Evde yazamayacağımı hissetmiştim. Kağıda dökmek istediğim duygularım çok yoğundu. Eskilerdi, ama olta ucu gibi yüreğime saplanmışlardı. Onları o kadar derine gömmüştüm ki çıkarılmaları da kolay olacağa benzemiyordu. Ama önce biraz temiz havaya ihtiyacım vardı. Evden çıktım, aşağıya indim ve gördüğüm ilk taksiyi çevirdim. “Çengelköy’e…” dedim taksiciye. Belki o anda sadece sahile doğru götürüyor gibi görünüyordu, ama o taksi beni yılların ötesine de taşıyordu aslında. Aklımda editörüm Sonsuz’la yaptığım telefon konuşması vardı. Ona “The Wise” ikinci sayısında yayınlanan “İlk Şok” yazısının devamını yazmaya söz vermiştim. Aslında bunu kendim için yapacaktım, kendim için yapmalıydım. İçime gömdüğüm bu duygularla yüzleşmem ve onlarla vedalaşmam gerekiyordu. Yılların ilerlemesiyle içimde eskiyerek paslanan, ama acısı hafifleyeceğine gittikçe de ağırlaşan duygu yüklerimi sadece ve sadece yazarak hafifletebilirdim. Ama yazmak da ürkütüyordu beni açıkçası. Çünkü hadi kendine sakladığın yazılarda sorun olmaz, ama binlerce gözün okuduğu bir mecraya yazmak, hele ki gizlemeye en çok çalıştığın duyguları bir çırpıda ortaya döküvermek; bir stadyum dolusu insanın önünde çırılçıplak kalıvermek gibiydi. Profesyonel model olarak yıllarca podyumda herkesin önünde sakince yürümüştüm, ama bu kadar çıplak olduğum bir zaman olmamıştı hiç.

Hem nasıl herkese söyleyebilirdim ki içimdeki yıllarca taşıdığım isyanı… Allaha yıllarca “Neden!” diye bağırdığımı; hayata, kadere inancımın nasıl zedelendiğini; koruyucu meleklerime küstüğümü. Hem annem bana “Annenin her dediğini yaparsan cici kız olursun” dememiş miydi ve hatta bu inançla hayatımdaki her şeyi, eşimi bile onun isteğine göre seçmemiş miydim? Ben çok “cici bir kız”dım, “Allah Baba” da beni seviyordu hani? Peki neden hayatımdaki her şey bir anda tuzla buz olmuştu? Gelecekle ilgili rengarenk hayallerim bir anda sabun köpüğünden bir baloncuk misali uçup gitmişti? Oğlumu kaybetmiştim ve üstüne bir de ailemce suçlanarak yapayalnız bırakılmıştım. İnsanın dayanma gücünün çok üstüne çıkan bu ruh işkencesini, kime nasıl anlatabilirdim ki…

Ama deniyorum, öncelikle kendim; sonra da benimle benzer durumları yaşayan ama duygularını bir türlü ifade edemeyenler için… “İlk Şok” yazımdan sonra, “Ben de oğlumu/kızımı kaybettim ve yazın kalbimde yıllardır iyileşmeyen yaralara dokundu; bana yalnız olmadığımı hissettirdi” diye mektuplar atan ve sonra da birlikte buluşup çalışma grupları oluşturduğumuz ve acılarımızı paylaşıp birbirimizi şifalandırdığımız binlerce “Melek Annesi” için…
Başlıyorsun Filiz… Hazır ol…

 

