Öncelikle, paradigma kavramının anlamını açıklamakla başlayalım. Paradigma, bireyler ve toplum olarak, günlük hayatımızın bir parçası gibi görünen, sorgulamaksızın varlığına inandığımız, bu yüzden test etmeye bile gerek görmediğimiz, içinde yaşadığımız gerçeklik anlayışımızdır. Aslında, her şeyi birdenbire farklı görene kadar hakkında çok da düşünmediğimiz, içinde yaşayıp nefes aldığımız ve kültürümüzün bilinçdışı inanç sistemi gibidir paradigma. Biz bu inanç sistemlerine göre düşünür ve iletişimde bulunuruz.

Şimdi, bizi binlerce yıldır bulunduğumuz noktada tutan paradigmaların değişme zamanı gelmiştir. Artık eski kural ve kanunların bilimsel anlamda da yeterliliğinin sorgulandığı, daha da önemlisi, eski modellemelerin, insan hayatını acıdan, yoksulluktan, adaletsizlikten ve savaştan kurtarmak için yeterli olamadığı görülmeye başlanmıştır. İnsanoğlu, birdenbire uyanıp, kendisi hakkında baştan beri var olan, ama hiç farkına varmadığı bir şeylerin bilincine varmanın kapısına dayanmıştır.

Paradigma kaymasına, kabul edilmiş gerçeklikte kayma da denilebilir. Eski görüşün eksik veya yanlış oldukları kanıtlandığında, bilgi paradigması evrim geçirir. Bu bazen yavaş, bazen çok hızlı bir biçimde olur. Biz şimdi bunun hızlı gerçekleşeceği bir dönemdeyiz. 2012 süreci, en çok düşünme paradigmalarındaki değişimle ilgilidir. İnsan ölçeğinde yaşanmakta olan ve hızlanacak paradigma kayması, toplumun genelinde de etkili olacaktır. Büyük döngü değişimleri, toplumların düşünce paradigmalarını değiştirmeleri anlamına gelmektedir. Yani, artık eski durumlara, yeni bir bakış geliştiriliyor. Biz astrolojik olarak buna “Çağ değişimi” deriz. Her çağ kendine özgü bir dünya görüşüne, kendine özgü bir paradigmaya sahiptir.

İçinde bulunduğumuz çağ sonlanırken, bilimsel alanda da paradigma kayması gerçekleşmektedir. Maddeci fizik bizi asırlardır, gerçek olanın ölçülebilir olduğuna ve ölçülebilir olanın beş duyumuzla ve duyularımızın mekanik uzanımlarıyla algılanabilen şeyler olduğuna, bilgi edinmenin tek geçerli yolunun, bütün duygularımızdan ve öznelliğimizden kurtulmak, tümüyle akılcı ve nesnel olmak gerektiğine şartlandırdı. Bu mekanik modelde, bilinç ve ruha yer yoktur. Ruh, bilinç ve diğer metafizik kavramlar, bilimin kullandığı analitik metotlarla ölçülemediği için değersizmiş gibi düşünülür. Yeni bilimin mekanikleri, spiritüel bir özümüz olduğunu ve ölümsüzlüğümüzü gözler önüne sermektedir. Fizik ve hücre alanında elde edilen son bilgiler, bilim ve ruh dünyası arasında yeni bağlantılar olduğunu göstermektedir.

Maddeci Bilim Anlayışı

1900’lü yıllardan beri gelişmekte olan ve 2000’li yılların dünyasına çok önemli katkıda bulunan kuantum fiziğinin bize öğrettiği en değerli şeylerden biri, Newton’cu katı madde fiziğinin ardında, atom altı boyuttaki parçacıkların bilinen fizik ve lineer zaman kavramlarımızın dışında kurallara tabi olmasıdır. Bu durum, dünyamıza ve evrene karşı mekanik maddeci bakışımızı tamamen değiştirmiş, bunları bir bütün olarak algılamamıza imkan tanımıştır. Bu görüşe göre Dünya, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu, zaman ve mekan içine uzanan organik bir şeydir. Yani evren canlı bir varlıktır ve biz bu organizmanın birer parçasıyız, tıpkı gezegenler, düşüncelerimiz ve atom altı parçacıkları gibi. Bu görüş, aslında bizi kadim uygarlıkların dönemlerindeki gibi düşünmeye çekmesi açısından çok önemlidir. Eskiler, dünyayı canlı bir varlık olarak algılarlar, her şeyin bir ruhunun olduğuna inanırlar, kendilerini de bu canlılığın içinde birer daimi varlık olarak görürlerdi. Hiçbir şey sabit ve durağan değildi. Her şey sürekli akıyor, değişiyor ve yeniden doğuyordu. Hiçbir şey tek başına değildi. Her parça, bütünün diğer parçalarıyla ilişkideydi. Halklar, doğanın gelgitleriyle ve gökyüzünün ritmiyle uyum içinde yaşadılar. O dönemlerde bilim, Allah’ın yaratışının ihtişamını ve ilahi düzeni anlamak içindi. İlahi olanla, insani olan arasındaki bağı anlamaya çalışırken, ilahi olanı maddi dünyadan ayrı bir şey olarak görmüyor, tam tersine onu maddi dünyanın içinde deneyimliyorlardı.

