Babam zamanında Bodrum Gümbet’ten yazlık almıştı… Güzel bir plajı ve güzel bir denizi vardır, milyonlarca insanı barındıran güzide bir tatil kasabasıdır Gümbet… Ama nedense sevmem, sevemedim şu Bodrum’u bir türlü. Üstelik de en “hızlı” zamanlarım da orada geçmiştir.

Babam bizi sürekli Melek plajına götürürdü. “Bak burası temiz, hem hamburgerleri de ucuz” derdi, sonra da plajda oranın emeklileriyle beraber beni de masaya oturtur, domino oynatırdı. “Deniz sporları aman yüzenlere zarar vermesin “ diye balıkçı ağlarıyla topu topu 4-5 metrekare bir yüzme alanı vardı, orada benim gibi yüzmeyi bilen 76 plaj sakini o suda debelenip dururduk… Belki de bu yüzden sevemedim Gümbet’i. Ama belki de bunun nedeni ailevidir; savaştan çıkan atalarımızın vücutlarını sürekli “zor koşullarda yaşama göre” alıştırması nedeniyle , vücuda giren her besinin direk yağa dönüşmesi ve göbek çevresinde toplanmasından dolayıdır. Yahu, bir ailede, hatta sülalede herkes göbekli mi olur? Geçenlerde uzaktan kuzenlerimden birini gördüm, sevimli bir hareketle göbeğini okşayıp “maşallah… Kaç aylık oldu ?” dedim, kız yol ortasında ayakkabısını çıkartıp kafama attı. Zaten, ailede bir tuhaflık var bizim… Mesela ailemizin medehi iftiharı ve gururu, bir tane mucidimiz var. Gayet de meşhurdur kendisi, Kumrucu Hüseyin. Çeşme meşhur kumrucusu, tanımayan yoktur. Yaw, Hüseyin amca, icat ede ede niye gittin kumruyu icat ettin? Zaten ailece göbek sorunu var… Şöyle süper bir diyet icat etseydin ya, bizden sonraki jenerasyon seni hürmetle ansaydı ya? “Maçan sıkıyorsa git yüzüne söyle” dediğinizi duyar gibiyim, söyledim tabii ki . Ne mi oldu? “Ulan madem öyle, niye altıncı kumruyu yiyorsun lan it herif… Akraba dedik, kan dedik, can dedik… beleşin dozunu kaçırdın…yiye yiye gergedan gibi oldun hala geliyorsun, ulan ne yüzsüz herifsin be… Tuncer, getirme bu obez oğlanı bir daha buraya …” diye maşayla elime vurdu…(Ama kumruyu süper sıkı tutmuştum, o yüzden elimden düşmedi… hehehehe)

Neyse, konumuza dönelim, Bodrum demiştik…

Yirmi yaşındayken o zamanlar kadim dostum Barış ile beraberce ailemin evinde kalıyorduk. (Aslında hala kadim dostumdur ama çok sık görüşemiyoruz kendisiyle, ikimiz de evlendik ve hanımlar izin vermiyorlar beraber gezmemize, bizim rezil maceralarımızı duyduklarından sonra.) 20 yaşında yazın ailenle tatil yapmak de rezalettir. Yüksek sesle müzik dinleyemezsin, içkini dibine vuramazsın, fazla gürültü yapamazsın… Bizim süper tatilimizde de sabahtan Melek plajına gidiş, plajda domino, tombala ve okey oynayış; akşam da eve dönüş , babam ve emekli arkadaşlarıyla domino oynamaya devam ediş şeklinde gidiyordu. Barış çoktan pişman olmuştu tatile benle çıktığına, hafiften bana uyuz olmaya bile başlamıştı. İkimiz her gün zaten okulda birbirimizi görürken, tatilde de küçük bir odaya tıkılmış, günleri emeklilerle beraber geçirmeye başlamıştık. “Ulan tatilde de kurtulamadık şu heriften” söylenmeleri bazen domino masasına taşıyor, emekli muhtar Naci amca protez dişlerini yerine takıp “oturun yerinize haylazlar” diye kafamıza gül ağacından yapılma bastonunun sedef kakma ucuyla vuruyor, biz de homurdana homurdana yerimize oturuyorduk. İşler bu şekilde giderken Barış bir sabah beni heyecanla uyandırdı.

