Kolumun üstünde bir doğum lekesi var. Anadolu şeklinde. Bu yüzden annem ve babam, Anadolu’nun dertlerini çözmenin benim için bir kader olduğu şakasıyla, küçük yaşlarımda siyasete yönlendirirlerdi beni. Leke hala duruyor ve ben hala Anadolu’yu çok seviyorum, sorumluluk hissim daha büyük coğrafyaları da kapsadığı için biraz değişti, ama Anadolu’yla derin bağım hala devam ediyor.

Küçük Asya derlermiş Anadolu’ya…  Devletler, hatta imparatorluklar konusunda bir kıta kadar bereketli çünkü. Türkçe adındaki ana-dolu ifadesi de hep feminen, anaerkil bir ülke olduğunu gösteriyor. Ana tanrıça bilgisi, hangi din ve kültür egemen olursa olsun, Anadolu halkının gönlünden hiç çıkmamış. Hep müşfik, hep sıcak ve hep sabırlı bir anne kucağı gibi…

Tarihteki önemi, ya da uygarlığa katkısı gibi konular da ilginç olabilir. Ama beni en çok cezbeden konu, toprağın, Anadolu toprağının, tüm zaman boyunca, üstündeki herkesi, inanç, köken, ya da yeni yerleşmiş olmalarına bakmadan, bereketle beslemesi.

Adem ve Havva’nın cenneti Fırat ırmağı civarındaymış, Nuh’un gemisi Ağrı dağındaymış, dünyadaki en eski tapınak olan Göbeklitepe ve tek tanrılı dinlerin ortak atası Hz. İbrahim’in kökeni Urfa’daymış, bunlar da önemli tabii. Ama aslolan, Anadolu’nun her geleni, kendi yumuşak, hoşgörülü, dayanışmacı ve kaderci üslubuyla yeniden eğiterek, birer birer insanları ve bir bütün olarak toplumu tekamül edebilecek bir noktaya getirebilmesi.

Benim Anadolu toprağıyla çok farklı bir ilişkim var. Birincisi, on bir nesildir, Anadolu’da toprak sahibi olan bir ailedeki son halka olarak, çiftçilik yapıyorum. Bir değnek, ya da dini bir asayı toprağa batırıp bıraktığınızda, ağaç olacağı bereketli topraklar üzerinde, binlerce yıldır üretilenleri üretiyorum. Aslında tarımın, tarım ürünlerinin gıdaya dönüşmesinin ve bugün sağlıklı olduğu için, beslenmede daha çok tüketilmesi istenen her şeyin anavatanı Anadolu.

İkincisi, Anadolu toprağından inşaat ve beton malzemeleri üretiyorum. Elbette spiritüel bir insan olarak Dünya Ana’ya ve aslında Anadolu Ana’ya büyük saygıyla, onun toprağını, binalara, mabetlere dönüştürmek için çalışıyorum. Binlerce yıldır yapıldığı gibi, dünya metropollerinin plan ve şehircilik öğrendiği antik kentlerde, büyük dinlerin ilham aldığı, harika mabetlerde yapılmış olduğu gibi…

Yani aslında Anadolu toprağında kendi zaman dilimimin nöbetçisiyim. Büyük zincirdeki, şimdiki halka benim, ve bu toprak, bütün bereketiyle, beni, ailemi, ülkemi yine besliyor.

Bir başka bağım da var Anadolu’yla. Henüz 4-5 yaşlarından itibaren, tasavvuf büyüklerinin bilgeliğini dinlediğim ortamlarda, onlara imrenmişliğim var. Neredeyse tasmayla gezdirilmesi gereken yaramaz bir çocukken, dizlerimin üstünde, saatlerce kıpırdamadan, bu coğrafyanın kendine özgü felsefesini kulaklarıma depo etmişliğim var.

