Aşık Veysel “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece” derken hayatın tamamını bir yola benzetiyor ve doğumdan ölüme kadar yaşanan her şeyi kast ediyordu. Birçoğumuz hayatın bir yolculuk olduğunu var sayıp ilk durağının doğumumuz son durağının ise ölüm olduğunu düşünürüz. Oysa bence hayat doğuşumuzla başlamaz. Hayat, artık büyümek zorunda olduğumuzu fark ettiğimiz zaman başlar. Hayat bir yolculuksa, bu yolculuk 17. yaşla başlar.

İlköğretim öncesi dönem, ilköğretim yılları ve nihayetinde lise yılları… Hepsinin ortak yanı fiziksel ve kısmen ruhsal olarak büyüdüğünüzün farkında olduğunuz ancak bu konuda rahatsızlık duymadığınız yıllar oluşudur. Çünkü bu yılların bir kısmında yapacağınız hatalar çocukluğunuza verilecektir, bir kısmında “gençlik işte…” denilip geçilecektir, diğer bir kısmında ise ergenlik bunalımlarınız sorumlu tutulacaktır. Biz, istediğimiz her tür şeyi yapıp duygu dehlizlerinde yol alırken gelecek için kaygılanmayız çünkü anne babalarımız bunu zaten bizim yerimize yapıyordur. Paramızı saçma sapan oyuncaklara veya dergilere harcarken tutumlu olmayı düşünmeyiz çünkü zaten ailemiz bizim fazla masraflarımızı kendi kişisel giderlerinden kısarak telafi ediyorlardır. Yalan söylememiz o kadar da büyük bir sorun teşkil etmez; nihayetinde biz daha olgun değilizdir ve bunu yaşıtlarımızın neredeyse tamamı yapmaktadır. Cahil cesareti denilen bir şeye sahiptir herkes o yıllarda. Kendini çok güçlü ve çok akıllı sanmanın yanılsamasıyla geç saatlere kadar sokakta kalmanın açıklaması “ne var ki bunda?”dır. “Bir arkadaşınızın arkadaşı”nın alkollü ev partisine gitmenize izin vermeyen anneniz anlayışsız ve geri kafalıdır. Gizli gizli sigara içmek havalı bir şeydir. En güzel yanı ise her hangi bir şekilde yakalanırsanız “kötü arkadaş çevresi” ve “ilgisiz aile”nin suçlanabileceğini okulda öğretmişlerdir size…

Fakat lisenin son yılının başlangıcında yani 17 yaşınızın son demlerini yaşarken acı gerçekler birer ikişer suratınıza çarpılmaya başlar. Önünüzde ÖSS diye bir şey vardır. Ve bu ÖSS ne kadar eleştirilse, ne kadar yerden yere vurulsa da size artık büyümenin zamanının geldiğini en güzel hatırlatan unsurdur aslında. Çünkü üniversite, sınava girenlerin beşte birinin gidebileceği bir kurumdur. Üniversite mezunu olmak bir çeşit “lüks”tür aslında… Bu sebeple canınız istemiyorsa gitmeyin. Kimse sizi zorlayamaz. Üniversiteye gidip gitmemeyi seçmek, ortalama bir insanın hayatında yaptığı ilk büyük seçimdir. İlk kez omzumuza binen bir sorumluluktur. Çünkü tamamen bize aittir ve sonuçlarına da bizden başka kimse katlanmayacaktır. Sonra hangi üniversiteye gitmek istediğimizi seçmek gelir, ne okumak istediğimizi… Tüm bunlar için kendimizi tanımamız gerektiğimizi fark ederiz. Ne istediğimizi bilmemiz gerektiğini… Ne istediğimizi sormaya başlarız kendimize. Kim olduğumuzu, hangi konularda iyi olduğumuzu, nasıl çok para kazanabileceğimizi ya da para kazanmanın gerçekten önemli olup olmadığını… 17 yaş, kendimize dürüst olmak zorunda kaldığımız, uzun süredir şu veya bu nedenlerle kaçtığımız kendimizle nihayet zorla da olsa tanıştığımız, hiç olmazsa “merhaba”laştığımız yaştır. ÖSS’nin tetiklediği soruların tüm hayatımıza bir çeşit virüs gibi yayılmasına engel olamadığımız, “Ben Kimim” kanserine yakalandığımız yaştır aynı zamanda.

