Birden durdu, başını öne eğdi, yere, sanki saydammışçasına toprağın binlerce metre derinindeki bir noktaya bakarak:  “Sanırım artık gelmez” dedi…
Anlamamıştım, daha doğrusu konuştuğumuz konuyla bir alaka kuramadım.. Bu nedenle söylediğini teyit ettirdim.Sonra da saf saf “kim gelmez!!?” diye sordum..
Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonrada ufka baktı:
“Babam…” dedi. “Sanırım artık gelmez!!…”

******

Yıl 1915, Osmanlı birçok cephede savaşıyor, silah, cephane, erzak, her türden levazım gerek.. Her şeyden önce de savaşacak asker… Yıllardır, balkanlarda, Trablusgarb’ta, Yemende binlerce asker kaybetmişiz.. Ordu yorgun, ordu bitkin, çaresiz.. Oysa savaşacak asker gerek. Düşman çizmesi, ecdat yadigarı kutsal toprakları çiğnemek üzere. Yerel halkdan fayda yok.. Daha, daha çok asker gerek. Düşmanın topu, tüfeği ve tankına karşı duracak etten duvarlar gerek…Emir çıkıyor iki oğuldan biri askere gidecek. Çare yok devlet buyurduğuna göre gidilmeli elbet! Büyük oğul isteksiz, hem çocukları da var!… Küçük oğul ise ateş parçası, canlar canı…  Babasını içine düştüğü zor durumdan kurtarmak için kendi gönüllü oluyor Kadir. Gidip kaydoluyor, birkaç aylık güzeller güzeli eşi Pembesini babasına teslim ederek. Helalleşip, vedalaşırken kimse pek konuşmuyor, ağlamıyor…Pembeden başka…Büyük oğula şöyle bir bakıyor sadece… Sıra senindi, gitmek sana düşerdi, der gibi… Yıllar sonra önce alkole sonra da kumara müptela oluyor büyük oğul. Bütün malını kaptırıp kendini tükettiği bir anda ise: “Baba biliyorum, kardeşimin yerine ben gitmeliydim. Nolur beni affet, beni de onun gibi sev!” diyecektir…

Öte yandan savaş bütün hızıyla devam ediyor. Cepheye gideli daha birkaç ay olmuşken öğreniyor “baba” olduğunu. Sevinçle cevap yazıyor hemen: “Komutanımın adını koymanızı isterim oğluma, ölüme git desin giderim onun için… Önce Allah’a sonra da…” O zamana kadar Mehmet olan isme Kamil de ekleniyor hemen…

Cepheden her gün kötü haberler geliyor. Düşman adım adım ilerliyor. Birçok din kardeşimiz düşman saflarında yer alınca, Osmanlı tutunamaz oluyor, geri çekiliyor. Büyük kayıplar veriliyor… Birçok giden geri dönmüyor çoğunun akibeti bilinemiyor.. Halk hummaya tutulmuş gibi istasyonlarda sabahlıyor.. Oysa ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman… Her dönen asker, her yorgun gazi sorguya çekiliyor… Zamana karşı amansız bir yarış var… Yürek burkan, insanın kanını donduran sorular yankılanıyor boyuna…

Ahmedi mi gördünüz mü?

Mehmet oğlu Ali’yi bilir misin  yiğidim?…

Ökkeş onbaşıyı, Kamil Çavuşu tanıyor musun acep?…

De hele, öyle savuşup gitme kurban olduğum? Al sana su.. Bi soluklan hele… Şeyh Hüseyini mi.. Koçumu gördün mü cephede?…

Aha bak bu da fotoğrafı yiğidimin, Nizipli… Hasan oğlu Kadir.., aslanı mı tanır mısın,gördün mü hiç???

