Birleşmiş Milletler, Mayıs’ın 2. Pazar’ını  “Anneler Günü” olarak kutlama kararını ne zaman ve nasıl almış bu değil amacım. “Benim annem bir melekti” de demeyeceğim. Annelik sevgi ve şefkatini yüreğinde hissedebilen tüm canlılar (buna bazen babalar da dahildir) birer melektir. Özellikle de onları en yakından gözlemleyen çocuklarının gözünde.

Geçtiğimiz Anneler Günü’nde hastanede nöbet tutarken 9 yıl önce kaybettiğim annemi düşündüm. Zaman treni ile geçmişe doğru kısa bir yolculuk yaparken, çocukluğum yeniden canlandı gözlerimde… Şimdi onu anarak evlatlık borcumu biraz olsun hafifletmek isterim.

Onu ilk tanıdığımda 50 yaşını bulmuş olmalıydı. Bir çok insanın büyük annesi yaşında yani. 13 canlı doğumun hayatta kalan sekizinin en sonuncusu olduğum için bu yaşta bir annenin yanında büyümek, eşine az rastlanır bir deneyim sunar insana. Bugün artık -istisnalar hariç- yüksek riskler nedeniyle kırk yaşın üzerinde doğum pek önerilmiyor. Eğer riskleri aşar da, sağlıklı bir bebek olarak dünyaya merhaba derseniz, diğer kardeşlerden daha şanslı olacağınız kesindir.. Ağabeyimin bir iddiasına göre mahallede oynayıp oynayıp gelir, cork cork annemi emermişim! Kendisi arkadan gelenler yüzünden ancak 4 ay emmişmiş . Ben büyürken evlenmek üzere olan ablalarıma da bulunmaz pratik yapma imkanı vermişim. Ancak bu el bebek gül bebek dönemim fazla uzun sürmedi. İlkokula başladığımda birçoğu yuvadan çoktan uçup gitmişlerdi çünkü L.

 

7 yaşlarındaydım. Yazları izne gelen devrimci! ağabeyim gece mahalleli abilerle duvarlara yazı yazma eylem bir defasında beni de götürmüştü. Gece yarısı ortalık sakinleşince ortaya çıktık, yazı yazma bitince sabahçı  kahvesinde Muhammed Ali Clay’in naklen boks maçını seyrettik. Maçı pek hatırlamıyorum hatta, nasıl olup da yatağımda gözlerimi açtığımı da. Slogan bile ürettiğim olmuştu. “Patronlar işçilerinin haklarını vermelidirrr!”.  Yazılanların hepsi bu kadar masum değildi tabi… Emperyalizm, MC, Komünizm, Faşizm, Kahrolmak, Defolmak, USA… gibi anlamını bilmediğim sözcükleri sıkça duyar olmuştum.

Bir gün, mezarlık arazisine el koyan bir “ağa”dan toprağımızı geri almak için kasabanın gençleri örgütlendi (arazi mafyası deyimi o zamanlar yoktu). İş başa düşmüştü çünkü hakkımızı koruması gereken belediye, ya tehdit ediliyor ya da satın alınıyor (muş). Akşama kadar çok sıkı çalışıp mezarlığın sınırlarını taşlarla ördükten sonra mutlu-mesut eve döndüğümüzde deyim yerindeyse kurt gibi acıkmıştık.

Akşam sofrada hiç sevemediğim bamya yemeği vardı. Böyle durumlarda hep yaptığım gibi annemden bana başka yemek yapmasını istedim. Neyi sevdiğimi gayet iyi bilen annem tam kalkmak üzereydi ki ağabeyim eliyle onu durdurarak bana döndü:
“Bu akşamki yemeğimiz bu kardeşim, yemek istemiyorsan kalkabilirsin!”

Kalktım tabi! Evin küçük prensi olarak, bir süre sonra annemin  o çok sevdiğim omlet, yoğurt, sucuk, taze ekmek, ayran vs. den oluşan bir tepsiyle geleceğinden hiç şüphem yoktu…

Ama öyle olmadı… Yattığım yerden şımarık çocuklar gibi “anneee” diye ağlamaya,  gittikçe de sesimi yükseltmeye başlamıştım. Arada bir soluklanmak ve etrafı dinlemek için sustuğumda ise annemin “mırın-kırını” karşısında ağabeyimin katı sesi duyuluyordu:
“Hayır anne! Yemek götürmeyeceksin… Öğrenecek… Eğer götürürsen bir daha gelmem!…”

