Aslında bu ay 2020 yılı hakkında yazmayı düşünüyordum, zaten genel konu da bu, ama moralimin yerlerde süründüğü bu son günlerde, Emre yazımı düzeltmek için gözden geçirirken, o yazıyla daha uyumlu olması için ölüm hakkında bir şeyler yazmak istedim. Biraz düşününce çoğu insandan daha fazla ölümle karşılaşmışım, o yüzden bazı tuhaf düşüncelerimin olması normal. Uzun zamandır da  kara mizah yapmıyorum zaten….

 

 

Ölümü ilk öğrendiğim zaman?

 

Tam hatırlamıyorum, hafızam oldukça zayıf. Ama küçüktüm ve Atatürk hakkında bir şeyler izlerken öğrenmiştim.Spiker “Atatürk öldü “ deyice afallamıştım tabii.

“Bir yere gidiyorsun ve bir daha gelmiyorsun” demişti annem dili döndüğünce… Küçük bir çocuk olarak bunu öğrendiğimde ilk olayı anlamamış sonra da zırıl zırıl ağlamıştım. Annem tabii durumu kurtarmak için başka şeyler söyledi. Eskiden insanlar en fazla kırk yaşına kadar yaşarmış, herkes ya savaştan ya vebadan ölürmüş, şu an modern tıp sayesinde insanlar yüz yaşını görüyormuş filan… Anneme hiç söylemedim ama bu beni daha da fazla moralimi bozmuştu. Etrafta hala dinozorlar dolaşırken insanların kaptığı hastalıklardan, veya Kral 16. George’un özel işeme kova tutucu başısı Albert’ın 40 yaşına kadar yaşamasından bana ne? Modern tıp dediğin hala ölüme çare bulamamış ki… Demek bizde öleceğiz. Tam anlamıyla hayal kırıklığına uğramıştım. Dünyaya gel, ömür boyu Ferrari almak ve mankenlerle yatmak için uğraş, sonra da yapamadan öl… Haksızlık bu…

 

Ölümü en fazla yakınında hissettiğim an?

 

Herkesin böyle bir anısı vardır. Kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmek, balkondan aşağıya fazla sarkmak, ölümüne içmek vs… Benim ki biraz farklı.

90’lı yıllarda o meşhur sağcı solcu kavgalarının olduğu zaman, Ankara’da Kesikbaş mahallesinde kalırdım. Bir gece her zamanki gibi evime dönüyordum. Kapkaranlık ışıksız bir sokaktan geçerken birden kafama silah dayadılar. Olduğum yerde kalakaldım. Elemanların hepsi sinirden titriyorlardı. Silahı tutan elin sahibi “Sıkıyım lan kafana haaaaa… Sıkıyım mı kafana…” diye bağırıyordu. O anda aklıma komik bir şey geldi. Evvelden şöyle bir şey duymuştum. Kafasından vurulan bir insan, ölmeden evvel yaşadığı o 4-5 saniyede, o yeni açılan delikten, beyninin içinde gezinen rüzgarı hissedermiş. Bazen de beyin bunun en son yaşayacağı an olduğunu anlayınca, o son saniyeleri sanal bir şekilde bölüp milyonlarca saniyeye uzatırmış, sanki o anı sonsuza dek yaşıyormuş gibi gelirmiş insana (izafiyet teorisi).

“Eh, şimdi bunu ilk elden öğreneceğiz” diye düşünmüştüm. Yan sokaktan gelen bekçi düdüğüyle elamanlar kaçıştı, bende o deneyimi ilk elden yaşayamadan, biraz hayal kırıklığına uğramış bir şekilde eve döndüm. Bir kez de Kıbrıs’ta oldu böyle bir şey. Gece geç saatte yağmurlu havada sinemadan çıkmış eve dönüyordum. Çamura bata çıka giderken ve sağlam küfrederken , tam önümdeki küçük su birikintisine basacakken – artık içime mi doğdu nedir – bir şey oldu ve adımımı normalden daha uzun atarak öbür tarafa bastım. Bu istemsiz hareketin nedenini anlamak için sağa sola bakarken, 15-20 metre ötede elektrik tellerinden birinin koptuğunu ve suya cayır cayır kıvılcımlar saçarak elektrik verdiğini gördüm. Her zaman söylerim koruyucu meleklerim çok çalışır diye…

 

Ölümün en fazla bir insanı yıprattığını gördüğüm an?