Allah rızası için deyiverin… Küçük Kamil’imin babasını yok mu bir gören, duyan yok mu bi haber?…

 

Nadir kavuşmaların gıptayla izlendiği, feryadı figanların, yalvarmaların arş-ı alaya çıktığı, gözpınarlarının çoktan kuruduğu, ümitlerin acıya, çaresizliğin isyanlara ve kahreden çığlıklara dönüştüğü anlar.. Analar, bacılar, eşler, sevgililer… ama illa da karalara bürünmüş, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz kadınlar…Belki erkekleri bir defa ölmüş ama o her kara tren gelişinde bir defa daha ölen kadınlar…Yorgun, bitkin ve başı eğik kara trenin acı bir çığlık atarak uzaklaşmasıyla, inadına  yaşatılmaya çalışılan bir ümitle, o korkunç bekleyiş bir ağıta dönüşüyor; “kara tren gecikir belki hiç gelmez…”

“Kara tren kara yılan gelmez olaydın,
Gül yarimi elimden almaz olaydın”

Ya da bir türküye:                 

“Kara tren gecikir belki hiç gelmez
Dağlarda salınır da derdimi bilmez
Dumanım savurur halim hiç görmez
Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez..”

Pembe üzgün, Pembe çaresiz, Pembe bir anne ama pembe aynı zamanda  bir kadın.. Genç, güzel ama bahtsız binlercesi gibi..  Şartlar çok ağır.. Çare yok durumu biraz  iyi olan orta yaşlı bir adama veriyorlar Pembe’yi. Kamil kalıyor… Öyle olmak zorunda…O bir emanet, bir teselli, canların canı,  bir hasret, doyulmaz bir evlat kokusu o…

Küçük Kamil dedesine baba diyerek büyüyor . 6-7 yaşına geldiğinde, Arabistan, Çanakkale, Büyük Taarruz derken, yıllar sonra cepheden dönen bir asker anlatıyor babasından son hatıraları: “Çok çetin bir savaştı” diyor, “Gazze de İngiliz’e direnmeye çalışıyorduk. Arkamızdan vurulunca!!… Çok azımız sağ kaldık. Kalanların çoğu da yaralıydı zaten. Esir düştük. Ben hafif yaralıydım ama Kadir’in yarası daha ağırcanaydı. Bir hafta sonra yürüyebilenleri başka bir yere sevk ederlerken ben kaçmayı başardım. O zamandan sonra da hemşerim Kadir’den hiç haber alamadım… Muhtemelen… Ağam neden hükümete başvurmuyorsun… kan parası falan… ben şahit olurum isterseniz… Şu yetime bir iaşe bağlarlar en azından…”

Dedenin cevabı tereddütsüz ve net olur: “Oğlum senin gibi Vatan ve Ezan için savaşa gitti. Onun dökülen kanını nasıl satılık ederim.. Emanetine de ben bakıyorum çok şükür…”.  Küçük Kamil’e bakarak devam eder.. “Hem ne belli şehit olduğu, belki iyileşip yeterince güçlenince çıkıp geliverir bir gün! …”

Günler, yıllar geçer. Babasını getirmeyen her günün akşamında, ümit bir sonraki güne devretmektedir. Kamil evlenir, askere gider. 2. Dünya Savaşı yıllarında 4.5 yıl sıhhiye çavuşu olarak askerlik yapar. Çok zor günlerdir yine. Canı gibi bakar yaralılara, sarıp sarmalar. bir “baba” şefkatiyle okşar sever onları. Aynı zamanda yaman bir pehlivandır o, bileğini büken yoktur.

Çocukları olur ama ilk iki evladını salgın hastalıklar nedeniyle peşpeşe kaybeder. Baba hasreti evlat acısı arasında yitip gidecektir. Kamil Usta işine yoğunlaşmıştır artık. Ustalığıyla ün yapar o civarda. Elinden her iş gelir. “Bu işi yapsa yapsa Kamil usta yapar” denmeye başlanır. Pratiktir, yaratıcıdır, titizdir, çalışkandır, merttir… ADAMDIR…

Bir Cuma günü, yolda kalmış bir kamyon için gelirler ona. İş bitmek üzeredir ama hiç kaçırmadığı cuma vakti de gelip çatmıştır.“Aman ustam” derler, “ocağına düştük,  çoluk çocuk perişanız, en fazla 5 dakika daha… Bitir işimizi de sal bizi… Ücreti ne ise verelim ağam… Koma bizi yollarda kulun olam…”

Tabi ki ücret değildir önemli olan…Ama.. Ama o son söz içine oturur ustanın.. Kimse yollarda kalmamalıdır çünkü!… Evine dönebilmelidir herkes… Tekrar alır eline çekici… Bir vurur, bir daha , son bir daha derken… Ezan sesi çekiç seslerine karışmaya başlamıştır artık!..