16. yüzyılda, “bilimsel devrim” başlığı altında, bütün bu bakış değişmeye başladı. Bu dönemden itibaren artık bilgi, açık soruşturma ve gözlemle kazanılmaya, ancak genel kabul görmüş ilkelerle geçerli kabul edilmeye ve buna ‘bilimsel yöntem’ denilmeye başlandı. 17. yüzyıl sonrasında, filozof ve matematikçi Rene Descartes’le birlikte, bilim kuralı haline gelen beden ve ruhun birbirinden ayrılışı, bilim ile ruhun arasındaki bağı iyice koparmaya başladı. Descartes, zihnin vücudun fiziksel karakterini etkilediğini reddetti. Ona göre fiziksel olan vücut maddeden oluşuyordu, oysa zihin tanımlanmamış, ama açıkça maddeden oluşmayan bir özden oluşuyordu. Bu dönemden sonra, bilim alanında insan bedeni, bir makine gibi görülmeye başlandı.

Benzer şekilde dünyayı bir makine gibi gören Newton’la birlikte, evreni yaşayan, titreşen bir varlık olarak gören dünya görüşü sona ermiş oldu. Yeni görüş bizi, zihnimizin dışındaki dünyayı mekanik, herhangi bir ruhani veya canlı nitelikten yoksun, cansız maddeden ibaret olarak algılamaya sevk etti. Son dört yüz yıldır maddeci bilimin bize aşıladığı ve adeta bir slogan haline gelen “Beş duyuyla algılanmıyorsa, gerçek değildir!” görüşü, bilinç ve ruh gibi cisimsel olmadığı için ölçülemeyen görüngülerin göz ardı edilmesine yol açtı.

Son dört yüzyıl içinde, bilimin ancak her şeyin maddeden yapıldığı fikri üstüne inşa edilebileceği inancını benimsedik. Materyalist bilimsel yaklaşımı, günlük hayatımızda yaşadığımız deneyimleri açıklamadaki başarısızlığına rağmen, geçerli olarak kabul ettik ve onun öngördüğü şekilde düşünerek, bilimsel olmamız gerektiğine ikna olduk. Böyle bir anlayışa dayanmayan her şeyi reddederek, günlük hayatımızın dışına ittik. “Kendini Bilen Evren” kitabında Amit Goswami bunu şöyle açıklıyor: “Bilimsel olmak istiyoruz, bilimsel olduğumuzu sanıyoruz, ama değiliz. Gerçekten bilimsel olmak için, bilimin yeni keşiflerde bulundukça, her zaman değiştiğini hatırlamamız gerek.” Goswami’ye göre, bugün birçok fizikçi, materyalist realizmde bir şeylerin hatalı olduğundan kuşkulanmakta, ama onlara bunca yıldır iyi bir hizmet vermiş olan sandalı sallamaktan korkmaktadır. Materyalist realizmin, modern insanın yaşam niteliği üstündeki olumsuz tesiri sarsıcıdır. Materyalist realizm, hiçbir ruhsal anlamı olmayan bir evren ortaya koyar.(Kaynak: Kendini Bilen Evren, Amit Goswami, Ruh ve Madde Yayınları, sayfa 35, 36).

