Az önce yarınki anma töreni için son hazırlıkları tamamladık. 8 sene once dersime ilk girdiği andan itibaren beni ve birçok arkadaşımı derinden etkilemiş çok büyük bir insanın fotoğrafları arasında seçim yapıyordum törendeki sinevizyonda göstermek üzere.. 8 sene once ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinlediğim o insanın ölümünün, öldürülüşünün 3. yıldönümü yarın ve her yıldönümünde aynı duyguları yaşıyorum. O büyük insan, Ahmet Taner Kışlalı…

1994 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin ilk bakışta devlet hastanesini andıran binasına adımımı ilk attığımda yumurtasından yeni çıkmış bir yavru kuş gibiydim. Her yeni 1. sınıf gibi meraklı ve algılamaya çalışan gözlerle inceliyordum fakültemi. Ders programımı elime ilk aldığımda tanıdığım birileri var mı diye bir baktım dikkatlice ve ‘Siyaset Bilimine Giriş – Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’ takıldı gözüme. Bu isim bana hiç yabancı değildi ama nereden duyduğumdan da emin değildim açıkcası. İlerleyen zamanlarda hatırlayacaktım lisemdeki kütüphanede elime alıp şöyle bir göz attığım “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabını. Sonra Çarşamba geldi ve ilk derse girdi Ahmet Hoca. Daha sonra onu istisnasız her seferinde göreceğimiz gibi üzerinde jilet gibi bir takım elbise -zerre kırışıklık yok, sinekkaydı traş, dudaklar hafif yukarı kıvrık bir gülümseme… Doğruca mikrofon dolabını gidip onu açtı ve ses denemesi yaptı. Kürsüdeki yerini aldı ve saatini çıkartıp gözünün önüne koydu. (Ders anlatan konumuna geçtiğimden beri iyi biliyorum ki, öğrenciyken geçmeyen zamanı kürsüdeyken tutamıyorsunuz) Bu ders öncesi rituel tamamlandıktan sonra gülümseyerek bizlere baktı ve hoşgeldiniz dedikten sonra kısa bir ısındırma sohbeti yaptı ve ardından da derse girdi. Onun her dersin başında yaptığı bu ısındırma turlarını çok severdim açıkcası. Bazen Ankara’da o anda yapılmakta olan bir kültürel etkinlikten bahsederdi, bazen güncel bir olay hakkındaki fikirlerinden, bazen de direk bu ısındırma turu vaktini tartışma dakikalarıyla birleştirir ve daha fazla fikri duymaya olanak tanırdı. Hemen her dersten önce hep beraber belirlediğimiz bir konu hakkında fikirlerimizi özgürce söyleyebileceğimiz bir atmosfer yaratmıştı. Sıraları paylaştığım insanların birbirinden ne kadar farklı dünya görüşlerine sahip olduğunu ve açıkcası onların bu görüşleri hakkında en ufak bir fikrimin dahi bulunmadığımı ilk defa o anlarda anlamıştım. Ben bir kolejden mezundum ve sıraları paylaştığınız kişilerle hemen hemen aynı sorunlara ve dünya görüşlerine sahiptiniz. Belki ilgilenenler vardı da ben bilmiyordum ama çoğumuz ‘siyaset’ kavramına uzaktık; hatta biraz da öcüydü bizler için. Ben Karl Marx’ı ilk defa Ahmet Taner’den öğrendim; daha önce adını bir-iki kere duyduğum ve bana “öcü” bir dünya görüşünün benimsediği bir kişiydi benim için. “Sol” benim için en yakın arkadaşım Okan’ın babasını evimizin altındaki eczanede kurşunlamış bir ‘öcü’ olarak aklımda kalmıştı. 4 yaşındaydım ve Okan’ın babasının kanlarını görmüştüm ve o anda duyduğum “bunu solcu teröristler yaptı” sözleri bilinçaltıma işlemiş ve karşıma bir ‘öcü’ yaratmıştı. Aslında ‘sağ’ ve ‘sol’un nereden çıktığını bile pek kimsenin bilmediğini öğrenmiştim Ahmet Hoca’nın derslerinde. Şu anda pek net hatırlayamadığım bir olaydan sonra mevcut düzenin korunması yanlıları kralın sağına oturmuşlardı, düzenin değişmesini isteyenlerde sol yanına ve buradan doğmuştu bu kavramlar. Bu ve bunun gibi ‘siyaset bilimi’ne dair birçok kavramı bize anlatmıştı Ahmet Hoca ve her dersi ayrı bir deneyim oluyordu bizler için. Sınıfta birbirinden çok farklı ve çok zıt bir sürü düşünce vardı ve dile de gelirlerdi, ama Ahmet Hoca’nın kurduğu demokratik çatı altında hiç çatışma çıktığını hatırlamıyorum, teşebbüs olsa bile o çatışmaya öyle güzel müdahele ederdi ki çatışmayı uzlaşmaya çevirmenin dersini de verirdi adeta. Yalnız tek bir konuda “asla” taviz vermezdi: Atatürk. Atatürk’e dönük en ufak kaş çatmasına bile ciddi tepki verirdi ve gözlerinin içindeki alevleri görürdük oturduğumuz yerden. Ama bu tepkisinin karşısındakini azarlayıp yerine oturtma biçiminde olduğunu hatırlamıyorum hiç, zaten onun sınıfında da kimse görüşlerinden dolayı yerine oturtulmadı. (Herkesin görebilmesi ve sesin daha iyi duyulabilmesi için söz hakkı alanlar ayağa kalkarlardı da) En ateşli solculardan milliyetçisine, Kemalistinden dincisine, politiğinden apolitiğine, konuşanından susanına 180 kişi koca bir sınıfta birbiriyle çatışmadan, özgürce düşüncelerini dile getiriyordu ve Ahmet Taner Hoca’nın sınıftaki rolü ‘hiyerarşinin tepesindeki’ olmaktan çok bir ‘moderatör’dü. O, kendi fikrini hep sınıftaki tartışma bittikten sonra söylerdi, ama asla ‘son söz’ü söyleyen olarak değil… Bizleri etkilememek için fikrini sona saklar, bizler konuştuktan sonra konu hakkında kendi düşüncelerini söyler ve derse geçerdi. “Demokrasi”nin ‘kendi düşünce sistemini iktidara taşımak için kullanılan bir kalkan’ değil de ‘farklı olanın varlığını kabullenebilmek ve onunla birlikte yaşayabilmek’ olduğunun canlı örneğini ilk onun sınıfında yaşadım ve halen de ruhumda taşıyorum…

