Yetişkin olarak, çocuklar gibi hayal kuramıyoruz. Hayallerimize hep gerçeklik, ama daha çok da gerçekliğin  olumsuz tarafları karışıyor. Ya da hayal etmeyi başarıyla tamamlasak bile, hemen arkasından şu cümleler geliyor: “ama böyle şeyler hayatta olmaz ki” veya “olsa bile onun da verdiği keyif geçer, yerine sıkıntılar gelir.”

Doğru. Çocukken hayal ettiğimiz gibi yetişkin aklımızla hayal kuramayız.  Çünkü çocuk, hayal kurarken sallar. Çocukların hayat tecrübesi yoktur, dolayısıyla olası olumlu-olumsuz sonuçları hesaplayamaz, gelişine hikayeyi zihinlerinde, artık ne kadar malzemeleri varsa kurarlar. Bu yöntem, yetişkinlerde işe yaramaz. Çünkü insan zihni tecrübelerine göre sonuç tahmin etme ve o olası sonuçlara göre davranış belirleme prensibi ile çalışır. Dolayısıyla ne zaman hayal kurmaya çalışsak, “ama o iş öyle olmaz”, “ama o hikayeler öyle yürümez” gibi zihnimizden gelen direktiflerle hayalimiz baltalanır. En basit hayalde bile. Mesela o çok hoşlandığınız kişi ile buluşmayı hayal ediyorsunuz. O Gebze’de yaşıyor, siz Şişli’de. Çıktınız Şişli’den, Gebze’ye gidiyorsunuz. Gayet güzel/yakışıklı, pırıl pırıl bir kavuşma sahnesi canlandırıyorsunuz gözünüzde. O an, içeriden şöyle bir ses yükseliyor: “bu sıcakta o kadar yol gittikten sonra, makyajım yüzümde erimiş pastaya döner, tişörtüm su içinde kalır”. Hop, hayal suya düştü.

Çocuk zihni hikayeye odaklanır. Onu mutlu eden, hikayenin akış biçimidir, nihai sonuç değil. Çünkü henüz yetişkinler kadar ciddiyetle elde etmek istediği sonuçlar yoktur. O, oyunun peşindedir, kazanmanın değil. Hayır, sandığınız gibi bu yazı, tipik bir “çocuk olun”, “sonuçları takmayın” konseptine evrilmeyecek. İnsan, akışta geriye gidemez, daima ileri seyreder. Yüksek ihtimalle hayatınızda, bazı dönemler, bazı konular haricinde, çok da sonucu umursamayıp, akışa uyumlanamayacaksınız. Bu sizin bittiğiniz anlamına gelmez.

Sadece Yetişkince beklentiler oluşturma ve hayal kurmayı öğrenmemiz gerekiyor, hepsi bu.

Burada bir algı değişimi olması gerektiğinden kimseler bahsetmediği için, yetişkin hayatımızda da, çocukluğumuzda yaptığımız gibi hayal kurmayı, hikaye üzerinden beklenti oluşturmayı sürdürüyoruz. Ve sonucunda üzülüyoruz. Çünkü hikayelerimize hem hayat müdahale ediyor hem de zihnimiz. Kısacık bir oyun bile yazsak, inanılmaz basit ve olası bile gözükse, bazı dönemler inat gibi bir şeyler çıkıyor ve o oyunu bozuyor. Sinirleniyor, kendimizi hayat karşısında aciz ve hep bir şeylere maruz kalan gibi hissediyoruz.

Oysa sonuç odaklı olmamız, bizim kilit noktamız. Her dönem, her arıza, her kilit, kendi çözümünü içinde barındırır. Sorunlar, başka cevaplarla değil, sorunun içindeki kendi cevaplarıyla çözülür.

Yani, daha derin sonuç odaklı olmalıyız. Örneğe geri dönelim, çok hoşlandığımız kişi ile buluşacaktık. Bu da bizi mutlu edecekti. Neden? Bu buluşma bize ne hissettirecekti de biz mutlu olacaktık, ya da aslında derdimiz sadece mutlu mu olmaktı?

Belki de sıkça yaptığımız gibi “mutlu” betimlemesiyle geçiştirdiğimiz o pozitif his, birkaç pozitif histen oluşuyor. Belki daha derinde beğenilmek, onaylanmak, sevilmek, huzur dolmak, güvenmek gibi başka başka şeylere karşı içimizde bir açlık, bir ihtiyaç hissediyoruz.

Bu noktada yetişkinliği çocukluğu birbirine girmiş zihnimizle hayata diyoruz ki, “ben aslında beğenilmek istiyorum. Değerli bulunmaya ihtiyaç duyuyorum. Onu da böyle bir hikayeden istiyorum. Yani o kişiyle buluşayım o da beni beğensin. Hadi, yap bir güzellik.”

Oysa hayat bir sürü tetikleyen, bir sürü sebep-sonuç ilişkisinden oluşan bir yumak ve bu yumak bizim önümüze hangi hikayeleri çıkarır bilemeyiz. Tahmin de edemeyiz. Müdahale de EDEMEYİZ.  Bu yumakta kontrol edebileceğimiz tek şey kendimiziz, onu da ne kadar kontrol edebildiğimizi biliyoruz. Dolayısıyla kendimizi bile yüzde yüz kontrol edemezken, kalkıp bunu hayata niye yapmaya çalışıyoruz?

Dahası, hepimiz deneyimlemişizdir ki, bazen bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz o hikayeleri yaşarız ve değil mutlu olmak canımızı zor kurtarırız. Hiç de kafamızda tasarladığımız gibi gitmez işler, hayır getireceğine şer getirir ve biz yumuşak yanlarımız çok acıdığı için beklenti içine girmeyi bırakırız. Hiç bir şey isteyemez hale geliriz bu ağzımız sütten yandı sendromundan ötürü. Bu da bizi mutsuz eder. İstemekten çekinmek, istemeye karşı isteği kaybetmek. Böyle olunca hayat bize sıkıcı, kasvetli, boğucu gelir. Yaşam sevincimiz zedelenir.

