Penceremden tepeleri, tarlaları, ormanları ve fonda da sönmüş bir yanardağın silüetini görüyorum. Buğday tarlaları ara ara yerlerini ayçiçek tarlalarına bırakıyorlar. Bu çiçekleri neşeli inatçılıkları, güneşi izlemelerindeki uysallıkları yüzünden çok seviyorum.
Yanımda, masanın üzerinde bu çocukların, bu gençlerin gülümseyişleri var. Onlar da odamı aydınlatan başka minik güneşler. Bu bakışlarda neşe var, yadsınamayacak içtenlikte bir neşe bu. Bu görüntülerde şiddetin hiç bir türlüsü yok, alt etme duygusu yok ve en önemlisi bu çocuklara hiç kimse gülümsemelerini söylememiş. “Benetton’un katalog fotoğraflarını burada çekmesine çok sevindik” diyor Rahibe Michaela, “harika bir ortam oluştu: bu eğlencenin ve arkadaşlığın ışığında gerçekleşen bir toplantıydı.” Gerçekten de bu görüntüler, savunmasız, sınırsız ve önyargısız bir dünyadan söz ediyorlar. Bu dünya, kendi sevgisinin doğallığını sunarak ortaya çıkan bir dünya bu. Pek çok kişi bu fotoğraflar için skandal yaratacak sözler bulup söyleyeceklerdir. Reklamın acımasızlığından, başarıya ulaşabilmek için artık nerelere el atıldığını dillendirecekler. “Bir kaç kazak ve gömlek satabilmek için bu zavallılar kullanılmaz ki!” diye kükreyecekler, “bazı gerçekler rahatsız edilmemelidir.” Oysa gerçekte rahatsız edilmemek isteyenler bizleriz. Şu son on yıl boyunca , tazıların tavşanları izlemeleri gibi zeka konusundaki efsaneleri izlemeyi pek iyi öğrendik. Bu tür zeka, anladığını zannediyor, oysa gerçekte sınıflandırıyor, yargılıyor ve bölüyor. Zeka, her şeyin nasıl olması ve nasıl olmaması gerektiğini elbette biliyor. O kutular, kutucuklar, büyük kutular, duvarcıklar ve sonra da beton duvarlar yapar. Duvar bir kez örüldü müydü üzerine tel örgü çekme işlemi kendiliğinden geliverir, sonra da geçişi kontrol etmesi için bir nöbetçi tutulur. Bölüyorum öyleyse varım. Aşağılıyorum öyleyse varım. Zamanımıza egemen olan duygu , kayıtsızlık ve umursamazlık; bu kendimizi parlık ve üstün hissetmemizi sağlıyor. Yaşamın somutluğu içersinde bu zihin foımu bir tür kuraklık etkisi yapıyor: kurutuyor, azaltıyor, herşeyi solduruyor. Bu nedenle kayıtsızlığın arkasına gizlenen insanların yüreklerini hayal etmeye çalıştığım zaman cansızca atan kuru bir kök, sönük, kararsız bir yaşam biçimi görüyorum. Onların yüreklerini – ve yüreklerinin aldığı hali – düşüdüğüm zaman, açgözlülük ve kibirden oluşan katılaşmış ve sert bir zırh geliyor aklıma. Ve bu zırhın altında boşluk var. Boşlukta, boşluğun üzerinde, korku ilerliyor, gelişiyor ve asalak bir bitki gibi onu sarmalıyor. Asla hiç kimse korktuğunu kabullenmiyor. Biz herşeyi biliyoruz, her şeye egemeniz. Neden korkacağız ki? Bu duygumuzu gizlemek için kuram kuleleri, çenebazlık surları inşa ediyoruz. Oysa, bizleri sözlerin ırmaklarında boğulmaya iten bu korku. Sevmeye korkuyoruz. Ve daha da önemlisi sevilmekten korkuyoruz.
Ufkunun inatla daha basık ve alçak bir hal aldığı dünyada, sevgi duygusu en büyük tehdit. Sevginin geçtiği yerde başka bir şey kalmaz: duvarlar yıkılır, kutular birbiri ardına yanar. Kendimizi ansızın bir çölün ortasında buluruz, çırılçıplak kaldığımızı farkederiz, artık ne bir adımız, ne bir amacımız vardır, bu fotoğrafların kahramanları gibi korunmasız kalmışızdır. İşte ancak o anda, -sadece çıplaklığın verdiği utançla- yeni düşünceler, yeni sözcükler, olaylara yeni bir bakış biçimi doğabilir. Ancak böyle tepeden bakan yargının yerini anlayış ve şefkat alabilir.
“Ben özürlü çocukların ve yetişkinlerin” diyor Stefano’nun annesi Paola, “gerçekte birer melek olduklarını düşünüyorum ; çünkü onlar kötülüğü, yalanı ve sahtekarlığı hiç bilmiyorlar.”
Buna ben de inanıyorum.
Bu çocuklar için kendini feda edenler bizler değiliz – insan sevgisi yansıtan eski bir öğretiye göre- onlar kendilerini bizler için feda ediyorlar. Onlar ışıl ışıl gözleriyle, bizlerin yüreklerini kaplayan zırhı kırmak ve yüreklerimizi en büyük, kabul edilmesi en zor armağana – sevginin karşılıksızlığına – açmak üzere bu yeryüzüne inmişlerdir.