“Tarih ne güzel bir ayna! İnsanlar, özellikle ahlakça geri kalmış soylardan gelenler, kutsal davalar karşısında bile kötü duygularını açıklamaktan kendilerini alamazlar. Büyük tarih olaylarına katılanların davranış ve tutumları, ahlaklarının gerçek niteliğini ortaya çıkarır.” ( Gelibolu Savaşı, Mustafa Kemal’in hatıra defteri )

Bu ay, ilk duyduğumda büyük bir sarsıntı geçirdiğim, ardından da epey bir süre sonra ne olduğunu araştırmaya başladığım Ermeni sorunu hakkında yazmak istedim. Yazıma başlarken de Mustafa Kemal’in bu ifadelerini dikkate almayı uygun buldum çünkü O, beni çocukluğumdan beridir çok etkiledi. Neden?

Öncelikle, mevcut ortama kafa tutmayı bilmesinden… Lider olmasına rağmen halkının arkasında, halkı için yaşamını feda eden yapısından… Neyse, yazımın ilerleyen aşamalarında büyük önderimize zaten değineceğim.

Tarih, zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlantılı bir şekilde görülmezse bir yerde film kopar ve bu sahnelerin belli bölümlerinde sahnedeki kişilikler rollerini yapıp sahneyi terk ederler. Noktayı da o yüzden Mustafa Kemal’le koyacağım. O nokta konulana dek ise Türkler’in Orta Asya’da ortaya çıkmalarından, Selçuklular’a, oradan Osmanlı Beyliğine ve Osmanlılardan, İttihat Terakki’ye uzanacağım.

Bütün bu detayları biraraya getirmeden ve Ermeni Tehciri ile Fransa’nın çıkardığı yasaya toslamadan önce tarih benim için de çoğu insanda olduğu gibi yalnızca ezberden ibaretti. Yaşım 34 iken yepyeni bir kavramla tanışmak ve onu araştırıp kendime göre işin doğrusunu yakalamak için demek ki oldukça zaman geçmesi gerekliymiş! Belliydi ki uzun yıllar sonra bir şekilde halının altına süpürülmüş olan konular karşımıza çıktığında hepimizde böyle bir “ Ne oluyor?” etkisi yaratacaktı.

Biliyorum, üstünde çok yazılıp çizilen bir konu…Üstüne üstlük ne hukukçu ne de tarihçi kimliği olmayan bir ben’in aylardır internetten çıkmadan izini sürdüğü, kitaplar okuduğu ve ne olduğunu yalnızca ve yalnızca kendi vicdanına yanıt vermek için araştırdığı bir tarih sahnesi.

İlk önce tarihin aslında ne olması gerektiği ile başlayalım. Bu yaşamımda Türk topraklarını seçmiş bir birey olabilirim. Kadın olarak dünyaya gelmemin bana gerçekten de anne olma duygusunun getirdiklerini deneyimleme şansı verdiğini de söyleyebilirim. Artık, olaylara yalnızca dersleri ve tarihleri ezberleyip, sınıf geçmek için yaklaşmıyorum. Bize öğretilen öğrenme tekniğini bu yaşımda kırıyorum! Düşünerek, içine vicdan ve adalet katılmış bir bakış açısı olmalı tarih diyorum. Herşeyden önce hiçbir sistemin uşağı olmadan yorum yapılabilmeli. Olaylar yorumsuz bir şekilde sunulmalı. Çıkarımlar ise okuyucuya bırakılmalı. Bu her ırkın kitapları için geçerlidir. Fakat tabi ki bu düşüncelerin hayat alanında uyulanabilirliği neredeyse imkansız. Bunun da bilincindeyim. Olsun!

Dünya büyük bir değişim geçiriyor. Binyıllardır yaşananların belki basitçe tasviri şu olabilir; iyi ile kötü ya da bugünkü deyimiyle meteryal ve ruhsalın çatışması. Ne yazık ki, yaşamaya karar verdiğimizde bu tür bir gerçeklikle karşılaşacağımızın bilincindeydik. Büyük bir ihtimalle amacımız da geldiğimiz ortamın çıkarla örülü olduğunu bilmek ve bunun karşılığında içimizde biraz olsun ruhsallık varsa, olanlar karşısında gerçekliğin ve doğrunun yanında yer alabilmekti.

O yüzden, olaylara bakış açımı okurken beni ve kendinizi birer dünyalı olarak görmenizi tavsiye ederim. Bunun Türklükle ve atalarımızla bağlantısı yoktur. O dönemin şartlarında yine kendi çıkarları doğrultusunda hareket alanı yaratan insanlar vardır, o kadar. Olaylara ait olmadığımız bir kimlikten ve herşeyin üstünden bakıp değerlendirmeye çalışalım demek isterim…

Bugün, yıllardır göremediğimiz felsefe ve üzerinde yorum yapmadan kuru kuruya ezberlediğimiz tarih derslerinin bizlere nelere mal olduğunu hatırlamakta fayda var. Bunu yapmak eğer bünyenize ağır geliyorsa o zaman ruhsal gelişim ve tekamülün seviyesine teslim olup,okumayı ve başka açılardan farklı noktalar yakalayabilme kabiliyetini ya da yüzleşebilme kapasitemizi bir dahaki sefere bırakalım. Çünkü gerçekten de programlanmış bir makinaya verilen dataların programı çalıştırması gerekir. Ağrıza ibaresi yanıp sönmeye başlarsa o veriden vazgeçip gelecek bir dönemde okumanın ya da bilgiye erişmenin faydası vardır diye düşünüyorum.

