İstediğiniz kadar televizyon dizilerini izlemediğinizi söyleyin; elinizde kumanda cihazıyla kanallar arasında beğenilerinize göre bir şey bulabilmek umuduyla dolaşırken, bir iki dakikalığına da olsa, mutlaka en az bir diziye gözünüz takılıp kalıyor. Televizyon yayıncılığı öyle bir hale geldi ki zaten ülkede, büyük ulusal kanalların yayın akışları neredeyse tümüyle diziler ve onların aralarına alınan reklamlardan oluşuyor artık. Ben de yakın zamanda kumanda cihazının tuşlarında gezinip ele gelir bir film bulmaya çalışırken, bir anda Adanalı adlı dizi ilişti gözüme. Fragmanlarını daha önce görmüştüm ama dizilerle aram iyi olmadığı için hiçbir merak ve ilgi duymamıştım açıkçası. Yakalandığım sahneyi birazcık izlemek de yetti. “Adanalılık” kavramının nasıl olup da zaman içinde kaba saba, maço, kavgacı ve muhafazakâr bir prototiple bütünleşir hale geldiğini; daha doğrusu yaygın olarak bu modele paralel biçimde algılanır olduğunu düşünmeye başladım ister istemez.

Çocukluğumdan itibaren birçok Adanalı dostum, arkadaşım oldu. Aradan çok uzun zaman geçti de belleğim mi beni yanıltıyor bilemiyorum ama benim tanıdığım Adanalılar, her şey bir yana, zevk sahibi, görgülü, eğlenceli, hayattan tat almayı bilen insanlardı. Kent hayatının içinde olup da maçoluğa, kabalığa prim veren bir Adanalı’yla karşılaşmamışım hiç bugüne kadar; belki rastlantıdır, bilemiyorum. Adana’ya gitmeyeli uzun yıllar oldu gerçi ama eski günlerden aklımda kalan, Babamla birlikte Onbaşılar’da yemek yemeğe giderken sokakta karşılaştığımız şık giyimli, güler yüzlü (hatta sık sık kahkahalar atan) erkekler ve kadınlar. Benim hatırladığım Adana, erkeğin kadının önünde değil yanında yürüdüğü; kadınla erkek arasında maçoluk duvarının değil, muhabbet çitlerinin olduğu ışıltılı bir şehirdi. Ama bütün büyük kentlerdeki hızlı demografik değişimi göz önüne alınca, “Belki de artık Adanalılık böyle bir şey olmuştur, doğrudur” diye düşünüyorum ister istemez.

Oysa bu kentin binyıllar öncesinden kalma adı bile, başlı başına maçoluğun reddini içerir ironik bir biçimde. Luwi dilinde Adanuwa ya da Atanwa olarak anılan Adana, tıpkı Anadolu’nun çok büyük bir bölümü gibi “anne merkezli” (matrifocal) kültürün yüceldiği yerlerden biriydi ve kentin adı da “Ana Tanrıça’nın Ülkesi” anlamına geliyordu zaten.

Yer adları çoğunlukla belleğimize çocukluktan itibaren çakılıp yerleştiği için, genellikle orijinleri ya da sözcük anlamları üzerine düşünmek aklımıza gelmez. Oysa bunu yapmaya bir kez başladığınızda, hele bu üzerinde yaşadığımız ülkede, başlangıcı en az altı bin yıl öncesine dek giden yaygın ve güçlü bir kültürün izleri ve sembolizmiyle karşılaşırsınız. Bu sembolizmin merkezinde de doğurgan, besleyici, koruyucu ve sevecen Ana Tanrıça figürü bütün karizmasıyla belirir.