 
Öldürülmesini 21 Ekim Perşembe sabahı annemin beni uykumda “kalk Hasan, sizin okuldan bir hocanızı öldürmüşler” demesiyle öğrendim. N’olduğunu kavrayamadan bir anda TV’de onun fotoğrafını gördüm ve şoke oldum. Bu şoke oluşumun nedeni sadece çok sevdiğim bir insanı kaybetmenin ani tepkisi değildi, o “en öldürülmeyecek” insanlardan biriydi. Buradan Dünya’da ‘öldürülecekler ve öldürülmeyecekler’ gibi bir ayrım yaptığımı düşündüğümü sanmanızı istemem, keza hiçbir zaman “öldürülecekler” listem olmadı da, ama “en öldürülmeyecek” ifademi ancak onu tanıyanlar anlar.
Haberi aldıktan sonra doğru okuluma koştum. Yeni mezun olmuştum ve çalıştığım ajanstan da ayrılalı 3 gün olmuştu. Mezun olduğumdan beri de uğramaya vaktim olmamıştı okuluma ve zaten o günden sonra da ayrılamadım da… İlk vardığımda okuldakiler henüz şoktaydı ve çok da kalabalık değildi etraf. Olanlar da şaşkın ve boş gözlerle uzaklara bakıyorlardı. Ben daha üzülmeye fırsat bulamadan koşuşturmanın içinde buldum kendimi. Öğrencilik hayatım boyunca okulumdaki hemen her organizasyonda parmağım olduğu ve hocalarım da beni iyi tanıdıkları için anında göreve koyulmuştum. Cenaze törenine kadar da durup ağlayacak bir dakikam bile olmamıştı. Okulun önüne kurulan panoların hazırlanması, basın mensuplarının yönlendirilmesi, Siyaset Meydanı hazırlıkları, cenaze töreni için koşuşturmacalar derken Cumartesi günü saat 11:00’i bulmuştu saat ve ben halen görevlerimi sürdürüyordum. Tabutu okula geldiğinde bile halen görevim duygularımın önündeydi ve sonra bir an tüm görevlerimin bittiği an geldi. Durdum ve bulunduğum yerden yani okulun 2. katından başımı kampüsün kapısından yeni giren bir topluluğa çevirdim. 4-5 tane dev posterde onun portresi bize doğru geliyordu. Bir an gözlerim onun hiç değişmeyen gülümsemesiyle bana bakan yüzünü gördü ve film orada koptu… Ağlamaya başladım ve hayatımın hiçbir döneminde bu kadar ağlamadım. 2 gündür tuttuğum herşey birden onun gülümseyen yüzüyle birlikte boşalmaya başlamıştı ve akşam saat 8’e kadar hiç durmadan ağladım. (O kadar çok ağlayabilmeme halen şaşıyorum) Eve geldiğimde yağmur altında saatlerce ağlayarak yürümenin verdiği yorgunlukla koltuğa çöküverdim ve zaten ondan sonraki hafta boyunca da hasta gezdiğim için o koltuktan ve az ötesindeki yataktan zorlukla çıkabildim.