Şimdi kafa karıştıran birkaç kavrama bir göz atalım. Mesela savaşmak; Atatürk’ün uyguladığı ve inandığı gibi bir bilimdir. Aynı satranç oynamaya benzer. Elinizdeki piyonları dağıtırken karşıdaki düşmanın hamleleri incelenir, atacağı birkaç adım sonraki hareket planı tahmin edilerek savunma ve atak ona göre planlanır.Ancak, atak yapmak için değil tersine ülkenin topraklarına yapılan saldırılarda akıllıca bir savunma taktiği şeklinde uygulanmalıdır. Dünya üzerinde Mustafa Kemal’in önderliğinin farkı da bu noktada yatar ve O’nu tıpkı yarattığı Türkiye Cumhuriyeti ilkelerinin her birinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin çizgisinden ayırır. İlerde İttihat ve Terakki’den de ne kadar farklı bir yerde oturduğuna değinecek ve konuyu sonlandıracağım.

Milliyetçiliğe gelince; o zamanın şartlarına tepki olarak doğan ve özelikle ümmetçiliğin karşısında duran, aynı zamanda son derecede barışçı temellere oturan bir anlayıştı. Günümüzde bu kavram da sürekli karıştırılmaktadır. Milliyetçilik, bir milletin diğerlerinden daha üstün ya da diğerlerinin daha aşağıda olduğunu anlatan bir düşünce yapısı değildir. Yüzyıllarca ümmet olarak hareket etmeye programlanmış olan devlet politikasının dışardan gelen saldırılar karşısında bir koldan toparlanmasını sağlamak amacıyla geliştirilmiş, savunmacı bir sistemdir. Umarım, tartışmalar esnasında bu sürekli kullanılan kavramların ne amaçlarla yerine konulduğu da böylece anlaşılmış olur.

Savaşın kuralları vardır. O yüzden dünyanın hangi ülkesi olursa olsun yapılan savaşlarda öldürülen ya da haksızca yaşam şekilleri değiştirilen veya işkence gören tüm sivil insanlar diğer toplumların dikkatini çeker. Hatta, aslında savaş kuralları öylesine ince temeller üzerine oturmuştur ki esir aldığınız karşı tarafın askerine dahi aynı şartlarda insani koşulların uzağında yapılan hareketler hoş karşılanmaz. Bu kural bir takım çıkar çevreleri için bozulur, olmamış gösterilir ya da hesap sorulamaz gibi davranılır ancak bu davranış biçimi olayın doğruluğunu ya da olmaması gerektiğini değiştirmez.

Bir de işin en acıklı yanı var ki o da bu tipkonularda oluşturulan kamuoyu desteğidir. Zamanında çıkarları olan insanların bile yaptıkları işin sebebi anlaşılabilinir ancak 90 yılın geride kaldığı bir dönemde hala aynı yanlışı diğer yanlışlarla haklı göstermeye çalışmak çabası…Anlamak çok zor…Belki de hepimizin ilk duyduğunda gösterdiğimiz duygusal tepki, kabul edememek, reddetmek, duymazdan gelmek…Bu olayla ilk karşılaşıldığında verilen duygusal tepkidir ancak bir de gerçeklerle ve dramla yüzyüze gelindiğinde aynı hatayı tekrarlamak ve bunu vicdanen haklı hissetmeye ne demek gerekiyor?

Bu yazıyı yazarken, bu acıları ve yaşananları kendi politik malzemesi yapan tüm diğer çıkar çevrelerini olayın dışında tutuyorum. Aynı şekilde, olayları bire bir yaşadığı için yıllarca susmak zorunda bırakılmış, ulusal kimliği, dini, anası babası unutturulmuş, şimdilerde belki yaşamayan, dünün bebekleri ve çocukları ağızlarını her açtıklarında “ Bunların altından bakalım ne pislik çıkacak, gavur dölleri!” diyen tüm sevgisiz, duyarsız, insanlıktan uzak, Müslümanlığı dünyadaki tek din gören, onun dışında başkalarının farklı inanç ve kültürüne saygı duymayan, kulaklarını gerçeklere tıkamış, milliyetçilik kisvesi altına sığınmış birtakım insanları da kendi gelişmişlik düzeyleriyle başbaşa bırakıyorum. Onlar zaten bu yazıyı okumasınlar çünkü bir insana yazarak duygu aşılamak imkansızdır.

Kısacası, Ermeniler’in tutucu, nefret ve kin dolu kısmıyla, aynı şekilde Türklerin anlamamakta direnen kısmı olayın dışında tutulmuştur ve iki tarafın da bu yakada kalanlarıyla hiç bir bağım yoktur. Zaten, bu bahsettiğimiz insanlar belki de yüzyıllar boyunca birbirlerine düşman gözüyle bakacaklardır. Ne yapılsa ne dense bir şey değişmez. Ben tüm kimliklerimi terkedip, olaya dünyalı bir insan gözlüklerimle bakmayı seçtim ve dünya üstünde haksızlığa uğramış, tecavüz görmüş tüm çocuklara, haksızca öldürülen ve aç bırakılan, yaşanması imkansız şartlarda hayatını kaybeden tüm insanlığa da üzüntülerimi sunuyorum. Türkü, Ermenisi, Rum’u, Arnavut’u… hiç fark etmez.

