İnsanın yaşı ilerledikçe, eğer kendini ve çevresini yorumlama yeteneği de varsa anladığı yegane şey yaşamın her safhasında katıksız siyah ve beyazların varolmadığı. Siyahın içinde beyaz, beyazın içinde hep bir siyah…

Bilmem, hatırlar mısınız? 70 li kuşak olarak bizlerin seyrettiği bir dizi vardı, polis gangsterin arkadaşı olur ve dostlukları öyle bir boyuta erişir ki artık O’nu suçlu olarak algılamaz, hatta tutuklayamaz hale gelir. Adamın polis tarafından görülen yanı artık mafyalığı değil, kendi çocuğuna sarılışı, arkadaşının omzunda ağlayışıdır.

İlginç bir bakış açısı, özellikle filmlerde gösterilen ve katı çizgilerle ayrılmış iyi, kötü karakterlerin böyle olmadığını yansıtması açısından beni çok etkileyen bir diziydi. Gerçek hayata en yakın şekilde algılanmış bir konu. Ne pür siyah ne de pür beyaz…

Annelik de bir yerde öyle.Evliliklerde yaşanan iniş çıkışlar, karı kocalık kavramı da…

Anne olmak insan yetiştirmek anlamına geliyor. Özünde yatan iş “Çocuk da yaparım kariyer de!” indirgemesini  sekize katlayacak bir sorumluluk yüklüyor omuzlara. Her anınız takip altında ve eğitmek istediğiniz çocuğun standartlarına göre davranış sergilemek zorundasınız. Çünkü davranış doğuştan gelmiyor, gözlemle yaşamakla ve tecrübeyle öğreniliyor. Peki bu mümkün mü?

Pedagoglar, psikologlar alınıp kırılmasın, öyle televizyonlarda mükemmel anne ve kadın olma yolunda demeçler vermeye devam edilsin ama bana göre asla olası değil! Ne yazık ki normal şartlar altında yaşanan hayatta küfürbazsan küfürbazsın, kötüysen kötülüğün devam, yumuşak yürekli katı kuralları olmayan biriysen yine aynı terane…

Mesela ben sinirlendiğimde nerelerde hata yaptığımı, neleri yapmamam gerektiğini gayet iyi biliyorum. Kendime dönüp baktığımda bir sürü eksiklikleri görmekte, bunları kendi çocuklarımla olan ilişkilerimde izlemekteyim. Evet, biryandan günlük hayat içinde koşturup çevremdeki herkese yapmaları gerekenleri dikte ederken, diğer yandan niye mükemmele erişilemiyor diye saçımı başımı yoluyorum ve tamam, sakin enerjiye odaklanmam lazım. Fakat  gel gelelim bunu ne kadar değiştirebiliyorum?

İşin matematiği, olması gerekeni belli oysaki benim kişiliğim, hayata bakışım, birkimim, yaşanmışlıklarımdan getirdiklerim de belli. Bu titreşme durumu bir bakıyorum ki çevremdeki herkesi germiş, durup kendi kafamda yarattığım kameradan ailemi izlediğimde Laurel ve Hardy filminin sesli ve hatta zaman zaman gürültülü versiyonunu izliyor gibi oluyorum.

Bir de  insanların aynı evi paylaştıklarında birbirlerini ayna gibi yansıtma durumu var. Nasıl ki çok mutsuz bir arkadaşın bile yanında durulduğunda bakılır ki enerji düşmüş, beklentiler tabanda, aynısı. Bu işin doğal ve değiştirilemez yanı. Yani herbirimiz birbirimizi olumlu ve olumsuz etkiliyoruz. Aile hayatında sonuçlarına bir de vicdan rahatsızlığı çekerek katlanmak zorunda kalıyoruz. Sevmediğimiz bir insanı hayatımızdan çıkartırız ama anne evlat karı koca ilişkisinde olayı bu kadar basite indirgemek imkansız. Olaya davranış tarzınızı kopyalayan çocukları eklediğimizde belki de kontrolü kaybettiğimiz bir teknede, fırtınanın ortasında kalmış duygusu yaşıyoruz yani en azından ben öyle hissediyorum.Çünkü kontrol elden çıkıyor, güzelliklerin içine uykusuzluktan, yorgunluk ve zaman zaman gelip çöreklenen BEN duygusundan dolayı siyahlıklar giriyor.

İki çocuğa bölünmek, iki ayrı yaşın ve kişiliğin ihtiyaçlarını karşılamak, onların birbirleriyle olan kavgalarını seyrederken o kaosdan sıkılmak ama severlerken öperlerken mest olmak…Kendi içinde bile korkunç çelişkili, iniş çıkışlı bir ilişki değil de nedir? Aşk ve bunaltı arasında gidip gelen bir sarkaç .

İkinci çocuğumu yapmadan önce “Aralarında sekiz yaş var artık abla elden çıkmış olacak” düşüncesi yerleşmişti kafama. Zaten dışardan gelen olumlamalar da o yöndeydi  ta ki olayı tecrübe edene kadar.

Şimdi bunu söyleyenin yüzüne çarpmak geliyor içimden. Sanki dokuz yaşında bir çocuğun annesi ve babasıyla geçirmek için zamana ihtiyacı yok, oyun oynamıyor, eve ödev getirip, bazı konularda takılmıyor, oynayacağı arkadaşları ile arasında hiçbir sorun yaşamıyor, o orada öyle bitki gibi yaşayıp gidiyor. Öyle mi? Belki bunu yıllardır uygulayabilen ve bu yolla mutluluğu yakalayabilmiş anneler için öyle ama benim için değil. Neden? Mükemmel olmak uğruna, doğru olanın o olması gerektiği düşüncesi yerleştiği için çocuklar kendi kendilerine televizyon seyrederken iş yapıyorsam içim içimi kemirdiği için.

Birden fazla çocuk dendi mi bir, karşılıklı bire bir yaşanan ilişki var ve bu çok önemli, bir de çocukların birbirleriyle olan diyaloğunu dengelemek gerekiyor ki bu da çok gerekli. Çünkü ortada ne olursa olsun sürekli gözlemlenmek istenen, korunması gerekli olan ve küçük bir çocuğa emanet edilemeyecek, zaman zaman ebevynleri bile imdat dedirttirecek bir sorumluluk duygusu var. İşin gerçek hayatta yaşanan ve hep bir suçluluk duygusuyla konuşulmayan versiyonunda küçük olan sürekli hastalıkla, hayatı yeni deneyimleyerek, beslenmesi ve rutiniyle bütün enerjiyi kendine çekiyor, bunu söke söke alıyor ve büyüğe kalan genelde koskoca bir boşluk oluyor. Es verildiğinde ebeveynler olarak bizler dinlenme hakkımızı kullanmak zorunda olduğumuz için bu böyle.

Bu kadar olması gereken ve bilinen… Yanında eşantiyon olarak, hayatın getirdiği ve formüle edilmiş olsa bile uygulanamayanlar…Ve bunun sonucu dedemin hep babama söylediği bir lafmış bu; “Senin çocuğun senden sonra bir gömlek atabilir, daha fazlasını değil!”  Doğru mu?

Reyhan Bull