“Tunç, kalk abi kalk süper plan yaptım…” dedi…

“Horzzz.. Horrrrrrrrminiyhh sssokkkkkyyhhhhmmm” şeklinde cevap verdim kafamda zıplayan sarışın mavi gözlü arkadaşa uykulu bir şekilde…

“Olm, bizde bara gidip kız kapcaz…”

Hah dedim kendi kendime… Bir bu eksikti… Bodrum’a tatile gelen her ergenin en büyük travması beni de vurmuştu. Bizim gibi akıllı uslu domino oynayan adamlara göre değildi ki kız kapmak…Olta atınca gelmiyorlar ki…..Özel bi yemleri filan da yok…Yırtık olman gerekirdi, yılan gibi kıvrılıp her ürlü ortama akabilen bir adam olman gerekirdi. Sıkıntımı bildirdim, ama bana hemen cevap verdi.

“Tamam olm, burada son bir haftadır ne yapıyoruz, bu işi yapanları inceliyoruz…”

“Hadi ya öyle mi yapıyoruz, ben paso yattığımızı düşünüyordum”

“At lan şu ölü toprağını üstünden, yürü, doğruca terasa çıkıyoruz…”

Barış’ın beni çekiştirmesiyle sabah sabah terasa çıktım.

“İlk hareket , kapkara olana kadar yanmak… Al şu zeytinyağını, bocala üstüme başıma” dedi, arkasından da bana sürdü.

“İkinci hareket, oksijenli su..”

“Yaw Barış yapma, ikimiz de sarışınız ( evet o zamanlar saçlarım vardı ) ne işimiz var” dedim…

“Yok olm sür, ben neler yapmamız gerektiğini yazdım “ dedi ve bana başlığı “ Bodrum’da nasıl kızlar tavlanır” olan el yazısı ile madde madde yazılmış bir kağıt gösterdi. Ahanda dedim… çocuk çıldırdı iyice….

“Olm dikkat etmiyor musun? Hatunlar buraya İngiltere’den Hollanda’dan gelmişler, bıkmışlar soğuk utangaç sarışın adamlardan. Burada bizim doğulu kapkara arkadaşları görünce, elemanlar da onlara ilgi gösterince seviniyorlar. Eğer ekmek yiyeceksek önce tipimizi değiştirmemiz gerekecek, şekilsel olarak onlara benzememiz gerekiyor. Hiç mi Discovery Channel izlemiyorsun olm… Pelikanlar bile böyle yapıyor…”

“Ulan pelikanlar da oksijenli suya batıp tüylerini mi sarartıyorlar?” dedim ama dinlemedi beni…

Barış’ın dahiyane planıyla öğle güneşine kadar zeytinyağlarımızla yattık. Öğlen annemin çağırmasıyla aşağıya indik . Aynada kendimi görünce, aklım gitti zannettim. Saçlar turuncu sarı karışımı (2009’da tartışılan Galatasaray forması gibi) olmuştu, vücutta kıpkırmızı parlamış, hatta yer yer su toplamıştı. Zenci olacaz derken, akşam yemeğinde servis edilecek ıstakozlara dönmüştük.

“İyidir iyidir, öğlen ikinci kısma geçiyoruz” dedi bana.

Barış’ın planı aslında çok da yanlış değildi. Bodrum’da sabahleyin inşaatta çalışanlar, akşam da barlara akıp turist kız avlarlardı. Herkes elindeki imkanlara göre giyindiği için genelde ucuz kot, t-shirt ve ayakkabılarla gezerlerdi. Hatta çoğunun iki tane kundura ayakkabısı olurdu. Birini inşaatta çalışırken giyerlerdi, birini de akşam sokağa çıktıklarında. Eğer şekilsel olarak onlara benzeyeceksek, giysilerimiz de onlara benzemeliydi.

Öğlenleyin, Bodrum pazarına gittik, ve toplam 20 milyon vererek “consi cean” markalı bir şalvar kot ve birer tişört aldık. Onunkinde “ride a Turkish Dick” yazıyordu, ben ise daha sanatsal buldugum “ Some love one, some love tu ; I love wan, I love yuo” yazan bir tişört aldım. Barış kundura da almak istedi, ama aşırı sıcak olduğundan eve dönmeye karar verdik.