Araştırmamı yaparken önce bu ilkelerimle hareket ettiğim, insani doğrular dışında hiç bir tarafın sempatizanı da olmadığım için, o dönemde yaşayan ve tarihin yazılmasına sebep olan insanları birbirlerinden bağımsız olarak inceledim. Olayları da öyle. Sonra kendi kendime birleştirdim. Herkese de aynı yolu uygulamasını tavsiye ediyorum. Burada veya başka bir yerde okunan herhangi bir cümle ya da yorumu şekillendiren duygu biçimi kafanızda bir soru işareti yaratıyorsa, ne mutlu bana! Sizin de bu konuda öğrenme ve araştırma macerasına atılacağınıza eminim J

Artık okuyucu, öğrenci ve tüm araştıran insanlar bilginin her türüne rahatlıkla erişebilir ve bizlerin hiçbirinin diktesine de ihtiyacı yoktur. Bu yazılanlar da yalnızca gelinen başka bir noktanın paylaşılmasıdır, o kadar. Aslında günümüz koşulları tüm insanlığın gerçekten de vicdanıyla düşünmesi ve karar vermesi açısından en özgür dönemini yaşamaktadır. Ve bu belki de en büyük devrimdir. Bilgiye ulaşabilme gücü!

Evet, şimdi duygular bir kenara bu şartların oluştuğu ortamlara gidelim…

Hikayemiz, ilk Türk İmparatorluğu olan ve M.Ö. 220 yılında kurulan Büyük Hun İmparatorluğu ile başlar. Türklerin kaynağı Orta ve Doğu Asya olarak kabul ediliyor. Orta Asya’da dağınık şekilde yaşayan tüm kalabalık Türk halklarının adı da Toles’ler. O dönemin Çin yazılı kaynaklarından anlaşılan ve köklerinin Hunlara bağlı olduğu bilinen 50 tane Türk boyu var, aynı şekilde Orta ve Doğu Asya’ya bağlı olan Toles’lerden 15 tanenin daha ismi kayıtlı.Yani, çok büyük bir coğrafi alanda, kavimler halindeyaşayan birbirlerinden farklı en az 65 boydan bahsediyoruz.(Türk Tarihi-Göktürkler ) Türkleri tek bir ana kol olarak görmek de bu doğrultuda yanlış bir izlenim yaratır.

Toles’lerin Türk kabul edilmesinin sebebi kullandıkları dil, idari ve geneksel yapıydı. Kurt atadan geldiklerini kabul etmekteydiler. Henüz Müslümanlık kabul ettirilmiş değildi . Arap akınlarından önce Şamanizm’e inanıyorlardı. Müslümanlığı kabul edişleri de yine resmi tarihte anlatıldığı gibi “ Müsümanlığı kabul ettiler.” şeklinde kısaca geçiştirelecek bir konu değil. Bu uğurda çok kanlar döküldü ve atalarımız ( hani onları hep kendi görmek istediğimiz gibi bir eğilimimiz vardır. Atalarımız dendi mi akan sular durur, onların o zamanda yaşayan Şamanizme bağlı savaşçı bir ırk olduğunu unutuveririz. Ya da öyle olmasını seçeriz, kolayımıza gelir. ) bir sürü savaşlar sonucunda, bir çok ölümler ve savaş taktikleri eşliğinde Müslümanlığı kabul etmek zorunda bırakıldılar. Çünkü Araplar’ın saldırışları karşısında çaresiz kaldılar. ( Bu ayrı bir yazı konusu tabi ki. Yalnız, işte hep bu sahneler sırasında insanın çalışması gereken kafasının devreye girip o dönemde inanılanların öyle kolayca değiştirilemeyeceğini ve herkesin normal olarak, mevcut inanışı korumak için mücadele vereceğini anlamak veya en azından “ Böyle kolay mı oldu?” diye sorgulaması gerekiyor. )

Anlaşıldığı üzere yolculuğumuz günümüzün Moğolistan, Çin’in kuzeyi, Orta ve Doğu Asya diyeceğimiz geniş alanlarından bugünün Türkiye’sine gelen bir süreçte yaşanıyor. Devir, akınların ve toprak elde etmenin dönemi. Tarihin sayfalarını çevirdiğimiz zaman alınan topraklara götürülen refahdan bahsedilse dehiçbir hükümetin kendini doyurma amacı dışında, ekonomik bir çıkarı olmadan, bütçesini ve askerini harcayarak başka topraklara girmeyeceği gerçeğini gözardı ediyoruz. Dünya, kurulduğundan beridir alışveriş mekanizması para olmasa da malların değiştokuşu prensibi ilesağlandıysa ekonomik çıkarları dinin yayılması ve Müslümanlık için savaşa gidilmesi, Osmanlı İmparatorluğundaki azınlıkların kendi dinleri konusunda verdikleri ek vergilerle özgür kalmaları tarafından zaten çürütülüyor. Osmanlılar Müslümanlığın lideri konumunda olsalar da dinlerini değiştirme konusunda kimseye bir baskı uyguladıkları yazılı değil.