İlahi düzenden ve insanın gerçek doğasından habersiz bir materyalist bilimsel anlayış bizi ne yazık ki, bunalımın tam ortasına sürükledi. Özellikle batılı anlayış, materyalist bir dünyada yaşadığımız fikrini bilimsel bir görüş olarak kabul etmeye daha hızlı bir yatkınlık gösterdi. Her şeyin maddeden yapıldığı ve maddenin temel gerçeklik olarak görüldüğü dünyada, maddesel ihtiyaçlar da çabucak çoğaldı ve sürekli daha iyi şeyler elde etme arzusu baskınlaştı. Böylece insani yönlerimizden uzaklaşmaya, maddi hırslarımıza çekilmeye başladık. Halbuki bize ilahi düzene göre yaşamamızı öneren ilahi ve semavi kaynaklarımızda, materyalizmin dejeneresyona, hastalıklara, belalara ve yıkıcı sonuçlara yol açacağına dair uyarılar yer almaktadır. Daha iyi giysiler almak, daha iyi evlerde yaşamak, daha iyi teknolojik araç, gereçler kullanmak konusunda bir yarış içerisinde olmak, geçici olarak tatmin verse de, manevi değerler ve ruhsal gelişimden uzaklaşan insanoğlu, büyük bir boşluk içerisine düşmektedir. Dünyamızın maddeselliğe dayalı olması büyük uyumsuzluk, ekonomik istikrarsızlık, savaş, vahşet, suç, nüfus patlamaları, su ve besin yetersizliği ve çevresel kirlilik ve yıkıma yol açmaktadır.

Ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır, daha önceleri evreni canlı bir varlık ve bizi de onun bir parçası olarak gören kadim anlayıştan uzaklaşarak, içinde yaşadığımız dünya ile sıcak bağımızı yitirdik. Günümüz bilimsel paradigmasına göre mekanik olan ölü bir evrende ve dünyada yaşıyoruz ve makinelerde bilinçli deneyime yer olmadığı gibi, niyet, duygu ve ruh da yoktur. İşte, insanı ilahi düzenden kopartan, içinde yaşadığı büyülü dünyasına yabancılaştıran ve artık değişmesi gereken paradigma budur!

Stanford Üniversitesi Madde Bilimi ve Mühendisliği bölümünde profesörlük, metalurji ve katı madde fiziği konusunda Amerikan hükümetine danışmanlık yapmış, Parapsikoloji ve Tıp Akademisi’nin kurucularından olan biri olan Dr. William Tiller, günümüzdeki bilimsel gerçeklik paradigmasının değişmesi gerekliliğine dair önemli bir nedeni şöyle açıklıyor: “Şu andaki paradigmamıza hiçbir bilinç, niyet, duygu, zihin ve ruh biçiminin girmesine izin yoktur. Çalışmalarımız bilincin fiziksel gerçeklik üzerinde çok kesin etkileri olabileceğini gösterdiği için, bu, eninde sonunda bir paradigma kayması olacağını gösterir; bu kayma, bilincin işe katılmasına izin verecektir. Evrenin yapısı, bilincin içeri girmesine izin vermek için şu anda olduğunun çok ötesine kadar genişlemek zorunda kalacaktır.” (Kaynak: Ne Biliyoruz Ki, İnkılap Yayınları).

İnsanoğlunun tekrar kendini hatırlamaya, kendini bilmeye yöneldiği bu önemli süreçte içinde yaşadığı dünya ile kendisini tekrar bütünleştirecek, tüm dünya dinlerini kuşatan ve tüm insanlığın halini anlamak için onlarla çalışan bir bilimsel anlayışa kavuşmak üzeredir.

Gerçeklik Anlayışımız Değişiyor

Ancak bilim ve ruh yeniden bir araya gelirse, o zaman daha iyi bir dünya yaratma şansını elde edebiliriz. Kuantum evreni gerçeği, Descartes’in yüzlerce yıl evvel birbirinden ayırdığı bu iki alanı yeniden birbirine bağlıyor. Kuantum fiziğinin evren mekanizmasına dair önerdiği yeni anlayış, maddesel olmayan zihnin, fiziksel vücudu etkilediği gerçeğini ortaya çıkarıyor. Düşünceler, yani zihnin enerjisi, vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü doğrudan etkiliyor. “İnancın Biyolojisi” kitabının yazarı Dr. Bruce H. Lipton’a göre bilinçli zihin, vücuttaki “zihni” oluşturan hücresel düzenleyici sinyalleri okumakla kalmaz, aynı zamanda sinir sistemi tarafından kontrollü biçimde salgılanan düzenleyici sinyallerle görülebilen duyguları da açığa çıkarır. Kendi kendine düşünebilme yeteneğine sahip, kendini bilen zihin çok güçlüdür. Dahil olduğumuz herhangi bir programlanan davranışı gözlemleyebilir, değerlendirebilir ve bilinçli bir şekilde değiştirmeye karar verebilir. Çoğu çevresel sinyale nasıl tepki vereceğimizi ya da tepki verip vermeyeceğimizi kendimiz seçebiliriz. Bilinçli zihin, bilinçaltının önceden programlanmış davranışlarını geçersiz kılan kapasitesi, özgür iradenin temellerini oluşturur (Kaynak: İnancın Biyolojisi, Dr. Bruce H.Lipton, Kuraldışı Yayınları, Sayfa 136-137).

