12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59’da Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı’nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi’nin bir numaralı bildirisi okunmaya başlandı. Bu bildiriyi 5 bildiri daha izledi.

Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 Numaralı bildirisi şöyleydi:

“Yüce Türk Milleti;

Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.

Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.

Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.

Aziz Türk Milleti,

İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.

Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.

Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.

Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.

Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.

Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.

Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim.”

“Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle” ülke yönetimine el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri sonuçlarını halen yaşadığımız bu darbeyle ülkenin kaderini tamamen değiştirecekti.

Yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Konsey, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşuyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı’nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi.

“Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle” ayrıca şunlar oldu:

TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi ”örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi ”sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi ”siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin ”işkenceden öldüğü” belgelendi. 937 film ”sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi ”kaçarken” vuruldu. 95 kişi ”çatışmada” öldü. 73 kişiye ”doğal ölüm raporu” verildi. 43 kişinin ”intihar ettiği” bildirildi.

Darbenin bu ağır bilançosundan “nasibini” en çok ve en acı olarak sonraları “78’liler” denecek kuşak aldı. 68 kuşağından devraldıkları ”dünyayı değiştirme” ülküsünü gerçekleştirmek için beynini, bedenini, yüreğini cömertçe harcadı bu kuşağın gencecik insanları.

Onlar “Ezen ve ezilenin olmadığı, yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” yaşanacak bir dünyayı kurmak için çıktıkları bu yolda her şeyi göze aldılar. Ölümü, işkenceyi, sakat kalmayı, delirmeyi, en basit insani gereklerini yok saymayı… Gecekondularda halkın yanında onlarla birlikte sorunlarına çare aradılar, işçilerin olduğu her yerde yanı başlarında onlara destek oldular. Üniversitelerde, yollarda, sokaklarda, dağlarda “bağımsızlık uğruna al kanlara boyanan” onlardı. Bu yolda ölüm ”hoş geldi, safa geldi” derken samimiydiler. Devrim yakındı, inançları tamdı.

Dünyanın tüm zenginliğine ve iktidarına göz koyanlar bu gidişe sessiz kalmadılar doğallıkla. Uluslar arası bir plan o zamanda vardı şimdi olduğu gibi. “Dışa bağımlı ve köleleştirilmiş bir ülke” olması isteniyordu ülkemizin. ”Türkiye’yi Moskova’ya satmak isteyenlere karşı mücadele eden” devlet destekli ülkücüler sürüldü arenaya böylece.

Amaç, ”sokak hâkimiyetini sola kaptırmamak” idi. Ve bu nedenle “1. Milliyetçi Cephe Hükümetinde” Meclis’te iki temsilcisi olan Türkeş’ e üç bakanlık verildi. O günlerin katillerinin ve katil zanlılarının bir bölümü, daha sonra TBMM’de milletvekili olarak oturdu, oturuyor.

Ülke bir kan gölünün içine doğru sürüklenirken “24 Ocak Kararları” diye bilinen ekonomik paket devreye sokuldu. Böylece “Küresel sermayeye” tamamen açılan ülkede, çalışanın ve düşünenin tepki göstermemesine uygun koşulların sağlanması gereği doğdu. 12 Eylül sabahı yapılan darbe söylendiği gibi terör olaylarının zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir başlangıçtı. Çünkü 24 Ocak 1980 ekonomik tedbirlerini demokrasi içinde yaşama geçirmek mümkün değildi.

Ve 12 Eylül’e böyle gelindi. Siz boşverin aynı yalanı yıllardır söyleyen darbecilere ve destekçilerine. O dönemde en doğru lafı, bir ABD’li subay söyledi ”Bizim çocuklar başardılar…”

 

Yukarıdaki bilançoda sayılarla ifade edilen ölen, hapse giren, yargılanan, işkence gören, işten atılan, yurttan atılanlar birer insandı. Delikanlı, genç kız, kardeş, çocuk, ana, baba, arkadaş, akraba, komşu…O sayıları 5 ile 10 ile çarpın. Kaç sayıda insanın darbenin altında yok olduğunu anlamak için yapın bunu. Darbe ile “İç ve dış mihrakların elinde oyuncak olmuş bir avuç teröristin” değil tüm bir ülke insanının ezildiğini, susturulduğunu görün.

“Sayın Generalin” darbe günü saat 13: 00’ de radyo ve televizyonlardan yaptığı konuşmanın son paragrafını bu farkındalıkla bir kez daha okuyun. Ne demiş bakın:

“Kıymetli Vatandaşlarım;

Her zaman milletiyle bir bütün ve Türk milletinin emrinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerine ve yeni yönetime karşı yapılacak her türlü direniş, gösteri ve tutum anında en sert şekilde kırılarak cezalandırılacaktır.