Yani, bir sonuç daha çıkıyor; Devletler hareket ederlerken kendi karınlarını doyurmayı ve bütçelerini arttırmayı amaç edinirler. Aksi taktirde, kendi harcamalarını o memleketi kalkındırmak ya da ihya etmek için yapmazlar. Basitçe,savaşın bir maliyeti var ancak giderin gelirden düşük olması lazım ki o hareketin yapıldığına değsin. Dolayısıyla, manevi değerler yaşam boyunca amaç değil araç olmuşlardır. İnsanlık tarihi de bu gerçeklik üzerine kuruludur. Hala Amerika’nın Irak’a özgürlük götürüyorum diye ülkedeki bir çok doğal zenginliğe el uzatması bizlere günümüzde de birçok devlet tarafından aynı mantığın yine insanlara tatlı gelen yalanlarla süslenip sunulduğunu göstermektedir.

Bu gerçeklerin ışığı altında, Türkler’in bir kolunun Anadolu’yu tanıma ve yerleşik düzene geçme alıştırmaları yapması Selçuklular dönemine rastlar. 1060 yılı süresince Alpaslan Türkler’in Anadoluya ve bugünkü Ermenistan’asürekli akınlar yapmalarına izin vererek o bölgelere yerleşmelerine sebep oluyordu. Romen Diyojen ile Alparslan’ın yaptığı Malazgirt 1071 savaşı sonucunda Türkler Anadolu’ya resmi olarak giriyorlar ve birkaç yıl gibi bir süre içinde göçebe olan Türk kavimleri yerleşik hayata geçiyorlar. Savaşın kayıtları orduların sayılarında farklılıklar ortaya koyuyor. ( vikipedi Malazgirt Savaşı )

Rakkam farklılığı esprisini yazıya ekleme amacım, tarih sahneleri içinde sürekli taraflar arasında yaşanan bir anlaşmazlık sebebi olması. Ve bu durum yaşandığında benim anladığım tek bir şey var, sayılar konusunda eski dönemlere ait olan kayıt mekanizması ile şimdiki bilgisayar çağının veri biriktirme sistemi arasında büyük bir fark olduğu. Bu konunun tüm geçmişe ait değerlendirmelerinde sayılardan çok olayın içeriğine dikkat edilmesi gerekliliği.

Tesbit edilmesi gereken noktalardan biri de, nesiller öncesi yerleşik bir düzeninin olmaması. Bu da toprakların belirginliğini bozduğu gibi, yerleşik hayata geçilene dek sürekli bir yer değiştirmeyi, savaşmayı ve toprak almayı gerekli kılıyor. Bugünün gözlükleri ve adalet anlayışı ile bakılacak olduğunda bu hareketlere talancılık da dahildir. Ele geçirilen topraklar o devletin malı olduğu için belli bir bölümü askerler arasında savaş ganimeti olarak paylaşılır, bir kısmı ise devlet hesabına aktarılırdı.Türklerin geçmişinde bu yer değiştirme var. Ayrıca,zamanın gerekliliğinde olduğu gibi son derece savaşçı bir ırk. Aksi taktirde zaten yokolmaya mahkum olacaktı.

Bu arada, biliyorsunuz resmi tarihi okurken Türkler’in ya da Osmanlılar’ın yaptığı savaşları ve topraklarına kattığı yeni alanları aynı Müslümalığa geçiş aşamasındaki gibi “ şu tarihte bu savaş yapıldı ve Osmanlı 30 devlete hükümdar hale geldi.” şeklinde basit cümlelerle anlatırız. Acaba, toprağı tek güç kabul eden o zamanın insanı ki günümüzde bile aynı oyunlar oynanmaktadır, elindeki tek değerden ve iktidardan öyle kolay kolay vazgeçer miydi?

Hikayeme ta Türk boylarından başlamamın sebebi, yüzyıllar boyunca bugüne gelinen noktada Türkleri anlamaya çalışırken tıpkı diğer ırklara yapılması gerekende olduğu gibi olayları yalnızca resmin o anına ve şartlara yerleştirebilmeyi sağlamaktır. Yoksa Türkler şöyledir böyledir, efendim X ırkında hiç kafa yoktur, hep başka milletlerin oyuncağı olmuşlardır falan gibi ifadeler bilimsellikten fersah fersah uzak olup yapıcılıktan çok uzaklaştırıcı etki yapar ve toplumların birbirlerine olan düşmanlığını arttırır.

Anlatmak istediğim en önemli nokta; tarihte her halkın kendi ırklarının çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri ve bunu yaparken de kendi sebeplerinin olduğudur. Her ırk ve toplum kendi toprağının sahibi olmayı, özürlük içerisinde kurallarını kendi dini ve örf adetlerine göre ayarlamayı ister. Bugün eğer bu sebepler bir şekilde hasır altı ediliyor ve yapılanın doğru ya da yanlışlığı yargılanamıyorsa toplumun belleği ilerleme kaydedememiş demektir. Hepimiz için olayların yüzde yüz gerçekliğine ulaşmak için zaman makinasına gidip görünmez olarak yaşananları kaydetmemiz gerekiyordu. Bu da mümkün olmadığına göre ancak bu bilgi akışında olanları vicdanımıza ve gelişmişliğimize göre değerlendirmek kalıyor geri.