Anadolu, yeryüzünde uygarlığın başladığı en eski coğrafyalardan biri (hatta doğrudan “en eskisi” bile demek mümkün.) Bu nedenle, bugün varlığını sürdüren yerleşim merkezlerinin birçoğu, günümüzden binyıllar önce kurulup, defalarca el değiştirmiş, işgale uğramış, kimi zaman yakılıp yıkılsa da yeniden inşa edilmiş, son derece eski kent ve kasabalar. Doğal olarak, birçoğunun bugün hâlâ kullanılan adları, bu çok uzun zaman dilimi içinde ses deformasyonuna uğramış olsa da, orijin olarak binyıllar öncesine ait. Büyük bir bölümü, Hellenistik yayılma döneminde “Helenize” edilmiş ve hatta anlamından koparılıp soyutlanmış adlar bunlar. Bir bölümü de Türkçeleştirilme süreci sırasında deforme olmuş ve ses benzeşimi üzerinden giderek Türkçe sözcüklere benzetilmeye çalışılmış.

Tipik örneklerden biri, Adıyaman, sözgelimi. İlk duyduğunuzda, “İsmi yaman olan” gibi bir çağrışımdan yola çıkarak bu adın verildiğini düşünüyorsunuz ama hiç de öyle değil. Kentin, geçmişi en az üç bin beş yüz yıl önceye giden orijinal adının, yine Luwi/Pelasg dilinde Ada-uma-(wa)na olduğu sanılıyor. Yani, “Ana Tanrıça Halkının Ülkesi”.

Anadolu’da, özellikle de Batı Anadolu’da, hangi yerleşim yerinin adı üzerinde etimolojik araştırma yapmaya kalksanız, çoğunlukla karşınıza bu “Ana Tanrıça” kültü ve ona ait sembol ya da değerler çıkıyor. Genellikle bu adlar, yaklaşık iki bin beş yüz yıl önceki Helenleşme sırasında Yunan diline uydurulmaya, benzetilmeye çalışarak deforme edilmiş ve değişerek günümüze dek gelmiş. Sözgelimi Manisa’nın kökeninin, yakın zamana dek Helen dilinde “Magnesia” olduğu, yani kentin Yunanistan’daki Magnesia’dan göç edenlerce kurulduğu düşünülüyordu. Oysa daha derin araştırmalar, çok daha eskilere giden bir orijine dikkatleri yoğunlaştırdı: Luwi dilinde “Ama” sözcüğü, tıpkı türevi olan “Ada” gibi “Anne” anlamına geliyor ve Ana Tanrıça’yı vurgulamak için kullanılıyordu. Çoğu Luwi/Pelasg sözcüğü gibi, uzun ve bileşik isimler oluşturulurken sözcük başında yer alan sesli harfler düşürülüyor ve “Ama”, birçok kullanımda “Ma” halini alıyordu. Daha Helenler gelmeden çok önce, Manisa’nın Luwi dilinde Ma-ka-wana-assa olarak anıldığı; sözcüğün ilkin Makanassa, ardından da Helen deformasyonuyla Magnasa ve nihayet Magnesia haline getirildiği anlaşıldı. Anlamı, hiç de sürpriz değil: “Ana Tanrıça (Ma) Ülkesinin Kenti” (“ka” eki yer bildiriyor ve çoğunlukla kent anlamına geliyor.)

