2009’a girdik ama çok da güle oynaya değil. Dünya ve ülkemiz büyük sorunlar ve krizlerle karşı karşıya ve kendini baskı ve gerilim altında hissetmeyen yok bu ortamda. Bu noktada derKi.com’un yazarları Burak Eldem ve Cem Şen’le birlikte her sayı bir araya gelip, belli konularda konuşalım ve okurlarımızla görüşlerimizi paylaşalım istedik.

Sonsuz:
Sevgili Burak önce seninle başlamak istiyorum. “2012: Marduk’la Randevu” kitabın yayınlanalı nerdeyse 6 sene oldu ve adım adım 2012’ye doğru yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça da, kitabında altını çizdiklerinin birer birer gerçekleşmeye başladığını görüyorum. İnsanlar kitabını okumadan seni yargıladılar belki, ama sen ayakları sağlam yere basıp, tarihsel verilerden yola çıkarak tezlerini sunmuştun. Şimdi birer birer gerçekleşiyorlar. İşin gerçeği, 2012’ye yaklaştıkça hepimiz üzerinde gerilim arttı ve dünyadaki kaos arttı. Özelikle de ekonomik kriz hepimizi etkiledi. Senin genele dair görüşün nedir? Ne alemde bu gezegen? Nereye doğru gidiyor? Kısa bir özet alabilir miyiz?

Burak:
Aslında şu günlerde dünyanın yaşadığı süreç, yeni ortaya çıkmış koşullara ya da beklenmedik gelişmelere bağlı değil. Adım adım yürüyen bir sürecin kritik aşamalarına daha henüz varmaya başladık, bütün mesele bu. Ben Marduk’la Randevu ilk çıktığı aylarda yapılan röportajlarda hep şunu söylüyordum: “2012’yi ya da herhangi bir tarihi, mistik bir şeymiş, bir kehanetmiş gibi düşünmeyin. Hele bu süreç içinde ‘ani bir kırılma noktası’ gibi beklenmedik anda, birdenbire ortaya çıkacağı kanısına varmayın. Toplumsal süreçler (tabii jeolojik vb süreçler de) geniş bir zaman aralığında oluşur. Bu nedenle, 2004’te, bugünkünden farklı düşünecek ve belli gelişmeleri kanıksamış olacaksınız. 2005’te, bir önceki yıla göre çok şey değişecek, 2006’da yine öyle… Yani 2012’ye birdenbire, bir adımda, sihirli bir değişim gibi gidilmiyor. Bu nedenle, o döneme girerken siz şu an aklınızda bile olmayan sorun ve gelişmelere öyle odaklanmış olacaksınız ki, dünyaya böyle bakmayacaksınız.”

Gördüğümüz de bu zaten. Her gün, her hafta, her ay, her yıl, koşullar kendi getirdikleri yeni içeriği gündeme taşıyor ve konjonktürü aşama aşama örüyorlar. Ben bu kitabı ilk yazdığım günlerde “iklim değişimi” sorununu bir avuç insan biliyordu. Şimdi gelinen noktada kuraklık ve tarım krizi tehlikeleri var ve dünya gündeminde iklim ilk sıralara yükseldi. Yani aslında “ani sıçrama”lar ve sürprizlerle olmuyor bir şeyler. Yarın olacakları, dün ve bugünün gelişmeleri hazırlıyor. Bu hem sosyal/siyasal konular için böyle, hem de jeolojik, atmosferik vb konular için.

Elbette süreçlerin ivme kazandığı ve dönüşümlerin daha keskin virajlar aldığı evreler de olur tarihte. Biz de bunlardan birini yaşıyoruz. Aşağı yukarı, 1990’ların sonlarından bu yana bu böyle. Bugün yaşadıklarımız, tarihin “kayda değer” dönüşümlerinden birine tanıklık etmek.

sonsuz:
Bu dönüşüme tanıklık etmek, belki bir 100 sene sonra dönüp bakacaklar için “Vay bee! O zamanlarda yaşamak vardı” dedirtebilir ama sanırım her dönüşüm döneminde olduğu gibi, o dönemin içinde yaşayanların imanı gevriyor. Cem’le yaptığımız bir röportajda benzer bir cümleyi, ülkemiz çerçevesinde kullanmıştı: Yani bir yenilenme ve değişim dönemine girdiğimizi ve bunun birkaç yıl süreceğini. Senin bakış açını alabilir miyiz Cem? Sen neler görüyorsun bu gezegende?