“İlk Şok”un Ardından…

Telefonda bize “Oğlunuzu yoğun bakıma yatırdık; İstanbul’a acil dönün, çok hasta” dedikleri için yolda tanıdığım bütün doktorları aramış ve biz varıncaya kadar yapılacak birşeyler olabileceği ümidiyle hastaneye yönlendirmiştim. Bir yandan da içimde kopan fırtınalara dayanmaya çalışıyordum. Ağlayarak annemi aramıştım: “Anne, isim koyamadıkları ciddi bir hastalıktan Kaan Mert’i hastaneye yatırmışlar. Ne yapsak? Nasıl tanıdık bir doktor bulsak da biz varana kadar müdahale edilse…” derken hemen eklemiştim umutla “Çok kuvvetlidir benim oğlum. O, her şeyi atlatır, ama yeter ki doğru tedaviyi yapacak doktor olsun elimizde!” Uçak, İstanbul Atatürk Havaalanı’na inene kadar buz gibi anaforlar boşalmıştı içimde.
Bayramın arife günü oğlumu, kayınpeder ve kayınvalideye bırakıp eşimle birlikte çatırdayan evliliğimizi kurtarmak için Antalya’ya doğru yola çıkarken; aynı saatlerde de annemle babam da Ayvalık’taki yazlıklarına doğru gidiyorlardı. Eve tam varacakları esnada araç telefonları çalmış ve sarsıcı haberi öğrenmişlerdi; ama ben annemle konuşurken o bana hiçbir şey belli etmemişti ve hatta benim telaşlı sesimi duyunca da “Ablanları yazlığa bırakıp, bu gece hiç uyumadan yola çıkıp İstanbul’a geliyoruz yanınıza.” demişti telefonda. Bunu duyunca biraz rahatlamıştım. Yaşadığım şokun etkisi, annemin de yanımda olacağının haberiyle bir nebze yumuşamıştı.

*****

Uçaktan indik ve aklımıza bile getirmek istemediğimiz gerçeği öğrendik… Sabah İstanbul’dan yola çıkarken vedalaştığımız 1,5 yaşındaki oğlumuz, öğleden sonra 17:00’de, tamamen ihmalden, denizde boğularak vefat etmişti…

*****

Etrafındaki canlı cansız her şey uğulduyordu… Hiç bir şey düşünemiyordum… Sanki beynim uçmuştu kafamdan, felç olmuştum… Ne söylenenlere tepki veriyordum, ne kızdığımı ne de üzüldüğümü duyumsayabiliyordum… Bir çeşit rüyada olma hali gibiydi bu… Sadece gözden ve kulaktan ibaret, bir o kadar da duygusuz duyusuz şeffaf bir yaratıkmış gibiydim… Bastığım yeri bile fark etmeden öylece havada asılı gibi duruyor ve bakıyordum etrafa… Sadece uğultuları duyuyordum… Cevap bile vermiyordum çoğuna… Veremiyordum… Hem versem ne olacaktı ki sanki, giden gitti! diyor içimdeki… Ruh gibiydim… Her şeyi görüyor ve duyuyordum, ama müdahale edemiyordum… Bitkisel hayattaydım sanki… Olayı duyduktan sonraki şok; ne yapacağını ne diyeceğini bilememe, kabul edememe, isyan durumu sanki hücrelerimi susturmuş, durdurmuştu. Akabinde başlayan ve çaresizlik içinde yüreğime yerleşen garip bir girdapla kalakalmıştım… Bana gerçeğin söylenmesiyle kasılıp kalan zihnim ve bedenim aniden “ben annemi istiyorum” diye beynimden kalbime doğru bağırmıştı sanki…

İlk aklıma gelen şey annemi babamı arayıp ağlamak, acımı paylaşmak oldu. Onlara çok ihtiyacım vardı. Annemi istiyordum yanımda. Aradım araç telefonları kapalı ya da çekmiyor… Allahım! Bu bir kabus olmalı… Üstüne üstlük on iki saatlik bir yolun ardından tekrar arabayla bir on saat daha yol gelecekler uykusuz perişan halde… Yoksa onlarda mı yolda kaza geçirip öldüler? Onları da mı kaybettim? Bu bir kabus mu Allah’ım! Ne olur rüya olsun uyanayım. Kimse ölmemiş olsun, ne olur Allah’ım yalvarırım! Arıyorum, telefonları halen kapalı. Annemle konuşmak istiyorum, Allah’ım! Sesini duymak, olanları anlatmak, telefonda da olsa katıla katıla ağlamak istiyorum…
Acıyla hücrelerime yerleşen hissizlik bir anda kendini korku girdabına bırakmıştı. Korku ve endişe girdabıydı bu sanki. İki kaburgamın tam ortasında, döne döne içimi oyan buz gibi bir girdap. Tam göğsümün orta yerine buzdan bir tünel oluşturdu ve oraya kazık şeklinde bir buz kütlesi yerleştirdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde de o buz kütlesi sanki eridi de yerini boş ve soğuk yeller esen bir tünel bıraktı. Kocaman bir tornavidayla bura bura açılmış, bir ucu önde bir ucu sırtımda, içinden soğuk yeller esen bir tünel…