Kuantum fiziği, gerçekliğin bizim gördüğümüz gibi olmadığını söylüyor. Gerçeklik, onu nasıl algıladığımıza göre değişebilir mi? Bütün gerçeklik duygumuz, aslında bilincimizle mi alakalı? Yani fiziksel deneyimleri yaratan ve her şeyden sorumlu olan bilincimiz mi? “Ne Biliyoruz Ki?” filminin yaratıcılarının röportajlarıyla hazırlanan aynı adlı kitabı okurken, bu soruları kendime sorup, durdum. Bu kitapta kim olduğumuz, hayatın ne olduğu, neyin mümkün olup neyin olmadığı, bunların hepsi, neyin gerçek olduğunu düşündüğümüze bağlı olduğu; gözlerimizi yeni olasılıklara açmaya razı olursak, gerçekliğimizin değişebileceği gibi düşünceler ortaya konuluyordu.

Astrolojik Değerlendirmeler

Konuyu astrolojik olarak ele aldığımızda, Uranüs-Plüton döngüsünün ilk dördün fazına doğru hızla ilerliyor olmasının, realite algımız üzerinde önemli değişimler ortaya çıkacağının işaretlerini görebiliyoruz. Gezegenlerin ilk dördün fazı bir sonlanmadan ziyade, yeni bir başlangıcı gösterir. Bu dönem 2011 yıllında hız kazanacak ve 2012’de zirveye ulaşacak. Faza tam olarak girilmesi 24 Haziran 2012’de olacak. Bu tarihin hemen biraz gerisinde, 6 Haziran 2012’de Venüs geçişi yaşanmış olacak. Bu tarihler çok ama çok önemli. Büyük değişimler bu tarihlerden itibaren başlıyor.

2012 yılından itibaren, 2016 yılına kadar, Uranüs-Plüton arasındaki kare açı (dik açı) tam yedi kez kesinleşiyor. Bu pek de sık rastlanmayan, sıra dışı bir durum. Uranüs-Plüton karesi, hepimizin kontrolü ve hayal gücünün ötesinde büyük dönüşümlere işaret etmektedir. Bu iki gezegen kare gibi aktive edici bir açıyla bir araya geleceklerine göre, durdurulamaz ve geri dönülemez değişimlere, yıkılışı da beraberinde getiren global devrimsel hareketlere, alışılmadık ve beklenmeyen radikal gelişmelere, her şeyi yeniden yapılandırmak gereken durumlara hazırlıklı olmalıyız.

Bu döneme doğru ilerlerken, realite anlayışımızı temsil eden Satürn gezegeni hem Uranüs’ten, hem de Plüton’dan zorlayıcı açılar almaya devam ediyor olacak. Yani Satürn’ün temsil ettiği değerler yıpranacak, zorlanacak, değişime uğramaya devam etmek durumunda kalacak. Satürn’ün sembolize ettiği, kalıplarını inatçı bir şekilde koruma ve değişime ayak direme güdüsü, aslında insanoğlunun kendisini, sahip olduklarını ve geleceğini garanti altına alma arzusundan kaynaklanır. Fakat, Satürn’ün gelişimi engelleyici kalıplar oluşturduğunu da görmek gerekir. Gelişim fırsatlarına yönelebilmek için, bazen garanti gördüğümüz şeyleri riske atmamız veya istemesek de terk etmemiz gerekebilir. Böylelikle, ister istemez değişimin vaat ettiği yeni gelişim fırsatlarına açık olabiliriz. Satürn korkularımızı yönetir ve geleceğe yönelik endişelerle ilişkilendirilir. Satürn’ün gerek Uranüs ile gerekse Plüton ile sert açılarını deneyimlemeye devam edeceğimiz 2011-2012 yıllarında, hayatımızda, alıştığımız kalıplarda, ardına saklandığımız ve bizi garantiye aldığını düşündüğümüz güvencelerimizde kayıplar, değişimler yaşayacağız. Uranüs ve Plüton’un bu sert açıları, alıştığımız düzen ve dengenin önemli ölçüde sarsılacağını göstermektedir. Baraj dolmuştur ve yakında çatlamak üzere planlanmıştır. Bu, evrensel planın bir gereğidir. Çatlaktan fışkıracak sularla birlikte her şey dışarı atılmak durumundadır. Yeni bir gelecek kurmak için dalgalarla mücadele etmek ve hayatta kalma çabası göstermek gerekecektir. Standart direnç kalıplarının benimsenmesi, bu gerilimi daha da arttıracak ve radikal olarak yaşanmasına sebep olacaktır. Bu yüzden dalga ile akmayı becermek gerekmektedir.

