Hep merak etmişimdir, acaba bir erkeğe bir kibrit kutusu verilse “Bunu 9 ay hiç ayırmadan üstünde taşı dense” ne kadar süre bu emaneti muhafaza edebilir diye… Ancak Allah, kutuyla falan mukayese edilemeyecek gitgide büyüyen ve zamanla hareket eden ve hatta tekme bile atan bu kutsal emaneti taşıma vazifesini ‘anneye’ vermiş…

Çok seneler evvel, Çapa Tıp Fakültesi’nde jinekolog bir arkadaşı nöbet esnasında ziyarete gitmiştim. Oldukça yoğun ve hareketli bir gündü onlar için. Arkadaşım “Hadi, gel seni doğuma sokayım” dedi. Ben de tipik koç atılganlığı ve cesaretiyle “peki” deyiverdim. Ve kendimi aniden; onunla aynı baş harflere sahip olduğum ‘ŞA’ işli beyaz önlüğünü giymiş vaziyette doğumhanede buldum. Beni normal doğumların olduğu bölüme sokup, kendisi ikiz doğurtmak üzere ameliyathaneye gitti.

Jinekoloğa korka korka giden, muayene masasına yattığında ‘Kesseler kanım akmaz!’ denilecek duruma gelen ‘ben’ ansızın doğumhanedeydim. Ne işim varsa?.. Bir çok bölmeyle ayrılmış upuzun salonda her masaya bir hamile kadın yatırılmış vaziyetteydi ve ortalık feryat figandan geçilmiyordu. İlk şoku bu görüntüyle yaşamışken, tam önümdeki masada olağanüstü bir hareketlenme başladı, zira bebek geliyordu! Ama tabii öyle kuru kuruya değil önden su torbası ve hatta bebek çıksın diye anne ıkındıkça Allah ne verdiyse her türlü ifrazatla beraber…

Masanın altına koyulmuş leğen, kova vb. şeylerle bütün bu sıvılar mümkün mertebe toplanmaya çalışılıyordu görevliler tarafından. Gözümün önünde bir vaveyladır kopuyordu. Nasıl gergin bir süreç, sanki zaman durma aşamasına geçmiş, herkes panik içinde koşuşturmakta. Anlatması güç…

Bebek havayla temas eder etmez feryadı bastı. Doktor çekip aldı ve kıçına bir şaplak vurdu bu arada grimtırak kurşun renkli bir kordon uzayıverdi annenin içinden. Steril makasla kestiler. Bebek erkekti; hemşireler tarafından üzerindeki plâsenta artıkları temizlenmek ve kundak benzeri bir şeye sarılmak üzere teslim alındı. Bütün görevlilerin zamanla yarışarak ve gergin bir bekleyişle koşuşturmacasının ardından; bebeğin sağlıklı bir biçimde doğması sonucu yüzlerinde beliren rahatlama ve mutluluk gerçekten görülmeye değerdi…

Operasyon daha tamamlanmamış meğer; annenin, -doğumun zor olan birde ikinci bölümü varmış! – içindeki son’un alınma süreci başladı. Yukarıdan elle bastırmalar ve yine ıkınmalar -sonradan anlayacağım üzere – bebeğin doğana kadar içinde yaşadığı keseydi; bu defa oldukça meşâkkatli bir biçimde anneden alınan.

Doktor büyükçe bir dalağa benzeyen bu şeyi içinde kalan bir şey var mı diye bir kontrol etti. Sonra, annenin doğum rahat olsun diye makata doğru neşter atılmış bölgesini dikmeye başladı.

Bebek genelde en fazla 3-3,5 kilo kadar doğuyor, bir anne adayı ise en aşağı 10-12 kg alıyor hamilelik sürecinde. Doğumuna girdiğim genç anne birden onca kiloyu kaybetmenin etkisiyle üşümeye ve titremeye başladı. Üzerine bir battaniye getirip örttüler. Baş ucuna gidip tebrik ettim ve -gördüklerim karşısında, çığlık atmamak için kendime güçlükle hakim olmuşken- “Bunca olaya rağmen gıkınız çıkmadı. Sizi tebrik ederim” dedim. Bana, “Kocam sıkı tenbih etti. Oralarda sakın bağırma. Ben öyle kadın istemem!” dedi diye cevap vermez mi?.. Bu nasıl bir terbiye, nasıl bir saygı ve sevgiydi ki resmen vücudunda kopan kıyamete ve canından kopan cana rağmen gıkını çıkarmamıştı?..

