Sevgili dostum,

 

Bir haftalık sinüzit ağırlıklı soğuk algınlığımın inşallah son günündeyim bugün. Şu aralar buranın havası Türkiye’nin ocak/şubat aylarına denk düşüyor. Dolayısıyla kuş nezlesi, domuz nezlesi, deve nezlesi gibi geçen yıl kuzey yarım kürede moda olan nezleleri bir sezon sonra takip etmek durumunda kalıyoruz.

 

 

Artık gerçekten buralarda adrenalini artırıcı bir şey kalmadı. Oysa Yeni Zelanda, modern bungee jumpingi dünyaya tanıştırmıştı. Hangisi daha heyecanlı: Dünyanın diğer yanında her an her yerde patlayabilecek bombalar mı yoksa kendimizi 100 metreden aşağı zevk için fırlatmak mı?

 

Anlaşıldı tuhaf bir mektup olacak bu.

 

Geçen ay içerisinde Auckland Film Festivali vardı. Maalesef bu yıl sadece bir film seyrettim. O da Emir Kusturica’nın “Life is Miracle” (Hayat bir mucizedir) filmiydi. Çok etkileyici ve derinliği olan bir filmdi, o nedenle büyük olasılıkla bir iki kez daha seyrederim.

 

Bu filmin bende tetiklediği nokta ise ilginçti. Emir Kusturica’nın filmlerini her ne kadar çok sevsem de onun kim olduğu hakkında hiçbir fikrim olmadığını fark ettim. Sırp mıdır, Boşnak mıdır, Hırvat mıdır onu dahi bilmiyordum. Merak edip internette yaptığım araştırmada hayatını okuyunca kendisinin aslında Saraybosnalı Boşnak bir aileden geldiğini (babasının adı Murat!), ancak Boşnaklar tarafından pek sevilmediğini öğrendim. Hatta Bosna’ya gidemiyormuş ve şu anda Sırbistan’da Bosna’ya en yakın sayılabilecek bir noktada ufak bir yerleşim yerinde yaşıyormuş. Hikâyesi uzundu, merak eden kendi araştırır, Boşnakların onu neden sevmediğine dair yazılar bulur. Bana göre ise Kusturica’nın Boşnaklar tarafından sevilmeyişinin nedeni savaşa karşıt duruşundan dolayı, her iki tarafa da eşit mesafede yaklaşmasından kaynaklanıyor.

 

Konunun hassas olduğunun farkındayım. Anne tarafımdan Boşnaklık, baba tarafımdan Kürtlük bulaşmış, aynı zamanda Yeni Zelanda vatandaşı bir Türküm. Dolayısıyla bir ülkenin vatandaşını ya da bir ırkı geldiği yerden dolayı yargılamak gibi bir lükse ve kibre sahip değilim. Ama açıkçası daha önceleri sahiptim. Burada ilk defa bir Sırp’la ve bir İsrailliyle tanıştığım zamanları hatırlıyorum. İtiraf etmek kolay değil, içimde bir yerlerde inceden inceye sanki bulaşıcı hastalığı olan biriyle tanışıyormuşum gibi gelmişti, kendimi uzak tutmak istemiştim. İnsan belli düşüncelerle yıllarca beslenince farkında olmasa da böyle gereksiz ve tehlikeli bir savunma mekanizması geliştiriyor iste.

 

Kusturica’nın filmini aynı anda seyrettiğim Sırp arkadaşımla konuşurken, savaş zamanında neler olduğunu sorarken bir an onların da nelerden geçmiş olabileceği kafama dank etti. Bir kere hiç kimse savaş olabileceğine inanmıyordu ve savaş olabilecek söylentilerini ciddiye almıyordu. Yaşlı genç tüm erkekler savaşa hazırlık için eğitime alındıklarında bile birbirlerine, babalarının, abilerinin savaşa değil askere gittiğini söylüyorlar, savaş lafını telaffuz etmiyorlardı. Toplu bir görmezden gelme söz konuşuydu. Birileri bir şeye karar veriyordu ve o da oluyordu. Aslında kulağa ne kadar da tanıdık geliyor.