cemsen:
Sanırım bir tür kritik kütle meselesi ile karşı karşıyayız. Bu açıdan Burak’a katılıyorum. Duruma ister tarihi, ister ezoterik, ister sosyolojik anlamda yaklaşalım kaçınılmaz olarak karşımıza şöyle bir durum çıkıyor: Bir kütle büyüdü ve geldiği bu noktada artık daha fazla büyüyemeyip kendini başka bir şeye dönüştürmek zorunda. Belki de kendini doğurmak zorunda. Mayalar, Samanyolu’nun hamile kaldığını ve 2012’de doğuracağını söylüyorlardı yanlış hatırlamıyorsam. Burak daha iyi bilecek konuyu şüphesiz. Kendi konularım açısından baktığım zaman şunu çok net görebiliyorum. Cehalet olarak adlandırdığım hafıza kaybı ya da farkında olmama hali o kadar iliklerimize işlemiş durumdaki insanlık olarak, bir kabusun içinde, bunun bir kabus olduğunu anlayamayan insan gibiyiz. Dönüşüm zamanına yaklaşırken sanırım karşı karşıya olduğumuz en ciddi tehlike de kendi bilincimizden ve gerçeklik modellerimizden kaynaklanıyor. Son zamanlarda doğu ezoterik geleneğinde çok ama çok ciddi şeyler oluyor. Bunlardan bir iki tanesini aktarmam gerekirse eğer, bir tanesi ileri düzey bir Taocu ölümsüzün içinde bulunduğumuz zaman için yorumları… Dünyanın tehlikeli bir dönüşüm çağına geldiğini ve yakında olacak bu dönüşümün insanların tavrına bağlı olarak bize ciddi zararlar verebileceğini söylüyor. Daha da ilginci, Budha, Uzakdoğu’da, şimdilik nerede olduğunu söylemeyeceğim, yeniden doğdu. Budha derken şunu kastediyorum: Tarihi Budha değil, “mutlak aydınlanmaya ulaşmış kişi” yeniden doğdu. Tüm belirtileri gösterdi. Dalai Lama ve tanınmış ustalar saygılarını sunmaya gittiler. Ben de bu sene tapınağa gitmeyi hayal ediyorum.

Budha şunu söylüyor: Karanlık arttı. Onu aydınlatmak için binlerce yıl önceden verilmiş bir kararla geldim. Tabii ki dünyayı kurtaracağım filan demiyor yanlış anlaşılmasın. Söylediği, cehaletimizin neden olduğu karanlığımızdan, Mara’dan ya da batı terminolojisiyle konuşursak şeytandan arınmazsak (şeytan batıda kullanıldığı anlamda değil) hepimizi kötü bir gelecek bekliyor. İlginçtir ben kendimin ve tanıdığım bazı arkadaşlarımın 2012 yılındaki numerolojilerini inceledim ve çok ilginç bir durum ile karşı karşıya kaldım. Örneğin o yıl benim için bir başlangıç yılı ve bana liderlik yapmamı söylüyor. Oysa benim en hoşlanmadığım ve rahatsız olduğum şey liderlik yapmaktır. Bana bu kadar zor gelen çok az şey vardır bu hayatta. Diğer arkadaşlarımın da kendi zorlandıkları durumlar ile karşı karşıya kalacaklarını gördüm ve ister istemez bunun bir rastlantı olamayacağından kuşkulandım. Sanki o yıl itibariyle hepimiz kendi karanlık tarafımızla, cehaletimizle, zayıflıklarımızla boğuşmak zorunda kalacak gibiyiz. Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz çağ gerçekten kritik kütleye ulaştığımız bir dönemi işaret ediyor gibi ve sanırım 2012 bir tür doğumun başlangıcı olacak. Biliyorsunuz, morfojenik alanlar kuramına göre kritik bir sayı (ki 100. maymun ilkesi bunu anlatır) belli bir durumu tekrar ettiğinde, bu durum morfojenik alanda değişim yaratır ve o türün tüm üyeleri bu durumu tekrarlayabilir hale gelir.