“Ben nasıl bir insanım? Ne yapmaktan hoşlanıyorum? Güçlü ve zayıf yönlerim neler? Şu çocuğa aşık mıyım yoksa bu basit bir hoşlantı mı? Kariyer yapmak istiyor muyum? Zengin bir kocayı nereden bulabilirim?” şeklinde uzayıp giden soru demetlerinin arasında boğulurken, belki de ilk kez bi karış havada olan aklımızı başımıza toplamaya başladığımız bu geçiş süreci nedense aynı zamanda hayatımızdaki en büyük hataları yaptığımız döneme rast gelir. Bunu bocalama ve panik halinde her konuda doğru olanı yapmaya çalışırken işleri iyice yüzümüze gözümüze bulaştırmamız olarak da görebiliriz. Ya da duygularımızla mantığımızın savaş alanında hayatımızın gümbürtüye gitmesi olarak… Tanımı ve nedeni her ne olursa olsun, 17 yaş hataları en acıyla hatırlanan hatıraları oluşturur.

Yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kişilere göz yaşı döktürür 17 yaş. Yanlış tenlere sokulur, yanlış arkadaşlara bağırır; sonra yanlış insanları yardıma çağırır. Hatanın ne öncesinde ne sonrasında en ufak bir endişe duymayarak geçirdiğimiz 16 yılın ardından hatanın hiç olmazsa sonrasında kötü hissetmeye başlarız. İster istemez daha çok içe atmaya başlarız pişmanlık uyandıran seçimlerimizi. “Anne ben komşu teyzenin camını kırdım top oynarken” diyerek hemen oracıkta günah çıkarırsak iki ufak azar işitip içinden çıkabileceğimiz günler geride kalmıştır artık. Daha çok susmalı, daha çok düşünmeli ve bir yolunu bulup kendi yarattığımız pisliği kendimiz temizlemeliyizdir. “Anne-babalarımızın çocuğu” pozisyonundan uzaklaşıp bireyleşme sürecinin bedelidir yapılan hataları tek başına sırtlamanın verdiği acı. Sorumluluğu ele almak, çocukken sabırsızlıkla beklediğimiz “büyümek” için gereklidir. Olmazsa olmazdır. Belki de asıl acı veren bu mecburiyet duygusudur, mecburiyetin kendisinden ziyade…

İşte tüm bu nedenlerden dolayı asıl hayat 17. yaşla başlar. Onun öncesinde yaşananlar bir oyun demosu ya da film fragmanı gibidir… Size, özellikle çekici yanlarını ön plana çıkararak “asıl olay”ın bir önizlemesi ve yanında bolca tolerans gösterilir.Gerçeklerle ve sizi bekleyen sorumluluklarla yüzleşmeye hazır hissettiğiniz zaman oyuna başlarsınız, filmi izlemeye koyulursunuz; yola çıkarsınız… 17 yaşınızda, Robert Frost’un ünlü şiirinde[1] dediği gibi, önünüzde bir yol ayrımı vardır ve ne yazık ki ikisinden birden gitme şansınız yoktur. Büyümeyi seçebilirsiniz ya da kaçabildiğiniz yere kadar kaçmayı deneyebilirsiniz. 17 yaşındayken kim olduğunuza karar verirsiniz. Ve dilerim yıllar sonra şunları diyebilecek nadir kişilerden biri olmayı seçenlerdensinizdir:

“Ormanda yol ikiye ayrıldı.
Ben kullanılmamış olanını seçtim.
Buydu bütün farkı yaratan”[2]

[1],2 The Road Not Taken (tr. Seçilmeyen Yol)