Anlatırken fazla detaya girmek istemedim ancak müteâkip günlerde gözümün önünden gitmeyen o görüntüler yüzünden yemek yiyemedim ve sürekli mide bulantısı çektim. Zihnimde ise bu olayı gerilere itmem çok ama çok zamanımı aldı… Annemden de bir güzel azar işittim “Kız kısmının doğumda ne işi varmış?” diye…

Bizde de artık, sanırım zaman zaman eşlerde doğuma giriyor. Tabi annenin başucunda olmak kaydıyla!.. İyi bir şey. Girsinler de, beyler en azından bu işin bir tek malzemeyi verip kenara çekilmekle olup bitmediğini bizzat görsünler.

Hamilelik ayrı dert, doğurmak ise bir başka kıyamet! En önemlisi ise doğurmakla iş bitmiyor aksine çok uzun ve zorlu bir maraton başlıyor… Annelik ne kadar yoğun bir arzu ve istekle yaşanılan bir şey ki tüm olanlar unutulup tekrar tekrar o sürece geri dönülebiliniyor…

Çocukluğumdan beri yaşlılara ve çocuklara karşı aşırı hassas ve düşkün biriyim. Kim hayatın başında, kim sonunda orasını Allah bilir; ancak genel manâda çocuklar hayat yolunun başındaki yaşlılar ise sonundaki yolculardır diye görülür. İşte bu iki kesimin ekstra sevgi, ilgi ve şefkâte, kayırılıp kollanmaya ihtiyacı var diye düşünmüşümdür hep. O yüzdendir ki, zaman içinde yalnızca çevremdeki yaşlılara ve cocuklara ilgi göstermek bana yetmez oldu. Eskiden ‘Madem bakacak güçleri yok o zaman çocuk yapmasınlar!’ diye kızdıklarıma bakış açım da değişti zamanla. Hiçbir şey yapamayan çocuk yapıyordu nedense?.. . Peki o günâhsız yavruların suçu neydi? Birilerinin el uzatması bu cehalet zincirinin ve kısır döngünün kırılması şarttı.

Anneliği uzun yıllar, bilhassa aşık olduğum süreçte çok arzu ettim. Hatta o günlerde bir gün ada vapurunda yanıma gelip oturan her halinden yoksul olduğu belli bir genç adam ve yanındaki sarı suru yetersiz beslendiği her halinden belli çocuğa bakıp içim titredi ve “Allah’ım şu çocuk gibi, solucan bir şey dahi olsa razıyım. Yeter ki bir evlat ver bana da” diye gözlüklerin arkasında kimseye göstermeden sessizce ağladım…

Zaman içinde, hayatın çoğumuzu değişik değişik kulvarlardan geçirdiğini; sahip olmak isteyip de olamadığımız veya hiç beklemediğimiz anda birden oluveren şeylerle hep sınandığımızı görüp çocuk konusunu dert etmemeyi öğrendim. Hatta arabası olmayanların züğürt tesellisi kabilinden söylediği “Bütün taksiler benim!” sözünü kendime uyarlayıp “Bütün çocuklar benim!” demeye ve demekle de kalmayıp buna inanmaya başladım…

Kendi doğurduğu evlâda bakmak, sahip çıkmak, maddi manevi herşeyi paylaşmak doğal; mühim olan imkânsızlıklar içinde, zor koşullara doğmuş çocuklara el uzatmak onların kaderini iyi manâda yönlendirecek bir şeyler yapabilmekti…

Bu bağlamda iki kadına müthiş imrenmişimdir. Benim idolüm olmuşlardır. Biri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Türkân Saylan, diğeri ise bir dünya starı, iyilik perisi Audrey Hepburn… Unicef aracılığıyla katıldığı faaliyetlerle bütün dünya çocuklarını kucaklayan o zarif kadını ne yazık ki kötü hastalık sebebiyle erkenden kaybettik…

Tanışma şansına nail olduğum, ‘verecekleri her göreve seve seve talip olduğumu’ kendisine söyleme fırsatını elde ettiğim Türkân Hanım ise ilerleyen yaşına rağmen ne hastalık, ne dert hiçbir şeye aldırış etmeden ve hatta “Vakıfçının, dernekçinin gecesi gündüzü, tatili haftasonu olmaz!” diyerek olağanüstü bir tempoda çalışmalarını sürdüren inanılmaz bir kadın.

