1000 sene önce ortaçağın ortalarındaydık. “Ortaçağ” tabii ki akademik bir kavram. Mesela belirli ülkelerde, İtalya dahil, “Ortaçağ” Dante ve Petrarch dönemleri için kullanılır, diğerlerinde ise bilimadamları Rönesans’ı kasteder. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için en az iki Ortaçağ olduğunu kabul edelim: bir tanesi Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından (MS. 5. yy), sene 999’a kadar süren dönem, ikincisi ise sene 1000’den başlayıp en az 15. yy’a kadar devam eden dönem.

Sene 1000’den öncesini aslında hakettiği şekilde Karanlık Çağ, 5. ve 14.yy’lar arası için dikkatsizce kullanılan bir terim olarak adlandırabiliriz. Hakettiği şekilde dememin sebebi bu dönemde insanların canlı canlı yakılması veya batıl inançların çok yaygın olması değil. O dönem Karanlık Çağ olarak nitelendirilmeyi hakediyor çünkü, Avrupa’nın barbarlar tarafından yüzyıllar süren işgali ve sonuçta Roma İmparatorluğu’nun yıkılması bu döneme denk gelir. Şehirler harap olmuş, büyük yollar yabanı otların altında kaybolmuş, madencilik ve taş ocağı işletme gibi önemli teknikler unutulmuştur. Topraklar ekilmemiş, tüm ekilebilir araziler en azından Charlemagne’nin feodal reformlarına kadar orman haline dönmüştür.

Bu anlamda MS 1000’den önceki Orta Çağ bir fakirlik, açlık ve güvensizlik dönemidir. Jacques Le Goff’un Orta Çağ’daki günlük hayatı anlatan “La civilization de L’Occident mediaevale” adlı muhteşem eserinde fakirleşme bir hikayeyle temsil edilir. Hikayede orağını kazayla su kuyusuna düşüren bir köylünün karşısına orağı geri getirmek üzere bir aziz çıkar. Demirin çok az bulunduğu dönemlerde, orağın kaybı çok büyük bir kayıptır. Köylünün ekime devam etmesi imkansızdır ve orağın kaybının telafisi yoktur.

Popülasyon azalıp fiziksel olarak zayıfladıkça insanlar tuberküloz, ülser, egzama veya veba gibi hastalıklara yakalanmaya başladılar. Geçmiş milenyumla ilgili demografik hesaplamalar riskli olsada bazı bilimadamlarına göre Avrupanın nüfusu 7. yy’da 14 milyona inmişti. Diğer bir grup bilimadamına göreyse de 8.yy’da Avrupa nüfusu 17 milyon civarındaydı. Nüfus azlığı ekim yapılamaması ile birleşince neredeyse tüm nüfus yetersiz beslenmeyle karşı karşıya kaldı.

Ancak 2. milenyuma yaklaşırken figürler değişti. Bazı uzmanlara göre 950 yılında 22 milyon, diğerlerine göreyse sene 1000’de 42 milyon nüfusa ulaşılmıştı. 14.yy’da Avrupa nüfusu 60-70 milyon arasında bir yerlerdeydi. Figürler değişse de bir noktada anlaşma sözkonusu: Sene 1000’den 5 yüzyıl sonra Avrupa nüfusu ikiye veya üçe katlanmıştı.

Nüfus artışının sebeplerini belirlemek güç: 11. ve 13. yüzyıllar arasında politikada, sanatta, ekonomide ve teknolojide radikal değişimler oldu. İlk milenyumun sonlarına doğru doğan rahip Radulphus Glaber ünlü kitabı “Tarihin 5 Kitabı”nı 30 yıl sonra yazmaya başladı. Rahibin hayata neşeli bir bakış açısı yoktu. Kitabında 1033 yılında yaşanan kıtlıktan ve fakir köylüler arasındaki zalim yamyamlıktan bahseder.A ncak bir şekilde 1000 yılıyla beraber dünyada yeni ve daha pozitif bir ruhun hakim olduğunu sezinler. Hatta Ortaçağ döneminden beri hala ayakta kalabilen şairane bir pasajla bir çıkış yapar. Bu pasajda anlattığına göre yüzyılın sonunda yeryüzü adeta çiçek açar: “1000’den sonraki 3. yılda bütün dünyada ama özellikle İtalya’daki Gaul bölgesindeki kiliselerde bir yenilenme vardı, bütün Hristiyan uluslar en güzele ulaşmak için mücadele ediyorlardı. Yeryüzü hareketlenerek eski görünümünden kurtulmuş ve kiliselerin beyaz görüntüsüyle yeni bir örtüye bürünmüştü”. Radulphus’un anlattığı Romanesque sanatı 1003 yılında aniden ortaya çıkmaz. Radulphus bir tarihçiden çok bir şair gibi yazmaktaydı. Ancak güç sahibi olmak için yapılan rekabetten ve şehir eyaletler arasındaki prestij mücadelesindende bahsediyordu. Yeni mimarı teknikler ve ekonomik iyileşmeyi anlatıyordu ancak bahsedilen kiliseleri belirli bir finansal kaynak olmadan yapmak imkansızdı. Bu kiliseler eskilerinden çok daha büyüktü ve artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumdaydı.