Büyük bir insan ve hocaydı… Yaşarken bize birçok şey öğretmiş ve kazandırmıştı ve gidişinde de bize birçok şey öğretti ve kazandırdı. O 3 günlük süreç birçoğumuzun yaşantısını değiştirdi. Ben okulumdan kopmak istemediğimi farkettim, birkaç arkadaşımız özel TV’lere transfer oldu (ve halen de yaptıkları haberleri gururla izliyorum), Türkiye’de birbirinden çok farklı kesimler -tıpkı onun sınıfında olduğu gibi- birlikte elele yürüdüler ve en azından bunun yapılabileceğini gördük birlikte… Onun ölümünün etkileri, ülkemizde sıkça rastlanan “aydın cinayetleri” sonrası unutuluşların ötesinde oldu diye düşünüyorum; bu düşüncemde onun benim hayatıma bu kadar direk etkilemiş olması yatıyordur belki de… Öyle ya da böyle, direk ya da dokunarak… O, birçoğumuzun hayatına dokundu gelişiyle, yaşamıyla ve gidişiyle…

Onu tanımanızı, en azından odasına bir defa olsun girmenizi çok isterdim. Hiç kimseyi tanımadım ki onun gibi odasına giren herkesi ayakta karşılasın ve bir defa olsun “siz” diye hitap etmesin. Karşısındakine saygı, onun hayatının en önemli değerlerindendi ve derste masaya saatini bile koymasının nedeni aslında “öğrencilerinin” vakitlerine duyduğu saygıdandı, dersi uzatacağı zaman bile önce bizlerden izin alırdı o… Bazıları, bizleri Atatürk ilkelerinin, demokrasinin, cumhuriyetin bekçileri olarak nitelendirirken; o, “beklememiz gereken” kapıları açıp bize içeridekileri ve onları nasıl yaşayabileceğimizi göstermişti canlı örnekleriyle…

Sözlerimi, onun ölümü sonrasında yazdığım ve cenaze töreninde mikrofonlardan tüm Türkiye’ye yayılan şu ‘gerçeği’mi ve benimle aynı gerçekliği paylaşanların ‘gerçekliği’ni bir kez daha tekrar ederek bitirmek istiyorum:

“Bombayla bedenini öldürdüler,
Peki ya Ben’deki Sen’i nasıl öldürecekler, hocam?…”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...