Luwiler diye bir halk var mıydı, yoksa bu daha doğru bir tanımlamayla aynı ya da benzer dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan farklı sosyal/etnik grupların bir bileşimi olarak mı anlaşılmalı? İşin bu yanı, ayrıntılar üzerinden yürüyen yoğun tartışmalara kapı açıyor. Ama net ve güvenli bir ifade gerekirse, şunu söylemek mümkün: Luwi dili, günümüzden dört bin yıl kadar öncesinden başlayarak Anadolu’nun değişik yerlerinde farklı lehçelerle konuşulan oldukça yaygın bir dildi. Yine yakın zamana dek, Hint-Avrupa ailesine ait olduğuna kesin gözüyle bakılıyordu ama son yıllarda yapılan araştırmalar ve sunulan tezler, bu dilin aslında Anadolu’nun eski ve yerleşik bir dili üzerine Hint-Avrupa eklemeleriyle oluştuğu görüşünü gündeme getirdi. Orijinle ilgili uzmanlık gerektiren uzun tartışmaları burada sıralamanın fazla anlamı yok. Yalnızca şunu söyleyelim, yeter: Luwi dilini konuşanlar her kimdiyseler, Anadolu’nun, başlangıcı en az günümüzden sekiz bin yıl öncesine dek uzanan matrifocal, yani “anne merkezli” kültürünü büyük oranda benimsemiş ve sindirmişlerdi. Bu nedenle, büyük ataerkil dönüşüm sonrasında bile Anadolu’da Ana Tanrıça inancı ve dünya görüşü, uzun süre direndi. Silinmeye başlarken de, yavaş yavaş günlük hayat kültürünün ayrıntıları içinde eriyerek, bir anlamda başka bir süreçten geçip “kalıcılaştı”.

Altmışlı yılların başlarında James Mellaart başkanlığında bir ekip Çumra yakınlarındaki Çatalhöyük’te oldukça verimli kazılar gerçekleştirip, günümüzden sekiz bin yıl öncesine ait son derece etkileyici bir yerleşim yerini günışığına çıkardığında, ilgi bir anda Anadolu’nun bu eski kültürüne çevrilmişti. Mellaart ve birlikte çalıştığı arkeologlar, Çatalhöyük’te yerleşik ve gelişmiş bir düzenle karşılaştılar. Ayrıca, kutsal mekanlar başta olmak üzere, kazı alanının birçok yerinde ortaya çıkan “doğurgan ana” figürinleri buldular ki, büyük resmin ortaya çıkmasında bu, belirleyici ipuçlarından biriydi. Çatalhöyük, bilinen en eski matrifocal yerleşim yerlerinden biriydi ve muhtemelen de, kökü daha da eskilere uzanan bir geleneğin mirasçısıydı, verilere göre.

 

Anadolu, binlerce yıl boyunca Yakındoğu’daki uygarlık dere yatağının başlıca besleyicisi oldu denebilir. Henüz arkeolojik çalışmalar yeterli düzeyde olmadığı ve bu araştırmalar, kazılar ciddi mali kaynak gerektirdiği için, deyiş yerindeyse “kazılması gereken her yer kazılmış değil.” Yakın zamanda Güneydoğu Anadolu’da yapılan kazı ve araştırmalar, hele Göbeklitepe’deki çarpıcı bulgulardan sonra, bir biçimde Mezopotamya’ya eklemlenen son derece eski ve köklü bir uygarlığın izlerine ait ipuçlarını gözler önüne serdi. Ama Orta ve Batı Anadolu, belki ondan da eski ve köklü bir birikime ilişkin sinyaller yollayıp duruyor yıllardır. Hititler öncesinde Anadolu’nun büyük bir bölümüne egemen olan Hatti kültürüne ait daha elle tutulur ve ayrıntılı bilgiler edindiğimizde, bu sinyalleri daha verimli değerlendirecek durumda olacağız. Şimdilik hâlâ, Çatalhöyük ile Hatti kültürü arasındaki yaklaşık dört bin yıllık boşluğu doldurmaya ve kronolojimizi düzenli hale getirmeye çalışıyoruz. Bulgular ve bağımsız çalışmalar arttıkça; dilbilimsel araştırmalardan bu yola ışık tutacak yeni veriler geldikçe, belirsizlikler de büyük oranda azalacak.