Doğal olarak söylenebilirki Charlemagne’in reformları, Alman İmparatorluğunun kurulması ve şehirlerin yenilenmesiyle ekonomik durum ilerledi. Ancak tersini söylemekte mümkün değil midir? Politika iyileşti, şehirler yenilendi, çünkü çalışma koşulları ve günlük hayat bir şeyden dolayı ilerledi. 1000’den önceki yüzyıllarda, tarımla ilgili üçer yıllık yeni bir sistem denenmeye başlamıştı. Bu sistem daha fazla ürün almayı mümkün kılıyordu.

Ancak tarım yapmak araçları ve hayvanları gerektirir. 1000’den önce bu alanda da önemli buluşlar olmuştu. 1000’den hemen önceki senelerde atlar nallanmaya ve üzengi kullanılmaya başlanmıştı. Tabii ki üzengi kullanılması köylülerden çok silahşörlerin yararınaydı. Köylüler için faydalı olan yeni bir tür dizginin icat edilmesiydi. Eski tip dizginler bütün yükü hayvanın boyun kaslarına bindirip soluk borusunu zorluyordu.

Yeni dizgin atın göğüs kafesinide kapsıyor ve hayvanın verimini arttırıyordu. Daha fazlası, geçmişte atlar yatay bir sırada boyunduruğa diziliyordu. Yeni dizginler grup şeklinde bir dizilimi mümkün kıldı. Bu da atların çekme kapasitesini gözle görülür bir şekilde arttırdı.

Aynı zamanlarda sabanla ekim metoduda değişti. Artık sabanın iki tekerleği ve bıçağı vardı. Biri toprağı[1]öbürü de diğerini kesmek için. Aslında bu “makine” Nordikler tarafından M.Ö. 2.yy’dan beri biliniyordu ama Avrupa’ya yayılması 12. yy’ı buldu.

Ancak benim esas konuşmak istediğim konu fasulye. Sadece fasulye değil bezelye ve mercimek. Yeryüzünün bu ürünleri protein açısından çok zengin sebzelerdir, az et yiyenlerin bildiği gibi, bir tabak mercimek veya bezelye kalın bir biftekle aynı besin değerine sahiptir. Orta Çağın fakirleri et yiyemiyorlardı, bir kaç tavuk yetiştirmenin dışında. Aynı zamanda bu yetersiz beslenme nüfusun hastalanmasına, zayıf düşmesine ve ekim yapamamasına sebep oldu.

10. yy’da bu ürünlerin yetiştirilmesi yaygınlaştı ve Avrupa üzerinde çok büyük etkisi oldu. Çalışan kesim daha fazla protein aldı ve sonuçta daha sağlıklı ve uzun yaşadılar, daha fazla çocukları oldu. Biz inanıyoruz ki hayatımızı değiştiren buluşlar kompleks makinelere bağlıdır. Aslında gerçek şu ki biz Avrupalılar fasulye sayesinde hala buradayız. Fasulye olmasaydı Avrupa nüfusu bir kaç yüzyılda iki katına çıkamazdı, bugün yüzlerce milyon olamazdık ve hatta bu yazıyı okuyanlarımız da dahil bazılarımız var olamazdı. Bazı filozoflar bunun daha iyi olabileceğini söyleyebilir ancak buna herkesin katılacağından emin değilim.

Peki Avrupalı olmayanlarda durum nedir? Fasulyenin diğer kıtalardaki tarihini bilmiyorum ama eminim ki Avrupa fasulyesi olmasaydı diğer kıtaların tarihleri de farklı olurdu. Çin ipeği ve Hint baharatları olmasa Avrupa tarihinin farklı olacağı gibi.

Bütün bunların üzerinde, bana öyle geliyor ki fasulyenin hikayesi bugün bizler için çok önemli. İlk olarak çıkarılması gereken ders ekolojik problemlerin ciddiye alınması. İkinci olarak uzun süreden beri biliyoruz ki Batı işlenmemiş kahverengi pirinç yeseydi şu an daha az yiyor ancak daha sağlıklı besleniyor olacaktı. Ama bunları kim düşünüyor ki? Herkes yüzyılın buluşunun televizyon veya mikroçip olduğunu söyler. Ancak karanlık çağlardan bir şeyler öğrensek iyi olurdu.

Umberto Eco