Şimdi son bir kaç bin yıllık tarihe bakarsak içinde acı, kıyım, kan, nefret ve hepsinden önemlisi KORKU olduğunu görüyoruz. Bu cehalet Budizm’de Mara ya da şeytan olarak adlandırılan kendi yanılgımız, kendi karanlığımız. Üstelik o kadar uzun süre tekrar ettik ki bunları artık kendini maddileştirme avantajı yakaladı. Yine Taocu ezoterizme göre bir düşünce formu eğer güçlü bir şekilde beslenirse madde olarak kendini varlık alanına çıkarır. Bu durumda asıl soru bu konuda ne yapmamız gerektiği. İşte burası çok önemli; çünkü bu bizim, evrimimizin bu aşamasında ne şekilde ilerleyeceğimizi belirleyecek. Şu anki evrim bizi yok oluşa götürüyor. Sanırım tam bu aşamada bir evrim değil bir mutasyon gerekiyor; yani ani bir sıçrama. Eğer bu ani sıçramayı yapar ve kendimizi bir tür mutasyona döndürürsek kazanacağız.

sonsuz:
Buradan anlıyoruz ki, gezegenimizde yaşanan değişimler sadece sosyolojik, ekonomik, politik değil; bununla birlikte İNSAN’a, BENliğe dair de gelişimler. Maddi ve manevi anlamda evriliyoruz ve bu DEVRİM değil, bilakis EVRİM her anlamda. Sen ne dersin üstat? Gerçi kitapta daha çok maddi dünyaya dair değişimlerin altını çizmiştin ama aynı zamanda işin ruhani tarafına bakışını da okumuştuk derKi’deki yazılarında… Cem’in söyledikleriyle birleştirince senin görüşlerin nedir bu dönüşüm hakkında?

Burak:
Belli bir yerden durup bakınca, sanki üç ayrı perspektif varmış ve birbirinden bağımsızmış gibi algılanabiliyor: Fiziksel/kozmolojik, yani maddesel diyebileceğimiz değişim; toplumsal yapıların yaşam damarlarında, yani ekonomi, siyaset ve kültürde ortaya çıkacak değişim; nihayet, insanda, yani “bireyde” ortaya çıkan/çıkacak algı/kavram ya da yaygın deyişle “farkındalık” değişimi. Ama bu bir illüzyon. Bunların üçü de, birbirleriyle doğrudan bağlantılı ve iç içe. Cem Maya’ların “galaksinin gebeliği” ile ilgili sembolojilerinden söz etti. Gerçekten de “çağ değişimi” dedikleri şey, “eskinin ölümü, yeninin doğumu” anlamına geldiği için metaforik olarak da 2012 düşüncesine uyuyor. (Bu işin felsefi tarafı biraz.) Mayalar yeni çağın yeryüzünde başlayacağını ama değişimin kozmik düzeyde olacağını düşünüyor ve bunun bize yansımasından payımızı alacağımıza inanıyorlardı. Kendi ezoterileri içinde “evrenin rahmi” ve “zamanın mekan içinden doğumu” bu anlamda doğru.

Diğer yandan, Cem’in sözünü ettiği “bireysel aydınlanma” da bütün bu değişim ve dönüşüm sürecinin önemli bileşenlerinden biri. Aydınlanma denen şey, ister insanlar ister toplumsal yapılar için söz konusu edilsin, bir anda, aniden, “vahiy” gelmiş gibi falan yaşanmaz. Bir süreç içinde adım adım oluşur. Bireyin kendi gelişiminde bir noktaya varması ya da dönüşmesi de böyle, toplumların değişimi de. Fransız Devrimi’yle özetlenen büyük değişim, 1789’da cikletten çıkmadı tabii birden; on ikinci yüzyıldan itibaren ince bir damar halinde başlayan “yeni akış”ın belli bir noktadaki doğal sonucuydu. Şimdi de benzeri bir durum söz konusu. Her şeyden önce, kozmik anlamda, içinde bulunduğumuz yapı ciddi biçimde değişiyor ve yenilenme sinyalleri veriyor.

“Marduk’la Randevu”nun yayınlanmasını izleyen günlerde, bütün bunların ani bir dönüşüm tetikleyicisiyle ortaya çıkacağını düşünmemek gerektiğini söylemiş ve “Marduk, bütün bu evrensel süreçler içinde yalnızca bir ayrıntı” demiştim. İşin çok küçük bir parçası – her ne kadar sonuçları ya da birlikte getirdikleri önemli olsa da. Bugün bu kozmik sürecin kritik dönüm noktalarından birine yaklaşıyorsa evrenin bizim bulunduğumuz köşesi, “maddesel” ya da “spiritüel” anlamda (bence ikisi de aynı şey ama bu uzun bir konu) bireyin bundan etkilenmemesi düşünülemez.