Akşam eve gidince bizimkilerin tuhaf bakışları altında yemeğimizi yedik. Babama durumu açıp ondan kunduralarını istediğimizde, sadece muhtara ikametgah filan almak için giydiği yıllanmış tozlu, burun kısmı hafif ayrılmış, topuk kısımlarına basılmış 43 numara ayakkabılarını gösterince, dramımı gördüm. Ama Barış çok umursamamıştı bunu… “Tamam oğlum, bir boyadık mı bunları, süper olur…”

Yarım saat sonra, Bodrum sokakları hayatında ilk defa iki tane çakma “Doğulu inşaat işçisi” imajlı adama tanık oldu. Şu ana kadar dört kere kapısından “damsız girilmez aga” diye döndürüldüğümüz Queen Vic barına gittik. Badigard şaşkın şaşkın, fönle kabartılmış turuncu sarı saçlı, su toplamış pembe derili, imalı mesaj içeren tişört ve simsiyah boyanmış ve kendilerine büyük gelen palyaço kunduralı 2 adama baktı. Önce ne yapması gerektiğini çözemedi, sonra da şaşkınlığından “e hadi içeri girin” dedi bize. Hiç ikiletmeden bara daldık.Badigard saçları göstererek ilerdeki badigardlara “ Abi….Yele’ler benim arkadaşlarım, problem yok “ dedi.

İçeri girip iki tane Efes aldık. İşin kötüsü ben ne kadar etrafa baktıysam da hiç kendimize benzer giyinmiş insanlar göremedim. İçerdeki herkes gayet iyi giyinmişti, bir biz tuhaftık. “Ulan Barış yaptığın araştırmayı da seni de …” diye döndüğümde Barış kulağıma fısıldadı.

“Evet abicim, ilk işi başardık… Sırada dişiyi fethetme var. Şimdi birini seçiyorsun, karşısına dikilip aşk dansı yapıyorsun…”

“O ne lan?”

“Yaw hiç mi Discovery Channel izlemiyorsun. Önce dişinin görünüş olarak ilgisini çekeceksin… Tamam bunu hallettik. Şimdi de karşısında aşk dansı yapmamız gerekiyor… Pelikanlar bile böyle yapıyor abicimmm” dedi gayet ciddi ve gaza gelmiş bir ifadeyle.

“Yaw Barış, o zaman biz Kadıköy iskelesine gidelim, orada pelikanlara yazalım daha garanti olur ne dersin?” dedim sinirle.

“Hadi hadi piste “ diye beni piste itti ve aşk dansını icra etmeye başladı. Benim gibi hayatta dans edemeyen adam ne yapar? Çaktırmadan bir sütün dibine gider ve yavaş yavaş sallanır. Sıkıntıdan da hababam içer.

Artık fazla içmekten midir, sinirden midir bilmiyorum, ama zaman geçtikçe Barış’ın fikri kafama yatmaya başladı. Ne olacaksa olsun diyip kendimi piste attım… Barış’tan ve sağdan soldan gördüğüm tuhaf hareketleri ritmik bir sallantı ve bildiğim Ankara civarı oynamalarla birleştirince, ortaya dünyanın en zavallı dansı çıktı. Barış, beni yalnız bırakmamak için karşıma geçti ve sanki horoz dövüşü animasyonu yapan 2 tane komedyen gibi pistin ortasında ellerimiz sallaya sallaya dönmeye başladık. Bu acınası halimizi unutmak için Efes’e yüklendik. Biz yüklendikçe kızlar güzelleşti, dertler azaldı, dans daha da acınası bir hal aldı ve hafıza da kaçınılmaz olarak silikleşti.

Ama çok net hatırladığım iki olay var, ilki bir kıza bayağı yazmışken kızın bana dönüp

“Senin şu anda bir Zebra bulma ihtimalin neyse, benim de senle beraber olma ihtimalim o kadar “ demesidir.

İkincisi ise sabah evde baş ağrısıyla uyandığımda, annemin polislerle konuşması. Polisin annemin yabancı olduğunu anlaması üzerine yavaş yavaş “Madam…Dün gece iki genç bir tarlaya girip siyah bir eşeğe beyaz çizgilerle boyamaya çalışmışlar…Eşeğin sahibi gelince kaçmışlar , en son bu civarlarda görülmüşler …Tehlikeli olabilirler, aman dikkat edin” demesi…

Barış’la sıfır skor ve müthiş bir başağrısıyla masaya oturduk ve birbirimize baktık.

“E abi bu aksam ne yapıyoruz?” dedim Barış’a.

“Domino abicim, domino” diye mırıldandı.

Tunç Pekmen