 Şimdi zavallı annemin halini gözümde canlandırmaya çalışıyorum da!…

Açlıktan, daha da önemlisi yorgunluktan uyuya kalmışım. Annem uyandırmaya kıyamamış. Ertesi sabah mutfaktan gelen çatal-bıçak, bardak sesleri ve mis gibi taze ekmek kokusuyla uyandım. Usulca mutfağa süzülüp masadaki yerimi aldım. İştahım tavana vurmuştu, ağabeyim mezarlık mücadelemizdeki katkılarımı överek sırtımı sıvazlarken bir eliyle de bulgur pilavı üstü bamyayı önüme bıraktı!… Kısa bir tereddütten sonra, önce pilav, ardından ekmeği  banarak bamyanın suyunu, bamyanın küçücükleri derken tabağın tümünü silip süpürdüm. Ben yedikçe, annemin sanki kendisi yermiş gibi yutkunmasını hiç unutamam. En etkili baharattan bile daha etkili olan açlık, aşçının kusurlarını örten iyi bir dosttur ama rahmetli o zamanlar çok güzel yemekler yapardı. Meğer bamya ne güzelmiş ne de faydalıymış, o zamana kadar sıklıkla çektiğim kabızlığa ne iyi gelirmiş:).

Şimdiki çocuklar bilinçli, biz büyükler anneler gününü hatırlatıp kutlamaları için onları teşvik ediyoruz. Çok uzun bir süre anneler günü benim için pek önemli olmadı. Kucağında gözlerimi açtığım annem benim için hava ve güneş gibi doğal, her zaman yanımda ve de daima varolacak bir şeydi!.. Tam bir Anadolu/Osmanlı kadınıydı. Modern görünüşlü sayılmazdı ama engin bilgeliğini ve yılların deneyiminden süzülen erdemini anlamak ancak yıllar sonra mümkün olabildi. Okuma yazması yoktu ama müthiş hafızası ile ayaklı kütüphane gibiydi. Hepimiz her şeyimizin yerini ona sorardık, koca evde her şeyin yerini şaşılacak şekilde bilirdi. Fotografik hafızasıyla kitaplarımı adlarıyla bilebilirdi ama asla derslerime yardımcı olamadı hatta kaçıncı sınıfa gittiğimi bile hiç bilemedi.   En iyi bildiği şeyi, annelik ve ev kadınlığı yapmaya devam etti. Zorlu üniversite ve uzmanlık yılları boyunca onu ihmal ettim. “Sen şimdi çalışmalısın büyük bir doktor, hekimlerin başı olursun inşallah” diye dua ederdi.

İlk ve son kez yanıma geldiğinde, bir fırsat bulup onu çok istediği Dolmabahçe Sarayına götürdüm. Gişede uzun bir kuyruk vardı. Yıllarca dur-durak, yorulmak, üşenmek nedir bilmeden çalıştığı için dizlerinde sorunlar vardı ama hiç şikayet etmezdi. Sonunda ayakta durmaya dayanamayıp bana söylediğinde eve dönmeye karar verdik. Sıradan çıkarken görevli bir polis memuru yanıma yaklaşarak kendini tanıttı. Meğer müteşekkir bir hastamın eşiymiş. Bizi saraya alarak rehberlik etti. Bu, anneme yaşatabildiğim mesleğimle ilgili ilk ve tek gurur oldu. Oysa harbiye yerine tıbbiyeye gitmemi ne çok istemişti.

İsteği üzerine başhekim olmak için başvurduğum, hastane yöneticiliği lisans sınavına gireceğim günün arifesinde aniden yaşamını noktaladı. Bunu bir mesaj olarak algıladım ve anladım ki hayatta koşuşturmacaların sonu yok. Oysa sevdiklerimizin hep yanı başımızda olacaklarını sanır da “bir şeyleri” sürekli erteleyerek yanılırız.

Nur içinde yatsın. Şimdi onu anarken dünyaya neden “Toprak Ana” dendiğini daha iyi anlıyorum. Ben bir ağaç isem annem de sevgi ve şefkatle köklerime “can” veren toprak gibiydi. Şimdi yine fiziksel olarak toprağa dönüştü. Hayatı ıskalamamak için sevdiklerimizin, elimizdeki olanakların ve sağlığımızın kısacası her anımızın kıymetini iyi bilerek, bunun hep farkına vararak yaşayabilmek gerek. Bazen öyle bir hengameye dalıyoruz ki, başımızın üzerindeki ısıtan güneşin, ciğerlerimizi hep dolduran havanın, içtiğimiz tertemiz suyun ve ayaklarımızın altında uzanan toprağın kıymetini ancak iş işten geçtikten sonra fark ediyoruz. Anneler günü nedeniyle geçmişe yaptığım yolculuk bunu bana bir kez daha hatırlattı.

Haa, başhekimlik mi?! Çoktan vazgeçtim ama hala güzelce pişirilmiş bir bamya yemeğini severek yiyorum.

Seyit Aydoğmuş