Yıllar önceye döndüm birden… Ne güzel komşularımız vardı. Öyle “Sen ne güzel komşumuzdun Fahriye Abla” daki gibi, fiziksel güzelliği de çağrıştıran değil, öncelikle ruh güzelliğinde birinci olan komşularımız vardı. Biz o zamanlar Fındıkzade’de otururduk. Küçücük bir sokaktı. Pencereler birbirine bakardı ama kimse kimsenin özeline bakmazdı. Bir sürü ev, bir sürü apartman vardı ama herkes birbirini tanırdı. Sabah sokağa çıktık mı, mahalleden birilerine mutlaka rastlardık, birbirimizle selamlaşır, birbirimize iyi dileklerde bulunurduk, akşam dönerken yine öyle… Sadece biz çocuklar değil anneler, babalar, yani herkes…

Karşı apartmanda Belkıs teyzem, Selim Amcam vardı. Çocukları Reşit Abim, Orhan ve Oğuz… Öyle her önüne gelene teyze, amca demedim hayatım boyunca… Ama onlar gerçek teyzem ve gerçek amcamdan daha yakındılar bana… Selim Amcam ud çalardı, saz çalardı, aslında eline ne geçirirse çalardı. Subaydı o da, benim babam gibi ve aynı yerde çalışırlardı.

Müzik çevresi oldukça genişti, Hamiyet Yüceses’in menajerliğini yapmıştı bir zamanlar ve o sıralarda da yapmaya devam ediyordu yanlış hatırlamıyorsam. Haftanın bazı geceleri ailece onlarda toplanır, sazlı sözlü eğlenirdik. Biz çocuklar, tef, gudüm, darbuka, zil falan çalardık.

Büyüklerde ud, kanun, cübüş filan… Her toplantıda birileri gelirdi o zamanın meşhurlarından… Hamiyet Yüceses, Beyaz Kelebekler, Berkant, Serpil Örümcer bunlardan sadece hatırlayabildiklerim… Türk müziği ağırlıklı olurdu toplantılar… Beyaz Kelebekler kaza geçirip birkaç üyesi öldüğünde yıkılmıştık, günlerce toparlanamamıştık o zamanlar…

Bütün mahalle ve tüm komşular, herkes birbirine saygılı, herkes birbirine sonuna kadar yardımcı idi… Okuldan dönünce annemiz evde olmasa dahi sokakta kalmazdık, aç kalmazdık; bir komşu mutlaka sokaklardan toparlar alırdı bizi eve, doyururdu.

Günlerimiz hep beraber geçerdi, aynı okullara elele giderdik biz çocuklar, Mahallenin ilkokullarına, ortaokullarına yani… Okuldan dönünce sokaklara dökülürdük. Kimimiz top oynar, kimimiz topaç çevirir, kimimiz misket yuvarlardık. Bazen de kızlarla beraber sek sek oynar, ip atlardık ya da “yakar top” oynardık. Şimdi bakıyorum da benim çocuğum ne topaç biliyor, ne misket… Geçende Paşabahçe’den misket aldım ona ;

“Baba bu ne işe yarıyor” dedi…

Yattık yerlere, nasıl oynadığımızı öğrettim ona… “Kaptan” ya da “Çukur” oynamayı gösteremedim tabii parkelerin üzerinde…

Misketle ilgili sorduğu sorudan sonra, “bir de gazoz kapağı oynardık, bir tanesinin içine cam macunu doldurup onu -kafalık- (ya da kaflik) yapardık,” diyemedim ona…Kısmet… Bir gün onu da öğretirim ve oynarız belki…

 

Bir de o zamanlar sakızlardan çıkan futbolcu resimlerini biriktirirdik ve bu resimleri duvara dayayıp bırakır yere düştüğünde üst üste gelen, birbirine değen resimleri yerden toplardık ya..
İşte onuda arada sırada evde oynuyoruz oğlumla, Bilim Teknik’ten çıkan çeşitli konulardaki öğretici kartlar ile…