 

Kesinlikle askerlik. Nöbet tutarken kavga eden iki asker birbirilerini vurmuşlardı. Biri ölmüştü, diğeri neyse bir şey olmamıştı. O çocuğun askeri hapishaneye götürülürkenki halini düşünüyorum da… Bomboş camlaşmış gözlerle bakıyordu etrafa… Çökmüştür resmen. Duyduğum kadarıyla 20 sene vermişler. Duyduğumuza göre terhis olduğunda bir de sivil mahkemede yargılanacak ve oradan da ayrı bir ceza yiyecekmiş . Çocuk “artık hayat bitti” şeklinde bakıyordu etrafa

 

Ölümün en fazla güldürdüğü an?

 

Tam kara mizahlık bir anı aslında. Ankara’da yurtta yaşadığım bir olay (Sizle aynı yurtta kalırken değil sayın editörüm). Yurtdışından okumaya gelen bir Tanzanyalı öğrenci (kendisiyle ara ara muhabbet ederdik) bir gece bir kutu uyku ilacını içip intihar etmişti. Eleman tam anlamıyla komaya girmişti ve boş bir çuval gibiydi. Ölü ağırlık (esprisinin kusuruna bakmayın) kelimesini tam olarak o zaman anlamıştım.  Elemanı apar topar hastaneye götürdük. Elemanın midesini yıkamak için içeri aldılar. 4-5 kişilik bir gruptuk, iki kişi nöbetçi kalsın, ara sıra nöbet değiştiririz diye anlaştık. İlk nöbet ben ve Murat’a verildi -ki hala o herifin Murat’la aralarında arkadaşlık dışı bir şeyler olduğuna inanırım. İkimiz, elemanın midesi yıkanmasını bekledik. Aradan biraz zaman geçince doktor dışarı çıktı ve bize durumu bildirdi. Midenin yıkandığını, zehrin tamamen temizlendiğini bildirdi. Aradan 1-2 saat geçti ve hemşire çocuğun bizle konuşacak düzeyde olduğunu söyledi. Yavaşça içeri girdik. İçeri girince Tanzanyalı eleman Murat’a döndü ve oldukça kötü bir aksanla şu kelimeleri söyledi:

“Biliyor musun Murat, yaşamak güzel.”

Murat birden sinirlendi;

“Ulan madem hayat güzel ne diye intihar ediyorsun“ diyip ailesine hürmet geçirdikten sonra çocuğun üstüne atladı. Murat’ı ben ve iki hemşire zor zaptettik, daha az önce hayatını kurtardığı Tanzanyalı’yı boğmaması için.

 

Ölümün en fazla tüylerimi diken diken ettiği an ?

 

Singapur’da yaşarken Malezyalıların yaşadığı bir mahallede kalıyordum.Gece geç bir saat eve dönüyordum. Yüz metre önümde yürüyen bir adam vardı. Adamı kerteriz alarak yavaş yavaş yürürken,  onun üstüne hemen yandaki tek katlı binanın çatısından biri atladı. Muson yağmurunun yağdığı bir geceydi; karanlık, loş ve ışıksız bir sokaktı. Sürekli yağan yağmurdan görüş mesafesi de kısıtlıydı. Zaten çok fazla “tiger” birası içmiştim ve birden çatıdan birinin üstüne atlayan birini görünce olduğum yerde dona kalmıştım. Normalde bağıra çağıra kaçardım, ama havada tuhaf mistik bir hava vardı ve ben yerimden kıpırdayamadan, hipnotize olmuş bir şekilde önümde gerçekleşen olaya baktım. Adam yere düştü ve diğeri onun üstüne eğildi, uzun zaman da öyle kaldı. Sabit bir şekilde. Tuhaf sesler duydum, sanki adam bir şey emiyormuş gibi. Sonra içip bitirilmiş bir kutu kola gibi, adamı yana doğru itti; bana o uğursuz ve parlak gözleriyle baktı; sonra da ters tarafa doğru kaçarak kayboldu. Yavaşça yerde yatan adamın yanına gittim ve adamın kanlar içinde olduğunu gördüm. Çok korktum ve hızla oradan koşarak uzaklaştım. Öbür gün gazetelerde bu olaya ait ne bir fotoğraf ne de bir satırlık bir haber vardı.

 

Ölümü en az ciddiye aldığım an ?

 

Babam bunu okursa öldürecek beni ama, sanırım büyükannemin cenazesiydi. Çok iyi bir kadındı, kendisini hala çok özlerim o ayrı bir konu. Öldüğü zaman tam hiperaktif çağımdaydım, mevlit okunacak diye bizi arkada bir odaya tıktılar, 4 tane ortaokula giden çocuk (ben ve kuzenler) ve 4-5 tane de 7-8 yaş arası çocuk. Belli bir süre sonra okunan mevlütlerden sıkıldık, zuladan kağıtları çıkarttık, kapıya da bir ufaklığı nöbetçi olarak diktik, ve uzun bir süre poker oynadık. Hatta kol saatimi kaybetmiştim o oyunda….