 

…Ve annemle karşılaşıyorum

Sabaha kadar uyumadan annemleri aradım. O an her şeyden çok onların seslerini duymaya “Kızım, canım. Geliyoruz, yanında olacağız.” demelerini duymaya ihtiyacım vardı. Gün ağarırken bir saat, o da verilen sakinleştiricinin etkisiyle gözlerimi kapamıştım. Uyanır uyanmaz da dün yaşadıklarımızın bir kabus değil, ölümden beter bir gerçek olduğunu anlamam bir oldu. Hemen ardından da onları da kaybetmiş olabileceğim endişesiyle telefona sarılıp yine annemle babamı aradım. Hala cevap vermiyordu telefonları, kapalıydı. Allahım delirecektim! Bu kabustan biran önce çıkmak, sanalsa oyunu sonlandırmak; gerçekse de dünyadan inmek ve koşarak kaçmak; hemen yok olmak istiyordum…

Cenaze, ikindi namazında kaldırılacaktı. Öncesinde evimize geldik. Eve girmeye gücüm yoktu. Onun odasına girmeye, onun eşyalarını görmeye nasıl dayanabilecektim ki? Birden gidip onun eşyalara sinen kokusunu koklamak geldi içimden. Odasına girip, çoraplarını teni gibi sabun kokan, süt kokan mis kokan bodylerini kokladım da kokladım… Eşimin suratıma endişeyle bakan halini görünce de “hepsini verelim, hiç birini tutmayalım evde; hem ben dayanamam, hem de birinin işine yarasın” dedim aceleyle… Sadece bir çorabını ve bir de en sevdiği oyuncağı olan plastik çekicini aldım odadan ve hemen çıktım.

Sonra da eşimin annesiyle babasının evine gittik. İnsanlar toplanmaya başlamıştı, ev kalabalıklaşmıştı. Derken kapı çaldı ben odaya girdiğimde. Annemler gelmişti. Oh Allah’ım çok şükür hayattalar! Annemin sesini duyar duymaz; herkesten kendimi uzaklaştırmak, kimseyle konuşmamak, bana küfür gibi gelen saçma tesellilerini duymamak için kendimi kapattığım, saklandığım odadan dışarı fırladım. Cenaze evinde erkekler salonu işgal ettiği için kadınlar daha çok mutfakta ve diğer odalardaydı. Annemi de mutfağa almışlardı. Koştum ve hemen görür görmez boynuna sarıldım. Sadece sıcak bir kucak arzusuyla sarıldım. Düştüğü zaman dizi kanayıp canı yanan bir çocuk gibi yüreği burkularak… Ruhum, canım çok acıyarak sarıldım. Bir yandan da “Anne, neredesiniz? Bütün gece sizi aradım, sizi de kaybettiğimi sandım. Çok korktum anneciğim. Çok üzgünüm anne! Kaan Mert gitti… Anneciğim ne yapacağım şimdi ben, anneciğim!” diye ağlamaya başlamıştım ki… baktım karşıdan bana sarılan kimse yoktu. Daha ilk saniyede kendini geriye çekip beni de iki eliyle itip, mutfağın orta yerde bırakmıştı. “Ben sana demedim mi; o çocuğa bir şey olacak o kadına emanet etme!” diye bağırmaya başladı. “Ben o deli kadına değil çocuk, kedimi bile emanet etmem. Sen getirdin bunları başına. Kocanın peşine düştün, evliliğimi kurtaracağım diye gittin; bıraktın çocuğunu. İşte başına bu geldi! Ben sana söylemiştim!” diye herkesin içinde bana bağırıyordu. Bu sözler gülle gibi oturdu ciğerime, tokat gibi patladı suratımda. Sivri uçlu, buz gibi bir bıçakla yüreğimin doğrandığını, parçalandığını hissettim o anda. Soğuk ama bir o kadar da içimi yakan, kanatan sivri uçlu keskin bir bıçaktı bu.