Yalnız, mesele şurada: Eğer “insan türünün evrimi” perspektifinden bakarsak bu duruma, “türün tamamına özgü bir evrim” modelinin söz konusu olmadığını gözden uzak tutmamamız lazım. İnsanlar bir sabah kalkıp aniden “değişmiş” olarak uyanmayacaklar. Hatta büyük bir çoğunluğunda değişim meğişim olmayacak, yalnızca olanları izlemeye ve kavramaya çalışacaklar. Değişim, farkındalık ve kavrayış, her dönem olduğu gibi, küçük bir azınlığa özgü… Ha, ama o azınlığın belirleyiciliğini de sacayağının üçüncü parçasında, yani toplumsal dönüşümde görme durumu söz konusu. Sosyal yapıları değiştirecek momentum, bu azınlığın içinde büyüyüp gelişiyor ve bizden sonraki kuşaklarda da böyle olacak.

Toparlarsam, Cem’in sözünü ettiği gibi bir “Buddha” ya da “Buddha’lar”ortaya çıkıyorsa şu dönemde, hem kozmik olarak, hem toplumsal anlamda bu dönüşümü hazırlayan koşullar da gelişmiş demektir.

sonsuz:
Bu noktada konunun derinliği ve anlamının yanında bence çok yüzeysel kalan bir soru sormak istiyorum; çünkü eminim ki zaman yaklaştıkça bu konu medyanın elinde sakız edilip, iyice yıpratılacak ve dezenforme edilecek. derKi’ye gelen bazı maillerden de okurlarımızın bu konuda kafasının karıştığını görüyoruz. Şu soruyu çıkartayım da aradan, daha derine inebilelim istiyorum. Sevgili Burak, 22 Aralık 2012’de ne olacak bu gezegene? Güne nasıl başlayacağız. Geçtiğimiz günlerde bir modacımızın, TV’ye çıkıp “Gezegenin yarısı ölmüş olacak ve ABD bunu biliyor” gibi cümlelerine benzer cümleler kurmak ne kadar doğru? Ayrıca yine spiritüel kanallar var malum ve sürekli olarak yıllardır 2012 bilgisini sundular, sundular, sundular. İnsanlarda bir ani değişim beklentisi yarattılar.

cemsen:
Tabi DNA sarmallarımız değişecek filan gibi yorumlar var değil mi?

sonsuz:
Evet, aynen!

cemsen:
5. boyut falan açılacak diyorlar bir de… Belirsiz bir durum ama yeterince kurcalanırsa bir “duruma” dönüşür.

sonsuz:
Kısacası tarih 22 Aralık 2012. En uzmanına soruyoruz. Sabah kalktık. Nasıl bir dünya karşımızda olacak?

Burak:
Şimdi, tekrar edeyim o zaman bir kez daha: Bu tür dönüşüm evreleri, zamana yayılan ve çok sayıda parametre tarafından belirlenen bir süreç içinde yaşanır. Bu nedenle, her şey sessiz sedasız “durağan” biçimde giderken, birdenbire 2012 yılının Aralık ayı geldi ve bir şeyler değişiverdi gibi bir beklenti, bütünüyle yanılsama ve eksik düşünmeden kaynaklanıyor. Bu anlayışı destekleyen damarlar, toplumsal ideolojinin içinde var ama. İşin kötüsü de bu. Dinlerdeki, “iman sistemleri”ndeki bir “kıyamet”i bekliyor bazıları mesela. Ya da işi iyice ayağı yerden kesilmiş boyutlara taşıyanlar, kerameti kendinden menkul “kanallar”dan mesaj aldıklarını falan söyleyebiliyorlar.

Bunlarla vakit kaybetmeye değmeyeceğini düşünüyorum, biz yine bildiğimiz yoldan devam edelim: 21 Aralık 2012 ya da 23 Aralık, sembolik, daha doğrusu “süreç sınırlayan” bir tarihtir. Bir işaret ya da bir kilometre taşı gibi. O gün aniden, birdenbire, beklenmedik biçimde olacak dehşetengiz gelişmeleri işaret etmez. Söz konusu tarih, dünyanın Güneş çevresindeki yörüngesinin önemli tropik duraklarından “Kış Gündönümü”dür ve Mayalar, diğer birçok eskiçağ toplumu gibi, Kış Gündönümü’nü başlangıç olarak alıyorlardı, bunun için öyle “gün işaretleme” gereği duymuşlar. Yoksa süreç, zamana yayılmış biçimde geliyor zaten. Dediğim gibi, bugün içinde yaşadığımız dünya ile altı yıl önceki dünya arasında ciddi farklar var, o zamanlar bunların birçoğunu bilemiyorduk.