Tekrar geçmişin geçirdiği aşamalara dönüyoruz, demek ki Türklerin bir boyu olan Selçukluların lideri Alpaslan’ın öncülüğünde kendi grubunun Anadolu’yla tanışması 1060 yılından başlıyor ve 1071 Malazgirt savaşının galibiyetine kadar sürüyor.

Tarihin hiç bir aşamasında topraklar kolaylıkla verilmediğine göre Türkler’in Anadolu’ya yaptığı akınlarda da sevinçle karşılaşmaları muhtemel değil. Sevinçle karşılayanlar olsa olsa o dönemin iktidarından bezip yeni gelene avuç açan o bölgenin yerli halkı olabilir. Dolayısıyla, Malazgirt Savaşı Türkler’e Anadolu’nun kapısını açan savaş olarak tarihe geçerken, Bizanslılar’ın yenilmezliğini sekteye uğratan ve Hıristiyan dünyasını da son derece rahatsız eden bir dönem. Hatta, Haçlı Seferler’inin de en önemli sebeplerinden biri olarak kabul ediliyor.

Türkler’in Anadolu’da ilerleyişi 1095 yılı birinci Haçlı Seferlerine kadar devam ediyor. Haçlı ordularının gelmesiyle bu sefer Türkler Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kalıp ve orada Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuruyorlar. Böylelikle, Batı Anadolu tekrar Bizans’lılara kalmış oluyor. Doğudaki Hıristiyanlığın koruyucusu olan Bizanslılar’ın ilk sarsılışı Malazgirt Savaşı ile kanıtlanmış oluyor. ( vikipedia )

Tekrar edelim, burada üzerinde durduğumuz Türkler’in Selçukluları oluşturan kolu yoksa yine Orta ve Doğu Asya’da bir sürü saydığımız Hun kökenli ve diğer Türkler ( Töles’ler ) yaşamlarına devam ediyorlar. Hatta içlerinden Timur ve Karamanlarla Osmanlı’lar çarpışıyor. Yani Türk boyları arasında da sürekli bir kavga var. O döneme de geleceğim…

Demek ki, din o dönemin en önemli unsurlarından biri. Toplumların toplum olmasındaki yegane tutkallığı din kuralları koyuyor. Daha doğrusu günümüzdeki gibi bir hukuk sistemi ve devlet mekanizması olmadığı için gruplaşmayı sağlayan tek faktör din. Tarihin ilk sayfalarından beridir Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında bir çarpışma olagelmiş. (Hıristiyanlığın içinde de aynı şekilde Ortodokslar, Katolikler, Müslümanlarda da Şiiler ve Sunniler…)

Bunun doğruluğunu tartışmak belki sayfalar alır ve insanlığın aynı varlığa inandıkları halde savaşmaları mantığa yine ters gelir. Amaç, yine bugün de gördüğümüz şartlardan başka bir şey değildir. Elde edilmek istenen topraklar gücün simgesi, savaşın aracı ise dindir. Resmi tarihte din, amaç gibi algılamamıza sebep olabilir. Oysaki Müslümanlıkta olsun, Hıristiyanıkta olsun maalesef ruhi değerler daima maddi kuvvete hizmet etmek zorunda bırakılmışlardır. Bu da düyanın değiştirilemeyen en acı gerçeği olsa gerek. Yoksa içinde bulunduğumuz 21. yy.da dahi aynı hatalar tekrarlanmaz, yine binlerce, milyonlarca sivil başlarında bulunan, kurtulamadıkları yönetimler tarafından piyon olarak kullanılamazlardı.

İşte bu noktada liderlerin dürüstlüğü ve savaşı kurallarına göre oynamaları devreye girer. Kuvveti kullanmak vicdan ister. Vicdansız kuvvet hayatta en korkulacak faktörlerden biridir ki, bu tüm hakların içinden çıkabilir. Genelleme yapılmaz.

Osmanlı Devleti, Orta Anadolu’ya sıkıştırılan Selçuklu Devleti zamanında yani 1299 yılında Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde Osman Bey tarafından kurulur.İlk önce bir beylik şeklindedir. Osmanlı Beyliği…

Osmanlı Devleti’nin kuruluş hikayesini incelediğimizde İmparatorlukların yıkılışında diğer devletler nasıl toprak almak ve kendi iktidarlarını kurmak adına savaş verdiyse Osmanlı devleti adına da aynı hareket tarzını görüyoruz. Bu anlayış Osmanlı lehine olduğunda kahramanlık hisleri ile yaklaşıp, Osmanlı’nın aleyhine döndüğünde hakaret boyutuna geçerek geçmişi yargılamak bizlere çifte standartın kendi tarihimizde ne kadar kanıksanarak yapıldığını göstermektedir. Çünkü Osmanlı bizim bugün Osmanlı’ları arkadan vuranlar diye yerden yere çaldığımız savaş taktiklerinin aynısını Bizans’ı devirirken kullanmışlardır. ( Osmanlılar’ın gelişme kuruluş ve gelişme dönemi )