 

Ölüme sebep olduğum an?

 

Bu aslında tam benim sebep olduğum bir olay değil ama neyse… İzmir’de lise son sınıftayız… Bir arkadaşın evinde içiyorduk. ÖYS sınavı bitmiş, kimin nereye gideceği belli olmuş, son zamanları geçiriyorduk. Nasılsa son zamanlar diye tanıdık herkese telefon açmıştık, ved bayağı bir insan vardı.

Pek sevmediğimiz birisi vardı sınıftan. Ne arıyorsa o ortamda, o da bizle takılıyordu. İyi bir aileden gelirdi ve gerek arkadaş, gerek sevgili, gerek de para yönünden sıkıntı çekmezdi. Bu tarz tipler genelde saçma saçma bunalımlar yaşar. Bu çocuk da nedensiz şekilde bunalıma girer ve günlerce kimseyle konuşmaz , herkesle kavga ederdi. Sürekli defterine darağacı, mezarlık, Azrail filan çizerdi, ölümle kafayı bozmuştu. Aslında yaptığı tamamen roldü, bunu hepimiz fark ediyorduk. Daha fazla ilgi çekmek için yaptığı bir numaraydı. O yüzden çok sevilmez ve umursanmazdı ya zaten. Eleman aynı zamanda maalesef deli gibi hap kullanırdı. O akşam bizim yanımızda bir sürü hapı kafaya diktikten sonra uzun uzun bize ölümden bahsetti. Sonra ceketini giydi ve bize baktı; “Ben intihar edeceğim” dedi. Yıllardır onun bu muhabbetlerine alışık olan ve gece boyunca muhabbetini çeken bizler dayanamadık: “Atlayacaksan atla, senle mi uğraşacağız “ dedik. O gece, henüz yapım aşamasında olan Hilton’un (galiba yirminci katında bulunan) otoparkına gidip aşağıya atladı.

 

Ölümün adaletsiz olduğunu anladığım an?

 

17 yaşımdayken ilk sevgilimin öldüğünü öğrendiğim an herhalde. Kız hayatında sigara içmemişti ve akciğer kanserinden öldü.

 

Ölümün komik olduğunu düşündüğüm an ?

 

1990 yılında Hermanio Rivera Coucerio’nun başına geleni duyduğum gün. Bu zavallı İspanyol arkadaş, cinsel isteğini genelde tavuklarla gideren birisiymiş. Ve de anladığım kadarıyla pek de nazik davranmıyormuş, sert sevişmekten hoşlanıyormuş. Bir gün yeni sevgilisiyle kayalıklarda bazı özel dakikalar geçirirken, yine sert sevişeceği tutmuş anlaşılan ki kayalıklara yüklenmiş. Oldukça yüklenmiş. O kadar sert ittirmiş ki kayaları, tepedeki ağır kayalardan biri yerinden kurtulup Hermanio’nun tepesine düşerek onu ezmiş. Ve cesedini öyle bulmuşlar. Pantalonu inik, beli kırılmış, üstünde kaya ve de altında tavukla.

 

Ölümü birisinde gördüğüm an ?

 

Herhalde hepinizin başına gelmiştir. Yıllar evvel tanıdığınız birini görürsünüz. O kadar değişmiş ve çökmüştür ki ölmüş gibidir. Ben resmen ölmüş olan birini gördüm. Geçen ay, 3 sene sevgilim olan ve sonra ayrıldığımız birini gördüm. Barda oturduk ve biraz muhabbet ettik. Kız, gerçek anlamda ölmüştü. Tüm ölülerde görünen belirtiler net bir şekilde görünüyordu.

Bomboş bakan cansız gözler….

Koyulaşmış, iyice sarkmış ve gevşemiş bir deri….

Vücuttaki tüm organların artık yerçekimine uygunsuz , başına hareket etmeleri….

Bu arada kısa bir not…

Ölülerin konuşmadığı zannedilir ama aslında iyi dinlersen konuştuklarını duyarsın. Genelde öldükleri anda bir şeyi kafalarına takarlarsa, ondan bahsederler (O yüzden özellikle varoş bölgesindeki kadın mezarlıklarından uzak durun, hepsi ya kızından ya kaynanasından şikayet eder). O da öyleydi. Ölmeden evvel felsefeye ve her şeyi sorgulamaya takmıştı kafasını. Otururken mırıldıklarından anladığım kadarıyla o da her şeyi irdelemeye takmıştı.

Sevgi nedir? Aşk nedir? Neden bu hisleri besliyoruz? Acaba küçükken muz kabuğuna kayıp düştüğüm için mi artık erkeklerden hoşlanmıyorum ?