Eğer ÇYDD yararına Ayşe Kulin’in kaleme aldığı ‘Kardelenler’ ve Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun Türkan Hanım’la söyleşi yaparak hazırladığı ‘Güneş Umuttan Şimdi Doğar’ adlı kitapları okursanız neden özellikle kız çocuklarına yönelik eğitim kampanyaları yürütüldüğünü anlamak daha kolay olacaktır. Bir toplumda genelde çocukları yetiştiren hayata hazırlayan hatta okul öncesi 0-6 yaş döneminde hayata dair ilk temel taşları döşeyen ‘Annenin’ eğitimi, kültürü, bilinç ve bilgi düzeyi öylesine önemli ki…

Kişi, eğer sanatın herhangi bir dalında bir şeyler yaratmak gibi özelliğe sahip değilse; bu dünyaya verebileceği en güzel eser bence iyi yetiştirilmiş bir İNSAN, bir EVLÂT…

Sevgili Aydın Boysan’ın geçenlerde okuduğum ‘Sev ve Yaşa’ isimli kitabında ‘Bozbaba’nın Günlüğünden’ diye bir bölüm var ki; adındanda anlaşılacağı üzere bir ayının anlatımıyla kaleme alınmış. Sıkça gülerek okuduğum bu kitapta beni “tarihte yavrusunu, cami avlusuna bırakıp kaçan ayı görülmemiştir” satırları acıttı. Hakikaten nasıl bir ruh haliyle ve hangi şartlarda insan ta içinden kopup gelen evlâdını götürüp bir yerlere bırakabilir?..

Yüreğimden taşan duygularla; elimden gelse dil, din, ırk ayırmaksızın tüm dünyayı kuşatacak kadar yoğun sevgi ve şevkâtle kucaklamak istediğim dünya çocuklarını nasıl bir gelecek bekliyor?..

Neden insanlar sevmeden evleniyor?.. İstemediği halde çocuk yapıyor?.. Evlilik çatısı altında  veya bekâr olarak, pek fark etmiyor. Bir çok kadın doğurduğu çocuğu netice olarak tek başına büyütüyor. Maddi manevi paylaşım ve bilhassa sorumluluk almak çok güç geliyor günümüz insanına. Taraflardan biri kaçarsa bu yükümlülüklerden, diğerinin görevi daha ağırlaşmış oluyor. Ebeveynler kaytarırsa, bu defa hayat olanca ağırlığı ve acımasızlığıyla küçücük omuzlara yükleniyor!..

Hangi konuda yazarsa yazsın mevzuyu ele alış biçimine ve fikirlerindeki inceliğe, sahip olduğu duyarlılığa kısacası her şeyine hayran olduğum değerli gazeteci Can Dündar’ın; ‘Aşka Ayıp Oluyor’ başlığı attığı yazısı hislerime tercüman oldu. Günümüzde içi boşaltılan pek çok kavram gibi ‘aşkın’ da nasıl yozlaşmadan nasibini aldığı ancak bu kadar isabetli anlatılırdı.

Peki aşka ayıp oluyorken, anneliğe ayıp olmuyor mu?.. Ortada gerçek bir aşk olsun veya olmasın neticede çocuk ‘aşk yapmak’ diye tanımlanan bir eylem sonucu doğmuyor mu?..

Aydın Bey ‘Sev ve Yaşa’ adlı kitabının 75. sayfasında bu defa şöyle diyor; ‘Yılın 365 günü sevişme şımarıklığı, insanlardan başka hiçbir yaratıkta yok…’

Her ne sebeple ve şekilde olursa olsun ‘Anne’ olmuş bütün kadınların önünde saygıyla eğilirken; fiziken olmasa da ruhen kendimi çok yoğun bir biçimde anne hissettiğimi ve anneliğin olur olmaz adamlardan çocuk peydahlamadan da pekâla yaşanabileceğini belirtmek isterim. Ve bütün annelere; Allah’ın onlara bahşetmiş olduğu bu yüce konumun idraki içinde olabilmelerini ve o ulvi sıfatın hakkını verebilmelerini dilerim.

Şiyma Aksekili