Osmanlı’nın kuruluş aşaması 1299 yılından 1453 yılına kadar sürüyor. Zayıflayan Bizans yapılan evlilikler ( 1. Murat döneminde 1. Murat’ın oğlu ile Germiyanoğulları Süleyman Şah’ınkızının evliliği Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Gediz dolaylarının çeyiz olarak Osmanlılara geçmesne sebep oldu – Vikipedi Osmanlılar ) ve akınlarla Osmanlı hakimiyeti altına girdi. Bu arada, görülüyor ki Osmanlılar Beylikten İmparatorluğa geçerken diğer Türk beylikleri ile de çarpışmaktan geri kalmıyorlar. ( Bunun en güzel örneği Ankara savaşında Yıldırım Bayezıd ile Timur’un karşılaşmasıdır. Yine 1. Murat döneminde kendilerini Anadolu selçuklularının varisi sayan Karamanoğulları Beyliği de Osmanlılar tarafından sınırdışı edilmiştir. Bu dönem, Osmanlı Karaman mücadelesini başlatmıştır. )

Buradan çıkardığımız sonuç nedir? Osmanlı Devleti diğer zamanının imparatorluklarından ne yönde farklıydı? Bu sorular tarihin tarafsızca değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Topraklarını genişeten ve sürekli akınlar düzenleyerek Müslümanlığın ve halifeliğin sınırlarını arttıran Osmanlı İmparatorluğu’nun amacı elde ettiği ganimetlerle hazinesini zenginleştirmekti.

Bu arada, dikkatten kaçan en önemli şeylerden bir diğeri babadan oğula geçen padişahlık ve halifelik düzeninde annelerin oynadığı roldür. İlginç bir şekilde Osmanlıda Padişahların annelerinin sürekli başka ırklardan kadınların oluşturduğunu görüyoruz. (Padişahlar; Kim Kimin Annesi: I.Murat’ın annesi Bizanslı Horofira yani Nilüfer Hatun, Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun, Çelebi Mehmet’in annesi Bulgar Olga Hatun, II.Murat’ın annesi Veronika, Fatih Sultan’ın annesi Sırp Despina yani Hüma Hatun, II.Bayezıd’in annesi Kornelya, Yavuz Selim’in annesi; Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi; Polonya Yahudisi Helga yani Hafsa Sultan, II. Selim’in annesi Yahudi kızı Roksalan yani Hürrem Sultan, III.Murat’ın annesi Yahudi Raşel yani Nurbanu Sultan, III.Mehmet’in annesi Venedikli Bafo yani Safiye Sultan, I.Ahmet’in annesi Yunan Helen yani Handan Sultan, Genç Osman’ın annesi Sırp Evdoksiya yani Mahfiruz Sultan, IV.Murat’ın annesi Sırp Anastasya yani MahpeykerSultan, IV. Mehmet’in annesi Rus Nadya yani Turhan Sultan, I.Süleyman’ın annesi Sırp Katrin yani Dilaşüb Hatun, II.Ahmet’in annesi Polonya Yahudisi Eva yani Hatice Sultan, II.Mustafa’nın annesi Rum Evemia yani Emetullah Sultan, III.Ahmet’in annesi de aynı yani II.Mustafa ile aynı anneden, I.Mahmut’un annesi Aleksandra yani Saliha Sultan, II.Osman’ın annesi Sırp Mari yani Şehsüvar Sultan, III.Mustafa’nın annesi Fransız Janet yani Mihrişah Sultan, I.Abdülhamit’in annesi Fransız İda yani Şermi Sultan, III.Selim’in annesi Cenevizli Agnes yani Mihrişah Sultan, IV.Mustafa’nın annesi Bulgar Sonya yani Sineperver Sultan, II.Mahmut’un annesi Fransız Rivery yani Nakşidil Sultan, I.Abdülmecit’in annesi Rus Yahudisi Suzi yani Bezm-i alem Valide Sultan, Abdülaziz’in annesi Romen Besime yani Pertevniyal Sultan, V.Murat’In annesi Fransız Vilma yani Şevkefza Sultan, II.Abdülhamit’in annesi Ermeni Virjin yani Tirimüjgan Sultan, Mehmet Reşat’ın annesi Arnavut Sofi yani Gülcemal Sultan, Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet yani Gülistan Sultan. ) Alıntı : www.mtuncel.com

Bu durum da ne olursa olsun Padişahların bir süre sonra karmaşık bir ortamla karşılaştıklarını gösterir. Anneler sürekli farklı bir kültürden gelmekteler, babalar da belli bir süre sonra artık kan olarak tamamıyla karışmış hatta kendi öz ırklarını yitirmiş durumdalar. Ancak, ne olursa olsun ben Osmanlı padişahlarının dönemlerindeki halkları asimile etmemelerini yabancı annelere bağlıyorum. Bu evlilikler nesiller boyu bu şekilde yapıldıktan sonra Osmanlı hanedanlarının Türk boyları ile aralarında olan farkları da tartışmak gerekir. Hanedan görülmektedir ki kendi topraklarında yaşayan Türk köylüsü’nün bir şekilde üstünde kalmış, halka karışmakta zorlanmıştır. Hatta, Osmanlı sultanlarının rolüOsmanlı Devleti’nin yıkılış dönemindeki en önemli etkilerden biri olarak sayılmaktadır.