Mahallemizde, sütçünün oğlu da, kapıcının çocuğu da hepimiz beraber oynar, beraber okurduk, aynı okula giderdik. Karşı apartmanın kapıcısı Süleyman abinin oğlu Şaban vardı, koç gibiydi, kısa boyluydu ama futbolda hepimizin belini kırardı, en güzel golleri hep o atardı. Üstelik bizden birkaç yaş da küçük olduğu halde… En iyi misketi de o oynardı. Göbeğinden vururdu misketi, biz para verir durmadan misket alırdık bakkaldan, o bizim misketleri yutardı. İyi futbol oynayan biri daha vardı “Engin” hani şu meşhur Fenerbahçeli Engin oldu sonra… “Engin Verel”. O da karşı komşumuzdu, aynı sokakta, aynı okul bahçesinde maç ederdik. Daha sonraları o Çukurbostan’daki sahada ve oranın futbol takımında oynamaya başladı. Daha sonra da duyduk ki Fenerbahçe’ye transfer olmuş.

Orhan en aklı başında olandı içimizde, ona abi derdik, saygı duyardık. Her işte liderimiz o olurdu. Yanlış iş yaptık mı kızardı bize… Ertan üçkağıtçılık yapar, oyunu bozardı ama yine de çok severdik onu… Bazen kızardık, bazen kavga ederdik ama has arkadaştık hepimiz… Bir de bizim sokağın daha yukarı ucunda oturan bir başka Ertan vardı, hani o da bu derKi’de yazıyor ya… Ertan Yurderi… O da çok sevdiğim bir arkadaşımdı, ona daha yukarıda oturuyor diye bazı arkadaşlar kötü davranır, oyunlara dahil etmezlerdi ama ben ve Orhan işi hallederdik. Onunda bizimle beraber olmasını ve oynamasını sağlardık. “Cuma pazarı” kurulurdu bizim sokakta… Zaman zaman sokaktaki pazar tahtalarını oyunlarımızda kullanırdık. Dekmancılığı o tahtaların arasında oynar, uzaya seyahatlerimizde o tahtalar füzemiz olur, pilotluğa özendiğimizde yine o tahtalar uçağımız olurdu. Bazı günlerde bir iki tahtayı apartman önüne koyarak evdeki eski oyuncaklarımızı, atılacak eşyalarımzı bu tezgahların üzerine koyar üç kuruşa, beş kuruşa kazı kazan yaptırırdık. Bir keresinde hatırlıyorum kendimize güzel bir futbol topu almıştık buradan kazanılan para ile… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik o zamanlar… Tabii cuma günlerinin dışında… Cuma geldi mi her taraf pazar esnafı ve tahtalar ile dolar ve biz o günlerde oyun oynayamazdık. Biz ona da çare bulmuştuk, gidip “hâl” den limon alır, iki sandığı üst üste koyarak okuldan dönünce tezgahımızı açar, ortak olarak harçlığımızı çıkartırdık.

Toplanır mahallece Taksime Kristal Büfe’ye hamburger yemeğe giderdik, hala tadı damağımda Kristalburger’in… Daha sonraları biraz daha büyüdüğümüz zamanlarda da, bu alışkanlığımızı hep beraber Beyoğlu çiçek pasajında “Şampiyon Kokoreç”e giderek devam ettirdik. Eh artık bira da içebiliyorduk, büyüdüğümüz için… Bazen de Levent’de, Etiler yoluna girişte solda sinemanın altındaki “Kral Burger”’e giderdik, geçenlerde geçerken baktım hala orada duruyor. Karaköy’e Baylan’a giderdik “Cup Griye” yemeye… Karamelli, vanilyalı, dondurmalı, krem şantili bir tatlı idi, üzerine özel bir sos, fındık, ceviz taneleri konurdu ve bir tane de kedi dili… Geçen gün oğlumla beraber Kadıköy’deki Baylan’a gittik ve ona da yedirdim bu çocukluk lezzetini… Karar aldık bundan sonra mutlaka arada sırada gideceğiz. Haa bir de Beyazıt’a lahmacun yemeye giderdik, Hacıbozanoğulları’na… Ne lahmacun yaparlardı çıtır, çıtır, kağıt inceliğinde… Yanında soğan istersen kızarlardı, lahmacunun içine soğan konmaz diye ve maydonoz verirlerdi sadece…