Dannnnnnnnnnnn!!!….

Çekiç bir yana düşer. Kurşun gibi fırlayan çelik parça kafatasında koca bir delik açar ustanın… Kan, kemik ve beyin parçaları dört bir yana saçılır.. Hastaneye kaldırmak için cumaya gidenlerin dönmesi beklenir çaresiz.. Ameliyat edilir ama doktorlar hiç ümitli değillerdir, heran her kötü sonuca hazır olmaları istenir!.. Yas tutulmaya başlanmıştır bile… Ameliyat sonrası yoğun bakıma kaldırılan Usta’nın ölüm haberi beklenir günlerce… Kimse kurtulacağını ümit etmez…  Herkes yas tutarken yalnızca durumun vehametini bilmeyen çocukları minik avuçlarını O’na açmakta, ümitle dua etmektedirler…

Koca çilingir Kamil günlerce direnir… Dayanmalıdır, yaralılar ölmemelidir… Mutlaka iyileşmeli, onu bekleyenlere, sevenlerine geri dönmelidir çünkü!…

Döner de… Kafatasında avuç büyüklüğünde bir delikle yaşayacaktır … Eski gücüne de kavuşur zamanla ama biraz deli doludur artık!…

Yeniden işinin başındadır. Günler hızla akıp gider. Tam 8 çocuğu olur hayatta kalan. Ne de olsa eski bir askerdir ve 10 milyon nüfusa ulaşmayı vasiyet etmiştir o “En büyük asker”,  “Büyük Önder”. 13. doğumundan sonra anne, kadınlıktan malülen ve mecburen emekli olduğunda! Kamil usta bütün enerjisini işine vermektedir artık. J Ustalığını, fırsat buldukça da pehlivanlığı oğullarına öğretmektedir. Bir de şart koşmuştur, evlenmek isteyen önce güreşte babalarını yenmelidir. Başka yolu yoktur. İsimleri Cebbar, Kadir ve Ali olan büyük oğullar ancak babalarını yendikten sonra evlenmeye hak kazanırlar… Küçük oğul ise ergen bir delikanlı olduğunda artık yetmişine merdiven dayamıştır.

Bir gün bahçede çalışmakta iken kendini tutamaz: “Hadi gel evlat” der,”senle bir güreş tutalım”. Etrafta kimseler yoktur, yaz güneşi ortalığı kavurmaktadır. Belden üstler soyunulur. Güreş başlar. Yaşlı pehlivan daha ilk hamlede altına alır toy delikanlıyı. Yaptığı numarayla galip gelmekten pek bir keyiflenir. Demek hala galip gelebilmekte, bir delikanlıyı alt edebilmektedir ha!. Breh! Breh! BrehJ  Keyfine hiç diyecek yoktur. Sonra bir daha tutuşurlar güreşe… Hatasını anlamış, saçı sakalı ağarmış bir ihtiyarı hafife almanın bedelini ödemiştir delikanlı. Oldukça çekişmeli bir mücadelenin sonunda bu kez galip gelmeyi başarır. Çok kızar ihtiyar, “hadi” der,” gel, bir daha…”

Tekrar güreşe tutuşurlar. Yaşlı kurdun bütün hileleri, bütün manevraları başarıyla savuşturulur. Üst-baş toz-toprak içinde kalır. Tere karışan toprak çamura dönüşmüş, güreşi daha da zor hale getirmiştir. Gözler yanmakta, gögüs kafesleri sık sık inip kalkmaktadır. Ancak geri dönüş yoktur artık. Belki de son kez yapılacak bu güreşten tek bir galip çıkacaktır. Zaman geçtikçe güçler tükenir, yorgunluk başlar. Koca pehlivan iyice yorulmuştur, hareketleri zayıflamaya, hamleleri cılız kalmaya başlamıştır. Genç adam, canını dişine takıp inatla mücadele eden bu ihtiyar pehlivana son hamleyi yapmaya kıyamaz bir türlü.  