Ne yapacağımı bilemedim… Kalakaldım mutfağın ortasında… Bana destek olur da; bu şaşkın, donuk, çaresiz kalmış kadına bir çift laf eder de; anne sıcaklığıyla sarar sarmalar umuduyla koşmuş ve ona sarılmıştım. Onca yabancı insanın arasında tutunmaya çalıştığım bir can simidiydi o. Varlığına, sıcak kucaklamasına, beni teselli etmesine ve daha önce hiç yapmamış olsa da omzunda ağlamama izin vermesine ihtiyacım vardı. Ama ona sarılmaya çalışırken beni itmesi, suçlaması ve tokat gibi patlayan o sözleri… Kendimi donmuş bir çölün ortasında bırakılmış, sisler içinde ne yöne gideceğini bilmez halde gibi hissediyordum. Delik deşik, yaralı bir şekilde yüzüstü kumlara bırakılmış ve bir o kadar yalnız kalmıştım. Sarıldığım anne görünümlü serap, yeni açılmış yaralarıma bıçağını sokmaya çalışan bir cani gibiydi. Şoka girdiğimi hatırlıyorum. Gerisi yok!

Ama o durmuyordu. Arkasında kaybolmakta olduğum sisin arasından o hiddetli sesi zaman zaman ulaşıyordu bana: “Biz zaten akşamüstü yoldayken olayı öğrenmiştik de sana söylemedik.” Allahım, bu bir kabus olmalı! Bana gerçeği söyleyip telefonda bile olsa bana iki çift laf söyleyip destek olup; onlarla acımı paylaşmama bile izin vermemişlerdi. Hatta üstüne bir de telefonlarını kapatıp bir otel odasına saklanmışlardı. Bu nasıl bir bencillikti! Annem devam ediyordu bağırarak konuşmaya… Her sözüyle de soktuğu o bıçağı bir de içeride döndürüyor gibiydi. “Bir de nerede kaldınız merak ettim diyor şuna bak! Babanın gözüne kan oturdu zaten! Üzüntüden! Hep senin yüzünden! Kimseye telefonu açamadık. Utandık! Arlandık! Bizim ailede ihmalden ölen çocuk yok! Hep senin yüzünden! Ailesi cahil cühelek bir salak herifle evlendin de bunları başımıza sen getirdin!” diye bağırarak paylamaya devam ediyordu. Bir anda mutfaktaki onca kadının ve annemin görüntüsü kaymaya ve uzaklaşmaya başladı zihnimde… Sendeledim. İçimde mi, dışımda mı sendelemiştim aslında bilmiyordum. Ama yıkılmadım! Öylece karşısında ayakta dimdik dikiliyor, sözcüklerinden oluşan bıçak darbelerine karşı umarsızca duruyordum. Allah’ım hangisi gerçek, hangisi düş? Kabus üzerine bu kadar kabus görülür mü?

Annem, “Baban çok üzüldü. Gitme yanına. Adamı daha fazla üzme” dediği için babama değil sarılmak, hiçbir şey diyemedim. Bu nasıl bir kaderdi, bu nasıl bir yalnız bırakılmaydı, bu nasıl bir kabustu Allah’ım!

O gittikten sonra ha yaşamışsın, ha ölmüşsün bir farkı yoktu da; bir de üstüne sevdiklerin tarafından yaralı bir kalple yalnız bırakılmak… İşte o başlıbaşına bir işkenceydi…

*****
O günleri hatırlayıp, yüreğimde kabuk bağlamış o yaralara dokunurken birden taksicinin sesini duydum: “Abla, geldik Çengelköy’e” dedi. Ücretini ödedim ve iyi günler diyerek indim.

Artık yazıma nasıl başlayacağımı biliyordum, ilk satırlar belirmişti beynimdeki kalbimde. Ama önce biraz temiz havaya ihtiyacım vardı… Ve sahile doğru yürümeye başladım…

Filiz Baştüzel