Neolitik dönemin kültlerine ilişkin araştırmalarda, antropologların en sık karşılaştıkları olgu, oldukça geniş bir coğrafyada egemen olan Ana Tanrıça inancı ve hemen her yerde buna eklenen Boğa Kültü. Çatalhöyük’ün öncelerinden başlayıp Helen istilası ve sonrasına dek uzanan bir zaman dilimi içinde Anadolu’da da hem Ana Tanrıça inancını, hem de boğa kültünü yan yana ve iç içe görüyoruz. Bu, yeryüzünün ve evrenin “hayat veren anne” olarak görüldüğü bir yerleşik düşünce yapısının ürünü. Doğurganlık, yani hayat verme ve “yaratıcılık”, dişil bir nitelik olarak algılanırken, evren kavrayışının merkezine de en büyük yaratıcı anne olarak Ana Tanrıça yerleşiyor. Hem gökyüzü, hem de toprak, Anne’ye ait. Boğa da, onun doğurganlığının en önemli ürünü olarak görülen, insanı simgeliyor. Yani insanlar, Ana Tanrıça’nın çocuğu olarak, soyun devamında “tohum veren baba” görevini üstlenen erilliğin simgesi Boğa’yla ilişkilendiriliyor. Anne, kendi varlığının bir bölümünden, dünyaya yaşamı vermek ve insanı yaratmak için fedakârlıkta bulunuyor; bu fedakârlığın simgesi de Boğa oluyor. Aradan binlerce yıl geçtikten ve ataerkil sistem tüm dünyaya egemen olduktan sonra bile, birçok kültürde, sözgelimi Ege Adaları’ndaki Minos uygarlığının Boğa sembolojisinde ya da Mithra localarının gizemli Tauroktoni (Boğa Kurbanı) bilmecesinde, bu düşünce ve anlayışın izleri varlığını sürdürüyor.

Yine bilinen en eski dillerde Anna, Ana Tanrıça’nın göklere ait tanrısallığını vurgulayan bir özel isim. Binlerce yıl boyunca varlığını korumuş, Hitit diline de “Anne” anlamıyla girmiş. Bir başka deyişle hava ve gökyüzü, tıpkı toprak ve su gibi, orijinde geriye doğru gidildikçe “dişil” kimlikle çıkıyor karşımıza. Ama ataerkil dönüşüm sonrasında, tıpkı sosyal düzende olduğu gibi “ilahi düzen” içinde de dişil unsur, kadın ve anne, tahtından indirilmeye başlamış; “panteon” adı altında “çoktanrılılık” görüntüsü veren melez inanç anlayışları yerleşmeye başlamış. Bu süreç içinde, “göklerin egemenliğinin” de Anne’den alınıp, kudretli Baba’ya verildiğine tanık oluyoruz; üstelik yaygın ad hafifçe değiştirilerek. Sümer’in en büyük ilahi gücü olarak ortaya çıkan Gök Tanrısı An (Akatça’da “Anu”), dişilliğin gözden düşme sürecinde Anna’nın erilleştirilmesinin tipik örneklerinden biri.

Ana Tanrıça inanç ve düşüncesi, neolitik başlangıcından itibaren izini net olarak sürebildiğimiz bir sosyal düzenin de “ideolojisi” niteliğinde. Soyun anneden yola çıkılarak izlendiği; kadının yerinin erkelle eşit olduğu; inanç ve ritüel sistemlerinde yönetici ve söz sahibi durumundakilerin de deneyimli ve bilge kadınlardan seçildiği; şiddete yer olmayan bir sosyal düzen bu. Bugüne dek söz konusu döneme ait yerleşim yerlerinde yapılan kazıların hiçbirinde silaha rastlanmadığı gibi, savaş ya da “ordu”nun varlığını gösterecek tek bir iz bile bulunamadı. Ne kadar köklü, yaygın ve kadim olursa olsun, bu denli “naif” yapıda bir uygarlık, oldukça geç bir dönemde birbiri ardına gelmeye başlayan, ataerkil ve savaşçı kavim göçlerine karşı duramazdı elbette. Nitekim, günümüzden altı bin yıl öncesinden başlayarak, yeryüzündeki egemen sosyal düzen, şiddeti, kaba gücü, hegemonyayı, askeri yetkeyi ve sıkı sıkıya korunan “üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti” temel alan ataerkil yapının ellerinde biçimlenmeye başladı.