Galip bellidir, bir süre sonra pes eder zaten,  “Zor oyunu bozar evlat” der nefes nefeseyken ve ekler: “Bildiğim bütün oyunları denedim sana oğul ama kuvvetine gücüm yetmedi”…

Arıktan akan suyla üst-baş, el- yüz yıkanır. Dinlenmeye başlarlar. Temmuz güneşinden sakınmak için incir ağacının gölgesine otururlar. Soğuk sularını içerken, genç adamın 3. bardağı uzatan elini tutar ve bir anda  öper: ”Bükemediğin bileği öpeceksin” derken, gözlerinden gurur ve şefkat okunmaktadır.

*****

Sonra  başını hafifçe öne eğdi, derinlere, sanki saydammışçasına toprağın binlerce metre altında bir noktaya bakar gibi:             

“Herhalde artık gelmez” dedi…

Anlamamıştım, daha doğrusu bir alaka kuramamıştım.. Bu nedenle söylediğini teyit ettirdim. Sonra da saf saf “kim gelmez!!?” diye sordum..

Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonra da ufukta bir yerlere baktı ve beni şu an bile delik deşik eden o sözü tekrarladı:

“Babam…” dedi. “heralde gelmez artık!!….ölmüştür o…, şehit olmuştur…”

Baban mı gelmez??.. Senin baban mı??.. nasıl gelecekti ki, yani 70 yıl önce…!!”

“Hep bir gün çıkar gelir, evladımmmKamilimm der, beni sever, başımı okşar, koklar diye bekledim… Bana oyuncaklar, yeni elbiseler falan alır… gezdirir dedim.. Ne bileyim… belki yarası iyileşmiş, cepheden cepheye koşmuş, esir düşmüş.. kaybolmuştur… olabilirdi. Sonra  belki de evlenmiştir. Çocukları olmuştur, onları bırakamıyordur … Belki bir gün  bir oğlu olduğunu hatırlarda gidip onu göreyim der, dedim… Şu an benden de  ihtiyar bir adam olsa bile babamdır o benim… Ah bir kez olsun sarılabilseydim!…” Koca adam hüngür hüngür ağlıyordu…

“Sen bu ümidi bilir misin oğul?!… Ümit hiç bitmez, en karanlık gecede bile ufak bir mum ışığı gibi aydınlatır içini. Hiç bitsin istemezsin… Bittim ben dediğinde bir ses sana ‘dayan’ der, ‘dayanmalısın’. En önemlisi de eğer bir gün önce, azıcık da olsa bir ümidin varsa, neden o ümit bir sonraki gün de olmasın ki! Dünden bugüne değişen nedir? Ümit hiç tükenmez, sadece sen zamanla onsuz da yaşamaya alışırsın, hepsi bu…” Sonra toparlandı:   “Ama  aha şimdi ilk defa söylüyorum.  O artık gelmez… ölmüştür o!… şehid olmuştur!…”

*******
O günden sonra hızla yaşlandı babam. Belki  o babasını unuttu ama bu duyguyla baş etmek bana miras kaldı! …

Öldüğünde kendi elleriyle diktiği ağaçların gölgesinde namazını kılarken bile böyle dolmamıştım… Demek ki her şeyin bir zamanı varmış…

Şu anda beni duyduğunu ve o nasırlı ellerinle yanaklarımı sildiğini biliyorum baba… Küçük oğlun ‘Akkezen’ seni hiç unutmadı bilesin.

Ruhun şad olsun! Senin ve babaları, bu topraklar için toprağa düşen herkesin…  Dilerim, gelecekte bir gün bu millet, bu acıları bir daha asla yaşamaz!…

**********************************************

18 Mart nedeniyle şehitlerimize ve babamın aziz hatırasına ithaf olunur…

Seyit Aydoğmuş