Bir yerde tüm bu bilgiler gelip; “ Osmanlı devrinde Türk! demek daha çok köylü ve yoksul yerli halkı tanımlamak amacıyla kullanılmaktaydı.” açıklaması da aıllarda soru işareti yaratır.

O dönemin şartlarını görmek, İttihat ve Terakki’nin çıkışını, aynı tarih sahnesinde rolüneOsmanlı askeri olarak başlayan Mustafa Kemal’in İttihat Terakki ile olan ilişkisini anlamak açısından bu anlattığımız dönemi anlamak çok önemlidir.

Tekrar konumuza dönelim…Padişahlardan Fatih Sultan Mehmet İstabul’a girdikten ve burayı Osmanlı İmparatorluğunun başkenti yaptıktan sonra bir dizi azınlık reformlarına girişti. Bu hareketler Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı devletinde yaşayan azınlıklar açısından son derece sevinç ve teşvikle karşılandı. Fatih, bir tören alayının başında şehre girdi. İlk iş olarak Ayasofya’ya giderek burayı camiye dönüştürdü. İstanbul’u Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti yaptı. Kentin ticaret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumların ve Cenevizlilerin dönmesini sağladı. Rum Patrikliği’nin yeniden açılmasına izin verdi; ayrıca bir Yahudi hahambaşlığı ile bir Ermeni patrikhanesi kurdurdu. II. Mehmet İstanbul’u, farklı dinlerden insanların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültür merkezi olan bir başkent yapmayı amaçladı. ( Fatih Sultan Mehmet )

Osmanlı büyürken elde ettiği ganimetler, kendi sınırları dahilinde aldığı vergiler ile gerçekten de refah düzeyi yüksek bir dönem geçiriyordu. Bu dönemler içerisinde kendi açısından gerekli gördüğü vergileri vermek istemeyen çeşitli grupların da isyanları olmuyor değildi. Bunları da gittikçe güçlenen ordusuyla bastırıyor ve gerçekten de çok büyük alanlara hükmediyordu.

Osmanlı hakimiyeti ve himayesi altında kalmış ülkeler ve Osmanlı’ya bağlı kalma süreleri şu şekildedir: ( vikipedi – Osmanlı İmparatorluğu )

Avrupa

  • 1.Türkiye
  • 2.Bulgaristan (545 yıl)
  • 3.Yunanistan (400 yıl)
  • 4.Sırbistan (539 yıl)
  • 5.Karadağ (539 yıl)
  • 6.Bosna-Hersek (539 yıl)
  • 7.Hırvatistan (539 yıl)
  • 8.Makedonya (539 yıl)
  • 9.Slovenya (250 yıl)
  • 10.Romanya (490 yıl)
  • 11.Slovakya (20 yıl)
  • 12.Macaristan (160 yıl)
  • 13.Moldova (490 yıl)
  • 14.Ukrayna (308 yıl)
  • 15.Azerbaycan (25 yıl)
  • 16.Gürcistan (400 yıl)
  • 17.Ermenistan (20 yıl)
  • 18.Güney Kıbrıs (293 yıl)
  • 19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
  • 20.Rusya’nın güney toprakları (291 yıl)
  • 21.Polonya (25 yıl)-himaye-
  • 22.İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)
  • 23.Arnavutluk (435 yıl)
  • 24.Belarus (25 yıl) -himaye-
  • 25.Litvanya (25 yıl)-himaye-
  • 26.Kosova (539 yıl)
  • 27.Voyvodina (500 yıl)

Asya

  • 28.Irak (402 yıl)
  • 29.Suriye (402 yıl)
  • 30.İsrail (402 yıl)
  • 31.Filistin (402 yıl)
  • 32.Ürdün (402 yıl)
  • 33.Suudi Arabistan (399 yıl)
  • 34.Yemen (401 yıl)
  • 35.Umman (400 yıl)
  • 36.Birleşik Arap Emirlikleri (400 yıl)
  • 37.Katar (400 yıl)
  • 38.Bahreyn (400 yıl)
  • 39.Kuveyt (381 yıl)
  • 40.İranın batı toprakları (30 yıl)
  • 41.Lübnan (402 yıl)

Afrika

  • 42.Mısır (397 yıl)
  • 43.Libya (394 yıl)
  • 44.Tunus (308 yıl)
  • 45.Cezayir (313 yıl)
  • 46.Fas (50 yıl) -himaye-
  • 47.Eritre (350 yıl)
  • 48.Cibuti (350 yıl)
  • 49.Somali (350 yıl)
  • 50.Kenya sahilleri (350 yıl)
  • 51.Tanzanya sahilleri (300 yıl)
  • 52.Mozambik’in kuzey toprakları (300 yıl)
  • 53.Batı Sahra (50 yıl) -himaye-
  • 54.Moritanya (50 yıl) -himaye-
  • 55.Sudan (397 yıl)
  • 56.Çad’ın kuzey bölgeleri (313 yıl)
  • 57.Mali (300 yıl) -himaye-
  • 58.Senegal (300 yıl)
  • 59.Gambiya (300 yıl)
  • 60.Nijer’in bir kısmı (300 yıl)
  • 61.Etiyopya’nın bir kısmı (350 yıl)
  • 62.Gine Bissau (300 yıl)
  • 63.Gine (300 yıl)

