırmızı bir bandana bağlayıp saçlarımı bandanın üzerinden yanaklarımın üzerine dökerdim. Elbette postal giyer ve yaylanarak yürürdüm. Hatta, sene 1990’dı ve okulda ilk postalı ben giymiştim. Başta herkes gelip dalga geçmeye kalkışmıştı fakat bir-iki haftaya kalmadan postal modası tüm yurdu etkisi altına almıştı. Benim erken davranmamın sırrı ise gazete okuyor olmamdı: A.B.D.’nin ilk Irak operasyonunun dünya modasında askeri giyim çılgınlığı yarattığıyla ilgili bir haber okumuş ve bu moda Türkiye’ye gelmeden önce öncü davranıp okulun ilk postallısı olmayı başarmıştım. Sağ olsun Yeşil Kundura… Postal modası yokken bile postal satarlardı.

Neyse… İşin özü, yaş 18’e yaklaştıkça ben de görüntümü toparlamaya başlamıştım. Liseyi bitirdiğim yaz 18 yaşındaydım veeee… Gözlüklerim ve diş tellerim çoktan terk edilmişti, normal kilodaydım ve oldukça uzun sapsarı saçlarım vardı. İşin sırrı, her gün güneş altında saçlarımı taradığım papatya suyuna bir parça oksijenli su ilave etmekti.

Gariptir, 9-10 yaşlarında gördüğüm rüyadaki kıza oldukça benziyordum. Tüm o Barbie bebek sevdaları, televizyondaki Hollywood güzelleri ve yaşıtlarım bana güzelliğin zayıf bir beden ve uzun sarı saçlardan geçtiğini dayatmıştı. O görüntüye kavuşmak için içimdeki çocuğun kendine verdiği bir söz vardı. Onun, o sözü tutmasını sağlamaksa yıllar sonraki Aycan’a düşüyordu. Düşünüyorum da, o sözü tutmakla iyi yapmışım. Hayalimdeki görüntüye kavuştuktan bir süre sonra o görüntünün peşinden koşturan oğlanların ne kadar boş kafalı olduklarını fark etme şansım oldu. Ve ben hiçbir zaman Eduardo Capetillo görüntülü bir çocuğa pas vermedim. Hoşlandığım çocuklar hep kitap kurdu, ince bir mizah duygusuna sahip yetenekli çocuklar oldu ve en sonunda öyle birisiyle evlendim. Bulundukları ortama marka tutkularını taşıyan, iki cümlelerinden birinde yavşak Amerikan aksanlı bir İngilizce kelime patlatan, niyetleri asla hava atmak değilmiş havalarında habire hava atmaya çalışan bol parfümlü ve jöleli adamlar ve onlarla aynı sahneyi başarıyla paylaşan Barbie bebekler hala şunu merak etmeme neden oluyorlar: Hollywood sendromundan kurtulmadıkları müddetçe bu insanlar gerçekten mutlu olabilirler mi? Yok hayır, gerçekten çok samimi soruyorum bunu… Çünkü bazen harbiden mutlularmış gibi geldiği oluyor. Hani şöyle tüm hücrelerinizle huzuru hissettiğiniz, kendinizden ve kararlarınızdan tam anlamıyla memnun olduğunuz, kendinize yönelik samimi bir saygı duyduğunuz o hoşnutluk, derin mutluluk halinden söz ediyorum. İçinizde ufacık bile olsun itiraz eden bir sesin olmadığı, hiçbir kaygınızın, endişenizin, korkunuzun kalmadığı o dingin ve kapsayıcı ruh halini kastediyorum. Bilirsiniz… O Barbie ve Ken’lerin bu duygu durumunu bu halleriyle hissetmeleri mümkün mü? Bana pek olası gelmiyor. Kendi çizdikleri yönde edindikleri sosyal başarılarının onlara haz verdiğinden eminim. Ama hep bir şeyler eksik olmalı. Bir takım şablonların ikinci sınıf röprodüksiyonları olduklarını fısıldayan bir taraf olmalı içlerinde. Ya da… Akşamları yataklarında uzanıp kendileriyle kaldıklarında gündüz sergiledikleri şahsiyetten çok daha farklı birileri konuşuyor olmalı kafalarının içinde. Aslında herkesi kandırdıklarını, koca bir sahnede orta karar bir oyuncu olduklarını, daha o gün edindikleri sosyal başarıların aslında hiçbir şey ifade etmediğini fısıldayan bir iç ses olmalı. Eğer o da yoksa… Kendilerinden bihaber bu kayıp kuzular hayatlarını hayatın neyin nesi olduğunu dahi düşünmeden yaşayıp gidiyorlar demektir. “Samimi olmak” ne demek bilmeden, bunu bilmeye ihtiyaç duymayacak kadar başarılı Barbie ve Ken’ler olarak sürdürüyorlar demektir. Umarım yanılıyorumdur, umarım dışarıdan tahmin edildiği gibi değildir. İçlerindeki çocuklara verdikleri sözlerse eğer yola çıkış noktası, eminim ki o çocuklar o sözlerin diyetini ödüyorlar her gün. Çünkü en çok çocuklar oyuncudur sahnelerde, ama gerçek bir samimiyete en çok çocuklar ihtiyaç duyar.

Neyse… Artık 29 yaşındayım. Çok değil, 4 ay sonra bir kızım olacak. İyi bir anne olmayı her şeyden çok istiyorum. Kendi çocukluğumu ve ergenlik yıllarımı çok net hatırlıyorum ve bu beni hem rahatlatıyor, hem de korkutuyor. Şimdi annem en yakın dostum. Ama öyle bir dönem vardı ki, o yıllarda annemin her davranışı batıyordu. Bir yandan onu herkesten çok seviyor, diğer yandan ondan nefret ediyordum. Annemse durup durup bana hep aynı şeyi söylüyordu: “Bir gün anne olduğunda beni anlayıp hak vereceksin…” Seni şimdiden anlıyorum anne… Karnımdaki yaratık her tekmelediğinde senin beni ne kadar çok sevdiğini anlayıp şaşıyorum. Neden yıllarca ben Barbie isterken başka bebekler aldığını, saçlarımın rengini oksijenle açtığımda o tepkiyi verdiğini, beni neden o kadar güzel bulduğunu, bir gün “Saçmalama Anne!”, diye bağırdığımda neden ağlamaya başladığını anlıyorum. Sen üç kız yetiştirdin. Bunun ne zorlu bir iş olduğunu ancak tahmin edebiliyorum. Sana o sonsuz sabrın ve şefkatin, ne  kadar kırılgan tabiatlı olsan da gayret edip hızla affedişlerin ve sırf bizi yalnız bırakmamak için hayata asılma inadın için teşekkür ederim. Sen tanıdığım en iyi annesin.

Şimdilerde kız çocuklarının en sancılı dönemlerine göz kulak olan anneler! İçiniz rahat olsun. Kızınız büyüyecek, kendi hayatını kuracak ve sizi her zamankinden iyi anlayacak ve çok daha fazla sevecek. Biz Matruşka’lar gibiyiz. Bir kadın ve onun içinden çıkan bir kadın ve onun içinden çıkan bir kadın ve böyle gidiyor işte… Annelerimizi yaşıyoruz içimizde, ruhumuzda saklı kalan çocukluğumuzu doğuruyoruz her seferinde.

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.