O zamanlar ülkemizde herşey bulunmazdı, aylarca hatta belki de birkaç yıl harçlıklarımızı biriktirir yine Beyazıt’a Kapalıçarşı’ya gider kendimize Levis, Wrangler, Lee, Roy Rogers markalı kot pantolon, adidas yağmurluk ve Adidas spor ayakkabısı veya Çin malı “çayna” dediğimiz kes spor ayakabısı almaya giderdik. Alan da, satanlar da tedirgin olurdu bu alışverişlerde… Yasaktı çünkü, kaçakçılığa girerdi. Satıcılar tanımadıkları adama mal göstermezlerdi.

Bir yol daha vardı o zamanlar… Yabancı ülkelerden kızlarla yazışırdık, yarım yamalak ingilizcemizle… Bir müddet sonra hediyeleşmeye başlardık, biz onlara yaş günlerinde işlemeli yelek, işlemeli ucuz kaftanlar ve terlikler falan alıp, yollardık, yanına da bir kutu Turkish Delight’ımızı koyardık. Onlardan da yaş günlerimizde bize, önceden tiyolarını verdiğimiz için Levis mont, kot pantolon, Adidas yağmurluk falan gelirdi. Ne hava atardık, İsveç’teki kız arkadaşım gönderdi diye…

 

İşte tüm bunları gel de hatırlama, gel de özleme… Bunların yerini dolduracak hiçbir şey kalmadı zamanımızda… Artık İstanbul’da kapı komşular bile birbirini tanımıyor, selamlaşmıyor… Çocuklar sokakta oynamıyor, o güzel oyunları bilmiyor. Hayatlarında sadece okul ve okul dönüşünde yapılacak dersler, ödevler ve bilgisayar var. Yarış atı gibi zavallılar, daha ilkokuldan Anadolu Liselerinin ve Üniversitelerin hesabını yapıyor analar, babalar… Bir yandan da popstar olmaya çalışıyor çocuklar, kolay yoldan parayı bulmak için… Kimisi özel hayatlarını seyrettiriyor TV’lerde yine aynı nedenle… Kimse kimseye karşılıksız günahını vermiyor. İşyerlerinde insanlar ve hatta yakın arkadaşlar, birbirlerinin üzerlerine basarak yükselmeye çalışıyor. Yönetici olanlar, aşağıdakilerin yalakalığını destekliyor. Din iman, para olmuş, politika olmuş.. AB’ye gireceğiz diye dil, tarih, kültür satılığa çıkmış… Öte yanda Ata’mın ve tüm şehitlerin kemikleri sızlarmış, kimin umurunda?..

Sanki bütün dünya geçmişimizi silmeye çalışıyor, bizi yok saymaya çalışıyor, biz de onlara yaranmak için ne yapacağımızı şaşırmış, ödün üstüne ödün veriyoruz. Son günlerin gözde, yerli rock topluluğu “Gripin” ‘in çok güzel bir şarkısı var, bana hep bunu hatırlatıyor nedense… Şarkının içinde şöyle diyor solist;

“Silicem gelmişi geçmişi”

Gel de sil bakalım gelmişi, geçmişi… Ben geçmişin güzelliklerini, güzel insanlarla yaşadım da, ya çocuğum, çocuklarımız… Onlar ne olacak? Koyverip kendinizi bırakmayın düzene… Mücadeleden vazgeçmeyin.

Geçmişimiz, gelecek olsun çocuklarımıza…

 

Reha Ersavcı