Yurtta kan dökülmemesi için bütün vatandaşlarımın tahriklere kapılmaksızın sükûnet içinde yayınlanacak bildiriler doğrultusunda hareket etmelerini ve ikinci bir bildiriye kadar sokağa çıkmamalarını rica ederim.

Vatandaşlarımın birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı olmalarını, sevgi içinde kırgınlıklarını unutmalarını, hepimizin bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip bir Türk vatandaşı olduğumuzun idraki içerisinde olarak yeni yönetime yardımcı olmalarını vatanperverlik ve asil karakterlerinden bekler, mutlu ve aydınlık yarınlar dilerim.”

O “Mutlu ve aydınlık yarınlar” hiç gelmedi ne ülkeye ne insanımıza. “Bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip vatandaşlardan” binlercesi bu konuşma yapılırken işkencede idi. Binlercesi o mübarek topraklardan kaçmakta, binlercesi otomobil sesi duyduğunda uykusundan irkilerek uyanmakta idi.

Yıllarca süren sıkıyönetim ile ülkede ses çıkmaması sağlandı. Zaten ses çıkarabilecek herkesi ya asmışlar, ya hapsetmişler, ya yurtdışına gitmek dışında çare bırakmamışlardı. Kalanı da fişleyerek, korkutarak sindirdiler. Partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları yoktu artık. Hukuk “onların” hukukuydu. “Kamuculuk” tamamen yok edilmek üzere her koldan harekete geçildi. Değer ve ahlâkı olmayan bir toplum ve birey için ne gerekiyorsa yapıldı. Üniversiteler YÖK marifetiyle özgür düşüncenin üretildiği yerler olmaktan çıkarıldı, sermayeye eleman yetiştiren fabrikalar haline getirildi. Bütün bunları yapmayı olanaklı hale getirecek bir anayasa hazırlandı ve kara mizah filmlerine malzeme olacak bir oylama ile kabul ettirildi. Toplumsal hafızamızdan o dehşet yılları sanki hiç yaşanmamış gibi silinmeye çalışıldı.

Yaşanan bu büyük toplumsal travma sonunda yalnız, çaresiz, sessiz, umutsuz kalakaldık. Uyuşturucuya alıştırılan insanlar gibi zaman içinde yavaş yavaş dozu yükselterek verdiler “zehiri” beynimize. Genlerimize işleyecek kadar tepkisiz ve adam sendeci hale geldik. Geçmişini hatırlamayan ve geçmişi ile hesaplaşmayan bir toplumun geleceğinin olamayacağını fark edemedik. Geleceği yaratabileceğimizi unuttuk.

12 Eylül günü doğanlar bugün 28 yaşında. Geleceği yaratabilecek, ülkenin sorunlarına el atabilecek en verimli yaştalar. Ama onlar 12 Eylül’ün çölleşmiş ortamında büyüdüler ve hayata atıldılar. Anayasa diye darbenin anayasasını biliyorlar. Hukuk deyince “adaletin” yasalarla yürümediğini hatırlıyorlar. Sendika “asgari ücret” için pazarlık yapan öylesine bir şey onlar için. Üniversite “okul” işte, liseden sonra girmeleri ve bir an önce bitirip kurtulmaları gereken bir şey.

Üretmeden yaşamak, parayla para kazanmak onlar için normal. Alın teri, emek matah bir şey değil onların dünyasında. Örgütlü olmanın ne demek olduğunu bilmediler. Öğrenci derneklerine girmiyorlar bu nedenle, çalışırken sendikalara girmiyorlar. Siyasete uzak durmaları bu nedenle… Okudukları gazetelere de izledikleri TV kanalı haberlerine de bakıyorlar ve geçiyorlar. Bakılıp geçilecek şeyler üretiyorlar zira. Ama bu onları rahatsız, huzursuz etmiyor. Bunu gördüler büyürken, hayatı öğrenirken. Magazin izlediler, dizi izlediler, üçüncü sayfa haberi ve “çıplak köşe kadını haberi” okudular yıllarca.

28 yıl sonra geldiğimiz nokta ortada. Hafızasız ve umutsuz bir toplum olarak hak ettiğimiz yerdeyiz yani. Tek, tek her birimiz sorumluyuz bu durumdan. 12 Eylül ile ve onun “mimarları” ile hesaplaşmak ne kadar güzel bir başlangıç olur düşünün. O kara günleri konuşmaya ve tartışmaya açmak, yüzleşmek ve başka bir dünyanın mümkün olabileceğini anlatmak gençlerimize, hatırlatmak hepimize ne kadar güzel olur.

Çünkü gerçekten de “Başka bir dünya mümkün!”

Gülseren Karaçizmeli