O zaman nasıl beklenti oluşturacağız, neyin hayalini kuracağız?

Ne demiştik, sonuç odaklılık. Yine ne demiştik, sonucu daha derin anlamak. Ve örnekte hangi sonuca varmıştık, beğenilmek istiyoruz. Güzel.

Buna odaklanıyoruz; beğenilmek nasıl bir şey? Bize kendimizi nasıl hissettiriyor? Daha somut düşünebilmek ve hissi tabiri caizse tadabilmek için gerekirse nesnelleştiriyoruz. Neremizde hissediyoruz bu hissi? Neye benziyor? Nasıl kokuyor? Dokusu nasıl? Rengi nasıl? İhtiyacımız olduğuna göre bir süredir yaşamadığımız hissi, yetişkin zihnimizle tekrar hatırlıyoruz. Burası önemli. İyice hatırlıyoruz. En son ne zaman olduysa onu hatırlıyoruz.

Sonra, sadece o hissin, hikayesiz hayalini kuruyoruz. Biraz zor tabi, zihin sürekli bir hikayeye indirmek istiyor. Onu engellemiyoruz. Ama müsaade de etmiyoruz. Başa dönerek, hisse odaklanıyoruz. Ve diyoruz ki hayata ” nasıl getireceksin bilemem. Ama aslında istediğim şey, bu his. Karşıma çıkarırsan müteşekkir olurum.”

Nasıl bir şeyi gerçekten istediğimizde o şeyin fikri veya hikayesi sürekli aklımızda dolanırsa, biz deaynı şekilde bu hissin bizde yarattığı olumlu hali, zihnimize ara ara hatırlatıyoruz ki, karşımıza çıktığında bilelim.

Sonrası şöyle oluyor genelde, siz o çok hoşlandığınız kişiden beklerken bu onaylanma halini, ondan hiç böyle bir şey gelmiyor. Ama, hiç beklemediğiniz bir yerden, bir şey veya biri, size bu hissi veriyor.

Hayata, neye ihtiyacınız olduğunu söylerseniz size surat asar. Para, eş, ev, araba. Bunlar hayat için anlamı olan şeyler değildir. Size de defaaten bunları elde ettiğinizde işlerin çok da beklediğiniz gibi gitmeyebileceğini izah etmeye çalışır. Önemli olan ruh hali talep edebilmeyi öğrenmektir. Neden para istiyoruz? Çünkü para bize güvende hissettiriyor.  O dönem size para gelmeyebilir. Ama güvende hissetmek için, birine veya bir şeye ihtiyacınız olmadığını, bir sıradan öğleden sonrası fark ederek inanılmaz boyutlarda özgürleşebilirsiniz.

Ki esas hayal gücünün de esprisi bizler için budur. Özgürlük. Sınırsız topraklar.

Yetişkinlikte şeylere değil, hallere önem verebilmektir zihinimize özgürlük getiren, hikayeler yazmak değil. Çünkü hikayeler bizi köleleştirir. Hikayelere sahip olamadığımız sürece, kendimizi onların yörüngesine bağlarız ve böylece o hikayeden almayı umduğumuz olumlu hal, gözümüzün dibine başka kanallardan sokulsa bile, göremeyiz.

İşte fırsat ıskalamak budur.

Kısaca bir filmden bir bölüm ile bitirmek istiyorum. Çok basit bir pazar filmi gibi duran, ama aslında hem derin anlamı olan hem de çok ustaca sembollerle bezeli Under The Tuscan Sun filminden. Filmi izlemeyenlere spoiler olur, uyarımı yapayım, ama her halükarda izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Filmin esas karakteri Kadın, eşinden boşanıyor ve Toskana’da bir eve taşınıyor. Tek istediği tekrardan bir adamla hayat kurabilmek. Filmin ortalarında bunu bir arkadaşına şöyle ifade ediyor: “bu evde bir aile olsun istiyorum, severek yemekler yensin istiyorum, bu evde bir düğün olsun istiyorum.” Film ilerliyor ve kadın, gerçekten de bu beklentileri için canla başla çalışıyor ama tam olarak istediğini bir türlü elde edemiyor. Sonunda  bir nevi pes ediyor. Bu esnada filmin sonuna geliyoruz, yukarıdaki sözleri söylediği arkadaşı ona, ” bak istediğin her şey oldu” diyor. Kadın şaşkınlıkla “nasıl yani” deyince adam tek tek göstermeye başlıyor. Kadının eşinden ayrılıp çocuğu ile yanına taşınan arkadaşı sayesinde bir ailesi oluyor. Evini restore eden Polonyalı ekibin en küçüğü yan komşu kızına aşık olduğu için tam da o gün onların düğünü, kadının bahçesinde yapılıyor. Koskoca bir yemek masasının etrafında insanlar keyifle yemek yiyor. Ve Kadın görüyor ki, gerçekten de istediği her şey olmuş, sadece beklemediği bir biçimde. O, kafasında bunların illa kendisi ve bir başka adam arasında olacağını ve ancak o şekilde huzur bulacağını kurmuştu. Ama hayat ona, bunun böyle olmayabileceğini gösteriyor. Kadın bu dersi alıp, huzurla koltuğuna oturduğu sırada, bir adam yanına gelip kendisini tanıtıyor ve onu aramak için Amerika’dan geldiğini söylüyor. Yazının fotoğrafı o sahneden.

İşte böyle.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,