Ve sonra Fransız Katolik okulundaki eğitimimle, tıpkı Anadolu’nun son yüzyıllarda yaşadığı gibi Batı etkisi ve disipliniyle yoğrulmuşluğum var. Tıpkı Anadolu halkı gibi, Batı’nın metotları ve sistemi içinde, kendi öz değerlerimizi daha çok fark edişim ve bir kimlik bunalımı geçirmişliğim de var.

Sonra son 60 yılın Anadolu üzerinde kurduğu etkide olduğu gibi, İngilizce eğitim veren bir üniversitede, bu kez, dünyaya ve Anadolu’ya, Avrupa açısından değil, Amerika açısından bakmayı öğrendiğim yeni bir görüş dönemi var.

Siyaset Bilimi master’ı yaparken, tez konum Türk Milliyetçiliğinin, etnik ve kültürel bir milliyetçilikten, toprak ve vatan milliyetçiliğine dönüşümü olduğu için, Anadolu siyaset tarihini öğrenip, bu ülkeye bir kez daha hayranlık duymam ve Anadolu halkının toprağını ne kadar çok sevdiğini farkedişim de var.

Master bittikten sonra, yüzlerce yıldır, eğitilmişlerin eğitilmemişleri yönetirken, en çok istedikleri meslek olan, başkentte, Ankara’da devlet memurluğu aşaması var. Burada Anadolu’nun, bugünkü ekonomik potansiyelini öğrenip, siyasi memuriyet döneminde, Anadolu’nun bugünkü siyasetini gözlemlemişliğim var.

Eşim, Anadolu’daki ilk Türk başkenti olan Konya’dan, Mevlana’nın şehrinden. Bu yüzden, ve aslında bu bahaneyle, Mevlana’yı çok sık ziyaret edip, ruhumun yıkanması için büyük bir şansım var.

Şu anda yaşadığım şehir 7000 yıllık tarihiyle, Anadolu’nun en batısında yer alan ve Türkiye’nin 3. en büyük şehri olan İzmir. Doğup büyüdüğüm ve kültürünü almaktan çok mutlu olduğum yer. Sünnetimde hediyesiyle gelen komşu İtalyan Katolik arkadaşımla mahalle çetesinde beraber savaştığım, okulda sıra arkadaşım olan Türk Musevi’si arkadaşımla ilk gençlik sırlarımızı paylaştığım, Türkiye’nin hoşgörü başkenti. Anadolu’nun Batı’ya açılan kapısı. Yunanistan Mora’dan, Kafkasya Çerkes’lerinden, İstanbul yerlilerinden gelen genleriyle karışık anneannemin, ailesi İzmir’de yüzlerce yıldır yerleşik, yine Konya Türkmenleri kökenli dedemin şehri…

Bakıyorum da, benim ailem de, mensubu olduğum Türk Milleti de, Orta Asya’dan başlayan yolculuğunda sürekli Batı’ya doğru yol alarak, Anadolu’nun en batı ucuna kadar ilerlemişler. Osmanlı zamanında daha ileri de gidilmiş, ama sonra herkes yeniden Anadolu’nun şefkatli ve bereketli kucağına geri dönmüş… Bazen aile arasında şakalaşılır, “sonraki nesiller daha da Batı’ya gitmek isteseler, denizi aşmaları gerekecek” diye,  ama dünyanın en güzel topraklarında yaşarken, artık başka bir yere gitmeyiz sanırım. Metaforik olacak biraz ama yaşadığım felsefi yolculukta da durum aynı. Doğu’nun ışığından gelip, Anadolu’yu geçip, Batı’yı öğrendikten sonra döndüğüm, dünyanın tam ortasında olduğu için, hep öğle vaktinin ışığıyla ısıtan, gerçek bilginin merkezi burası…

Anadolu benim için, kolumdaki doğum lekesi gibi, her zaman üzerimde taşıyacağım bir mühür. Ve bereketi, bilgeliği, hoşgörüsü, uzlaştırıcılığıyla, binlerce yıldır olduğu gibi, önümüzdeki yeni dönemde de insanlığa örnek olarak öğretecek, ışık yayacak bir ocak… Dilerim, öyle olsun…

Ali Korkut Keskiner