Hilafeten bağlı yerler

  • 64.Hindistan Müslümanları -Pakistan-
  • 65.Doğu Hindistan Müslümanları -Bangladeş-
  • 66.Singapur
  • 67.Malezya
  • 68.Endonezya
  • 69.Türkistan Hanlıkları
  • 70.Nijerya
  • 71.Kamerun 

Toplumları ayakta tutan ve savaşlara sebep olan yegane konu ekonomiktir. Dolayısıyla, bu kadar inanılması zor sınırları bir arada tutabilmek için aynı zamanda halklara refah düzeyi yüksek bir hayat standartı sağlamak şarttı. Bunun karşılığında İmparatorluğa sığınan ve bu büyük kuvvetin gölgesi altında yaşayan tüm halklar da içten içe muhakkak ki kendi özgürlüklerini istemekle beraber yine de bu büyük devin koruma çemberinden ve diğer halkların akınlarından korunmuş oluyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğuna bakarken bir çizgiden bahsedilebilir mi peki? Hemen ulaştığım bilgilerden derleme yapayım; Osman gazi’nin vasiyeti ve Kanuni Fermanı’ndan bir kesit:

“Daima cihad ile devletini genişletmeye çalış. Çünkü uzun zaman sefer olunmazsa askerin secaatine; reislerin ve kumandanların bilgi, tedbir ve malumatına ağırlık ve noksanlık gelir. Böyle sefer işlerini bilenler ölür gider de yerine tecrübesiz kimseler gelir, bu yüzden de bir çok hatalar meydana gelir ki, bundan da devlet büyük zararlar görür. Beytü’l-mali koru! Devletin servetini çoğaltmaya çalış!.. Şer’i şerifin ölçüsüne göre sana ait olana kanaatle, ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın. Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihad için milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi ve cihana adalet ve fazileti yayman için vasıtadırlar.”

Kanuni’nin Belgrad kadısına gönderdiği ferman; “ Kanuni Sultan Süleyman, 1389 yılında Kosova Savaşı ile fethedilen Arnavutluğa bağlı, Belgrad Bölgesi’nde yaşayan halkın haklarının korunması için, 1558 yılında Belgrad Kadısı’na gönderdiği “İnsan Hakları Fermanı” nda şöyle buyurmaktadır:

Devlet askerleri (Sipahiler), biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler, ev yakınında bulunan bağ, bahçe ve bostanlardan yemeklik için üretim yapanlardan para almak isterler imiş, almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara götürülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler ‘boyunduruk hakkı’ diye vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen yeniçerilerden ‘gerdek hakkı’ diye vergi alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş esnasında bile askerler eve girip arı kovanlarına dokunmasınlar. Ve yerleştiği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettikleri arı kovanından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka kovanlık olmayıp, evleri yanında ve sancakları altında olan kovandan dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esnasında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için şikayet ettirmeyesin.” ( Yeniden Osmanlı – Osmanlı İmparatorluğu )

Bu birkaç örnek bizlere olması gereken bir adaletin elden geldiğince sağlanmaya çalışıldığını ancak devlet içinde yapılanlardan haber alınana dek de insanların bu akıl almaz genişlikteki topraklarda kendi yetkilerini kötüye kullanabildiğini gösteriyor. Kanuni’nin bir şekilde haberdar olduğu ve farkına varıp da yapılmasın denen şeye koyduğu cezaya bile değinmeden yapılmasın, edilmesin, kaldırdım şeklindeki yorumları ya da men etmeleri ne yazık ki günümüzdeki kanun işleyişini pek tatmin edecek boyutta görünmüyor.

Dolayısıyla, bu noktada karşımıza çıkan sorulardan bir diğeri de şu; halkların ayaklanması onların ırki eksikliklerinden, ekmek yedikleri eli ısırma içgüdülerinden mi kaynaklanıyor yoksa koskocaman bir imparatorluğun başındaki padişah her ne kadar adaletli davranmaya çalışsa da bir yerlerde ipler mi kopuyor?

Uygulama ile kağıtta yazılan idealize edilmiş şartlar hayat sahnesinde görüldüğü üzere pek geçerlilik sağlayamıyor. Bu geridönen bilgiler Kanuni’nin devrinde O’nun kulağına gelenler. Bir de düşünelim, bu dönem ayrıca Osmanlı’nın yükseliş dönemi. Yani, idealde nedir? Sistemin hertürlü yönden eksiksiz ya da azami ölçüde iyi işlediği bir dönem. Bunu aklımızın bir köşesinde tutalım.

Bundan sonraki bölümde Osmanlı İmparatorluğunda duraklama döneminin sebeplerine değinerek devam edeceğim. Tarihi, değişik bir sorunla karşılaştığımızda nasıl unutuğumuzu ve bocalamaya başladığımızı anlatmaya çalışacağım. Gelecek ay buluşmak üzere diyorum. Sağlıcakla kalın…

“ Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdurlar.” Santayana, Life of Reason.

Reyhan Bull