 

Milletler, dinler ve tarihsel çıkmazları. Ne kadar da can sıkıcı ve günlük hayatta sanki yoklar.

 

Bu senenin başında Auckland’ta Big Day Out adında her sene yapılan, dünyadan çeşitli müzik gruplarının katıldığı bir günlük açık hava konserleri serisi vardı. Big Day Out’tan bir gün önce çalıştığım kafeye bu müzik gruplarından biri geldi. Her hallerinden bir rock grubu oldukları belliydi. Masalarına giden tüm çalışanlara çok sempatik davranıyorlardı. Garsonları Camilla’ya Californiyalı olduklarını ve yarın Big Day Out’ta çalacaklarını söylediler, ancak Camilla, aksanlarının ağırlığından bunların hangi grup olduğunu bir türlü anlayamadı. Bir ara yer arayan yaşlı bir müşteri için yer vermeye kalktılar, benimle sakalaştılar, yemeklere bayıldılar. Derken hesap ödemek için biri kredi kartını kasaya yolladı. Kredi kartındaki soyadı Ermeni bir soyadıydı. Bir an gidip Türk olduğumu söylemeyi düşünüm saf bir heyecanla. Benim kafamda onların Ermeni olması aramızda ortak bir nokta yaratıyordu. Üstelik sadece ben değil, mutfaktaki şefler, kafenin sahibi de Türk’tü. Neyse ben Ermeni/Türk muhabbeti yapamayacak kadar yoğun olduğumdan dostlara güle güle deyip işimin başına döndüm. Daha sonra gazeteden öğrendik ki bu grubun adı “System of a Down” di. Kendileri yeni ve tutulan bir kült grup olup Amerika doğumlu Ermeni gençlerden oluşuyor. Ermeni soykırımının tanınması için yaptıkları çalışmalarla, Türkiye’yi kötüleyen tavırlarıyla tanınıyorlardı! Buyur buradan yak şimdi…

 

Gerçek; çok boyutlu, seçenekli, iç içe Kusturica’nın filmindeki gibi. Bir yanda kişisel ve insani düzeyde System of a Down üyeleri ve benim aramdaki yadsınamaz, neşeli bir çekim, bir yandan Türk ve Ermeni kimliğimizden dolayı ciddi bir anlaşamazlık. İşte bence bu anlaşamazlık sanıldığından daha yüzeysel ve aşılabilir. Asıl olan o çekim ve neşeli anlar, gerisi hikâye. Şimdi beni taşlamaya kalkma, çünkü acıtmaz.

 

Günlük hayatta biriyle tanışırken bu da Ermeni olsa gerek, bu da Sırpmış, bunun dedesi dedeme işkence etmiş, benimkişi önün gözünü oymuş demeyiz. Ama bir yandan anlıyorum ki karşındakinin nereli olduğunu öğrendiğinde tarihsel çıkmazlar ve açıların yarattığı, gerçek ya da uydurma negatif bilgilerle beslenen duygular şu an yaşanıyormuşçasına insana dokunabilir. Peki nedir? Herşey ilk önce kendinde başlıyor ve bitiyor. Dünya barışına olan sorumluluğun kendine olan sorumluluğunla bir. İnsanın en çok arındırması gereken tarafı içindeki şiddet imiş. Öfkeden, kinden, korkudan kurtulup da şiddetin gittiği anda kimliğimiz ne olursa olsun herşeye bir çözüm bulacağız.

 

Kısacık hayatımda bir sene öğretmenlik yaptım ama nedense durduk yerde otoriter bir öğretmenmiş gibi konuşma meyilim üzerime sınıp kaldı. O nedenle bu tavırımı hemen bu paragrafta değiştirip sana dünyanın öpücüğünü yollarım. Yaz sıcağında topluca aldığın, yer olmadığından yatağın, koltuğun altında sakladığın karpuzlardan birini de benim için kesip ye lütfen.

 

Sevgiler

Feyza Hepözden