Buna karşın, konumuz olan Anadolu üzerinde düşündüğümüzde, ilginç ve çarpıcı bir nitelikle karşılaşıyoruz: Bu topraklar, binlerce yıl içinde defalarca işgal yaşamış ve el değiştirmiş olsa da, nereyse “taşına toprağına” dek yerleşmiş o köklü anlayış ve düşünce, kolay kolay asimile olmuyor. Hatta neredeyse tersine, oldukça uzun bir dönem, aşağı yukarı altıncı yüzyıla dek, işgalcilerin ve fatihlerin, yerleştikleri yeni toprakların binlerce yıllık kültürünün etkisinde kalarak asimile olduklarını, en azından belirleyici parçalarını benimseyerek içselleştirdiklerini görüyoruz. Sanki Anadolu, şiddete kendi tevekkülü ve bilgeliğiyle karşı duruyor; yeni sakinleri de etki alanı içine alıyor. Batı Anadolu’nun önemli bir bölümünü uzun süre elinde tutan Lidya’da görüyoruz bunu sözgelimi; Pessimus başta olmak üzere çoğu kentte, sosyal düzen olmasa bile inanç sistemi eskiyle bütünleşiyor ve Ana Tanrıça yerini koruyor. Aynı şekilde, yakın komşuları Frig’ler, sonradan yerleştikleri toprakların yaygın ve köklü kültürü içinde yoğrulup, Kibele’ye saygılarını sunuyor. Hititler (gerçi kendilerini “Neşalılar” olarak adlandırırlardı; Hititler adı sonradan yakıştırıldı) günümüzden üç bin altı yüz yıl önce Anadolu’ya egemen olduklarında, Hatti inanç sisteminin yoğun etkisi altında kalmış ve Güneş Tanrıçası Wurusama’yı panteonda yüksek bir konuma yerleştirme gereği duymuşlardı. Benzeri biçimde, Kibele’nin öncülü diyebileceğimiz yaratıcı ana tanrıça Kubaba da, etkisini ve esinleyici gücünü yüzyıllar boyunca yitirmedi.

Anadolu adı, Helen dilinde anatole sözcüğünden geliyor; yani “doğu”. Bu nedenle, Yunan anakarasında yaşayanların dilinde, doğularındaki topraklar “Anatolia” adıyla anılıyordu. Sözcüğün kökendeki anlamı, “gündoğumu”. Bir başka deyişle, üzerinde yaşadığımız toprakların bugün hâlâ kullanılan adı, Helen orijinli bir “yön belirtici”den türemiş gibi görünüyor. Ama etimolojik analize devam ettiğinizde, türetmenin “anatellein” (yükselmek) fiilinden yapıldığını fark ediyorsunuz; bu fiilin kökündeyse, “yüceler” anlamına gelen “ana” var. Yani, bir biçimde, Helenleştirilmiş adın kökünde bile Anna çıkıyor karşımıza: Gökyüzü, yüksekler  ve “hayat veren anne”. Dolayısıyla Helen marifetiyle yapılmış deformasyonun altında bile “Anna’nın Ülkesi”ne ait ipuçları, keşfedilmeyi bekliyor.

Ne kadar ironik, değil mi? “Anadolulu” ifadesi, tıpkı yazının girişinde andığım “Adanalılık” gibi, evrilip çevrilip “maçoluk” ile özdeş anlaşılabiliyor bugün. Anna’nın, Kibele’nin, Wurusama’nın topraklarında, kadınlar “töre adına” öldürülebiliyor; baskı altına alınıp zorla evlendirilebiliyor; şiddete maruz bırakılabiliyor. Altı bin yıl içinde neredeeen, nereye.

Burak Eldem