Uranüs-Plüton enerjisini iyi anlayabilirsek, 2012’ye kadarki süreçte ve sonrasında beklememiz gerekenin ne olduğunu, entelektüel seviyede kavrayabiliriz. Amerikalı astrolog Bill Herbst, Uranüs-Plüton ve 2012 üzerinde şunları söylemektedir: “Solumakta olduğumuz hava, bir kez daha Uranüs-Plüton tarafından elektrikle yüklenecek. Bazılarımız, psişik atmosferdeki bu arketipsel değişimi büyük bir rahatlıkla karşılayacak. Bazıları ise, bu durum karşısında şaşırıp kalacaklar. Tüm dünya üzerinde bireysel ve kolektif tepkiler görülecek ve hiç şüphesiz. oluşacak kriz sonrası evrim, devrim ve dönüşüm mümkün olacak. Ölüm ve yeniden doğum ile birlikte.”.

Yeni Enerji Formları

Uranüs Plüton irtibatlarının ileri sıçratan güçlü bir enerjisi vardır. Bu enerjiden yararlanmasını bilmek çok önemli avantaj sağlayacaktır. Uranüs Plüton kombinasyonundan, yeni bir enerji formu ortaya çıkabilir. 2012 için kehanet edilen şey, enerji değişimidir. Kim bilir, belki de bu enerji formu, bazı bilim insanlarının bahsettiği foton enerjisi olacaktır.

Değişimin baskılanmasının aslında, değişimin daha da durdurulamaz bir güç haline gelmesine sebep olduğu bir gerçektir. Koç burcundaki Uranüs yaşama, yeni fikirler, yenilikler, icatlar ve çözümler ile hizmet edişini sınırlandırmak ve kontrol altında tutmak isteyen her şeyi dümdüz etmek isteyecektir. Yapılması gereken reformlara ve değişimlere ne kadar çabuk ayak uydurursak, yeni ve daha iyi bir düzenin kurulmasına o kadar çabuk katkıda bulunabiliriz. Burada rejim değişiklikleri ve benzeri politik değişikliklerden ziyade, bilimsel, ekonomik, sosyal ve ruhsal değişimlerden söz ettiğimizin altını çizmemizde fayda var. Teknoloji, tıp, psikoloji, şifacılık, makineler, uzay bilimleri, ekonomi ve saymayı şu anda akıl edemediğimiz her şey, bu dönüşüm etkisinden uzak kalamayacak ve tüm bunlar insanoğlunu daha yüce bir gerçekliğe ulaştıracak. Bu ivme sayesinde kendi içimizdeki ilahi varlığı, kendi benliğimizi kavrayacağız.

2011 yılı Mart ayında, Uranüs’ün tam olarak Koç burcuna geçiş yapmasıyla birlikte, eski yöntemler artık yerlerini yenilerine bırakmaya başladılar. Bu yeniliklerin yaşamımızın her alanında uzun vadeli etkilerini göreceğiz. Yeni bakış açıları, yeni akımlar dalgalar halinde yayılmaya başlayacak. Koç, doğu burcudur. Bu şartlarda doğu felsefesinin batıyı daha fazla saracağını düşünebiliriz. Başlangıçlar denilince akla Koç burcu gelir. Uranüs’ün Koç burcuna giriş yapmasıyla yeni bir döngü başlamıştır.

Koç çocuksu bir şekilde ister ve elde etmek için cesaretle üstüne gider. Uranüs Koç burcundayken, yeni bir şeyin parçası olmak hoşumuza gidecektir. Yeni bir dünya için taze enerjiye ve yeni bir farkındalık seviyesine ulaşacağız. İlerleyen günlerde radikal değişikliklere, Uranüs’ün uyarıcı ve uyandırıcı enerjilerine hazır olmalıyız!

Öner Döşer