Yazık, iyi kızdı, toprağı bol olsun.

 

Ölüm hakkındaki düşüncelerim?

 

Oturup düşündüğümde daha ölümle ilgili sayfalarca başımdan gelen şeyi yazabilirim ve kesinlikle zorlanmam. Ama daha fazla uzatmaya gerek yok. Zaten şimdiden çoğunuz bu konunun nereye gittiğini tamamen kaçırmış durumdasınız. Yani ölümden bahsedeceğim dedim, kafama dayanan silahtan, akciğer kanserinden, intihar edenlerden , hatta tavuk sevicilerden bahsettim.

Peki , konuyu nereye mi getirmeye çalışıyorum ?

Bilmem, gerçeği söylemek gerekirse şu ana kadar yazdıklarım beni ve her hayal gücü hasta olan birini eğlendirirdi, ama illa da bir yerde bitirmek lazım, öyle değil mi?

Ölüm hakkındaki düşünceme gelecek olursak….

İncelediğim değişik mistik inançlarda ve okuduğum kitaplarda , herkes farklı bir şekilde yaklaşır ölüme.

Cennet, cehennem inancı, karma düşüncesi, reenkarnasyon, ruhun aslında daha da büyük bir şeyin kabuğu olduğu düşüncesi, manitu’nun ulu çayırlarına gitme fikri , nihilizm… Hepsi değişik noktalardan yaklaşmıştır. Bu konuda en hoşuma gidense Rudyard Kipling’in kısa mısrası;

 

“Geri gelecekler, hepsi geri gelecek

Kırmızı dünya döndüğü sürece

O ki, şu ana kadar bir yaprağı bile ziyan etmedi…

Ruhları neden etsin ki…”

 

Bir de ölümün bir kişileştirilmiş hali vardır. Gerçekten neye benzer acaba? Acaba klasik çizimlerde olduğu gibi biri midir ölüm? Eli oraklı , cüppeli bir iskelet mi? Yoksa aslında bir melek olduğu için güçlü kanatlarıyla bizi kavrayacak bir orta çağ heykeli güzelliğinde bir adamla mı karşılaşacağız? Şahsen, ben yazar Neil Gaiman’ın yarattığı “Death” karakterini tercih ederim. Eğlenceli, neşeli ve punk-vari giyimiyle tam benim tarzım bir hatun… Ama gerçeği  söyleyeyim, ben tamamen bir memur tiplemesiyle karşılaşacağımıza inanıyorum. Kel, bıyıklı, yıpranmış bir elbise, yıllardır bir kamu kuruluşunda çalışmaktan ve aynı işi yapmaktan bezmiş birisiyle. Elinde bir sürü kağıt olacak, kim cennete kim cehenneme gidiyor diye işaretlemesi için. Çoğunlukla geç gelecek , ve işinin istemeye istemeye yapacak (O yüzden bu gün yarın ölür denen hastalar şaşırtıcı bir şekilde 1-2 hafta daha yaşarlar. Acısız ve kısa zamanda öleceği söylenenler de günlerce acı içinde kıvranırlar) ve benim gibi birkaç uyanık rüşvet vererek kurtulacaklar ve ölümlerini birkaç yüzyıl erteleyebilecekler , aynen yıllar evvel Kanuniye’de söylediğim gibi.

Ölüm, ne ilginç ve ne muhteşem bir konu. Hakkında binlerce kitaplar yazılmış, filmler yapılmış; bir sürü şair bunu şiirlerine aktarmışlar, bir çoğu da aktaramadıkları ile birlikte ölüme beraber gitmişler. Ben de yazımı, rüyamda gördüğüm ve bitiremediği şiirini bana mutlulukla okuyan bir adsız şairin şiiriyle kapatayım.

 

Ölüm, bugün önümde

Sürekli önünden kaçtığın gölgen gibi

Ne sıcak ne de soğuk

Karanlık ama ürkütücü değil

 

Ölüm, bugün önümde

Çölde birden karşına çıkan soğuk o yel gibi

Denizin ortasında , susuzluktan kuruyan dudaklar gibi

Aniden, ansızın ve haber vermeden

 

Ölüm bugün önümde

Nereye saklanırsan saklan seni bulan annen gibi

Çikolata isterken zorla dayatılan kereviz gibi

Kaçış yok ve istemesen de orda

 

Ölüm bugün önümde

Uzun zamandır dönmek istediğin evin gibi

Tünelin ucundaki ışık gibi.

Sonunda, evet sonunda ordasın

 

Ölüm, bugün önümde

Ve hayatımda ilk defa huzurluyum

Tunç Pekmen