Akşam olmak üzere… Ofisimdeki camın önünde bir kumru başını kanadının altına koydu uyuyor. Kıpırdamadan durduğu için uyuduğunu düşünüyorum daha doğrusu. Gözümü ondan alamıyorum. İşten ve dünyadan koptum, bakıyorum sadece. Hiç bir şey düşünmediğimizi zannedip, dalıp gittiğimiz zamanlar vardır ya, öyle bir haldeyim. Sonra zihnimden akan bir sürü düşünce ve görüntüden birinin kaçıp gitmesine ezin vermiyor, yakalıyorum. Kumru da başını kaldırıyor o anda ve hızla uçup gidiyor. Yakaladığım “şeyin” ne kumru ile ne de iş ile bir alakası yok. Koyunları, minibüsleri, dilencileri ve ayyaşları düşünüyorum- (muşum). “Bu kadar alakasız şeyleri niye bir arada düşünüyorsun?” demeyin ve merak etmeyin delirmedim henüz. 🙂 Sabah halletmem gereken birtakım işler için gittiğim bir yerlerden dönerken zihnimin kaydettiği fotoğraflar ve onların çağrıştırdığı düşünceler bunlar.
 
Bu halletmem gereken işlerin tamamı sıkıcı ve sevimsiz işlerdi. Yollar da nasıl kalabalık. Bunaldım ve yoruldum anlayacağınız. Bütün bunlardan kurtulmanın mutluluğu ile bindiğim minibüs, para alıp verme işi bittikten sonra sakinleşince derin bir “oh!” çektim. Yanılmışım. Genç irisi şoförümüz kornası ile yakın bir ilişki ve sevgi bağı kuran, “sollamak” konusunu yiyip bitirmiş. “sağlamak” konusunda ihtisas yapan bir arkadaşmış meğer. Yolda olduğumuzu cümle âlem bilsin istiyor sanırım ki elini kornadan çekmeden bir sağ, bir sol uçmaya başladık trafikte. Minibüs boş olsa bir anlam vereceğim bu korna işine ama değil. Trafik de normal akıyor. Kırmızı ışığa denk geldiğimizde kolunu cama dayayıp bir iç geçiriyor ki görseniz saatlerdir bekliyor sanıp üzülürsünüz. İşte o kırmızı ışık beklemelerinin birinde yolun sağında bir “Adak Satış Yeri” tabelası altında tek başına duran koyun ile göz göze geldim. Besili, güzel bir koyundu. Önünde bir parça ot, durmuş yola bakıyordu. Minibüs hoplayarak kalktı, koyun da önündeki ota eğildi, uzaklaştık. Uzaklaştık ama benim gözümün önünde koyuncuk kalakaldı. Birileri adak adarsa bugünlerde gitti, gider diye. “Allahım beni Mehmet’e kavuştur, sana kurban keseceğim!”, “Şu kız okulu bitirsin hayırlısıyla, bir kurban adağım olsun!”. “Ev bitti hanım, adağımız var, biliyorsun, ben gideyim şu işi halledeyim de üzerimden şu yük kalksın!” diyecek birileri ve koyuncuk önündeki otu bile bitiremeden öteki tarafa gidecek. “Ne var bunda? Her gün binlercesinin akıbeti bu” demeyin. Büyüttüğü kuzunun bayramda kesildiğini gören çocuk psikolojisine girdim bir anda işte.

Kornanın haykırışıyla kendime geldiğimde ineceğim yere yaklaştığımı fark ettim ve bu eziyete bir son vereyim diye kendimi minibüsten attım. “Allahım şu koyunun sakinliğinden bu adama biraz nasip et!” diye de dua ettim. Birkaç adım attım, atmadım biri kolumu tuttu. İrkilerek döndüm, çok yaşlı bir adam, üst, baş perişan, gözünde neredeyse on numara bir gözlük, saç, sakal karışmış. “Nooolur bir çorba parası evlâdım, açım!” dedi. Daha yeni bir karar almıştım kendi, kendime.” Dilencilere para yok bundan sonra” diye.  Sen misin diyen, buyur işte! Verdim tabii, o da dua etti tabii. Bu sefer yaşlı adamın derdine düştüm. “Bu yaşta, sokakta dilendiğine göre kimsesizdir bu” diyerek yürürken yerde yatan bir adam görünce kalakaldım. Yüz üstü boylu boyunca kaldırımda yatıyor. Sokakta yaşayan biri değil gibi, kıyafetleri düzgünce çünkü. Kıpırdamadan, bir eli kıvrılmış başının altında yatıyor öyle. İnsanlar yanından geçip gidiyor, görenler, ya başlarını eleştirir şekilde sallıyor yoluna devam ediyor, ya da üzüldüklerini belli eder bir ifadeyle bir an durup sonra gidiyorlar. Etrafıma baktım, biraz ileride parkın içinde bir bekçi kulübesi gibi bir şey var. Ne yalan söyleyeyim cesaret edemedim tek başıma adama ne olduğunu anlamaya. Gittim bekçiye durumu anlattım. “Sarhoştur o” dedi, kıpırdamadı yerinden. “Ya değilse” “Sarhoştur, sızmış işte” çekişmesinden ben galip çıktım ve adamın yanına geldik beraber. Bekçi dürttü adamı, adam yana döndü yavaşça ve anladık ki sarhoşmuş evet:) Bekçi zafer kazanmış bir edayla baktı bana ama hiç bozuntuya vermedim. “Olmayabilirdi” diye de ısrarıma devam ettim üstelik. Neyse adamı parka götürüp bir banka yatırdık, ben de yoluma devam ettim, gönül rahatlığıyla.

Ofise kendimi attığımda işler beni beklediği için yolda yaşadıklarım da geride kaldı. Ta ki kumru camın önüne konup beni durumumdan koparana kadar…

Bu yazıdan bir “mesaj” çıkarma derdinde değilim. “Koyunları yemeyin, adak falan adamayın, dilenciler belki de gerçekten dilenmek zorundadır, üç- beş kuruş verin, yolda gördüğünüz yardıma muhtaç insanlara yardım edin” demek için değildi bu yazdıklarım. “Etrafınıza daha görerek bakın” demek isterim ama. Hay huy içinde geçen ömürlerimizde dert ettiğimiz birçok şeyin dert olmadığını anlamak için meselâ.  Küçük bir iyiliğin ruhunuza iyi geleceğini fark etmek için meselâ. Camınızın önünde uyuyan bir kumru gördüğünüzde bu yazıyı hatırlayın diye meselâ.

Gülseren Karaçizmeli