2012 için de aynı şey geçerli. O kritik dönüşüm noktasını hazırlayan her şey, yavaş yavaş oluşuyor zaten: İklim paternlerinin çöküşü, jeolojik dönüşümler, bu arada toplumsal çalkantılar, bunlara bağlı siyasi ve diplomatik değişimler sırayla devreye giriyorlar. Bu anlamda, kestirme bir tahmin, kehanet gibi bir şey olur. Ama ayağı yere basarak çok genel bir şey söylemek gerekirse, 2012 sonunda dünyada siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda çok farklı bir konjonktürün ortaya çıkacağını düşünebiliriz. Kaynakların daha çok tükendiği, toplumsal yapıların ciddi biçimde sarsıldığı, “yarın” kaygısının arttığı ve savaşların “sıradan” hale gelmeye başladığı bir dünya modeli görünüyor ufukta.

sonsuz:
Yani hiç de öyle laylaylom, ay 2012 geçti de dünya Aydınlık Çağ’a erdi. Yaşasın kurtulduk durumları söz konusu görünmüyor. Bilakis karanlığın yoğunlaştığı ama yavaş yavaş aydınlanmaya da başlayacağı bir gündönümü gibi bu tarih. Ben bu noktada Cem’e şunu sormak istiyorum. Dünya üzerindeki karanlık’ı, onun neler yapmaya çalıştığını, bu krizlerdeki rolünü, bir yandan da aydınlığı tetikleyici rolü olup olmadığını ve gelecek günlerin bizleri aydınlığa götürüp götürmeyeceği konusundaki görüşlerin nelerdir? Az önce belirsiz bir durum yeterince kurcalanırsa bir “duruma” dönüşür demiştin. Aydınlık üzerine yoğunlaşmak, bu süreci kolaylaştırır mı, yoksa hayal mi görüyoruz?

cemsen:
İlk olarak Burak’a katılıyorum. Şu an Devrim-i Kebir yani kıyametin geldiğini söyleyen dini ekoller de var, DNA sarmallarımızın değişeceğini söyleyenler de… Ama bence bunlar gerçekten konunun özünden sapmaktan başka bir şey değil. Kaybolan insan daireler çizerek dolaşır ki bu zihinsel durumumuz için de geçerlidir. Genellikle kayıp olan insan aynı şeyi tekrarlar durur. Einstein boşuna “Bir sorunu, onu yaratan zihinle çözemezsiniz” dememiş. Demek ki asıl mesele lineer bir hatta, yani düz çizgide ilerlemeyi başarmakta. Bu nedenle de ilk olarak merkezimizi kaybetmememiz gerekiyor.

Şimdi dikkatinizi çok ciddi bir duruma çekmek istiyorum: Her şey önce zihinde başlar sonra maddi gerçeklikte kendini varlık alanına çıkarır. Örneğin samurailer çocukları infaz yerlerine götürür onlara ölen insanları seyrettirir ve çocuklarının ölüme hazır olmalarını sağlamaya çalışırlarmış. Günümüzde Amerikan Seal komandoları genellikle mezbahalara götürülür ve boğazlanan hayvanları izleyerek vahşete alıştırılmaya çalışılırlar. Şimdi arkadaşlar, televizyona bir bakın. Vahşetin ve katliamın bu kadar ayrıntı ile, farklı kamera açılarından, yavaş yavaş, bir tür sanat gösterisi gibi izlendiği bir dönem hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum. Benim çocukluğumda ki, tarih olarak bakarsak aman aman bir zamandan bahsetmiyoruz, korku filmleri bugünün çocuk çizgi filmlerinden daha az vahşet içeriyordu. Günümüzde katliam ve vahşet son derece sıradan ve zihinsel olarak göre göre alışkanlık geliştirdiğimiz bir şey oldu. Yani eskiden sokakta bir adamın kolu kopsa pek az insan midesi bulanmadan buna bakabilirken günümüzde kafası kopan adamın yanına gidip “Aaaa adama bak” filan diye konuşuyor insanlar. Vahşetin bu kadar rahat kabul gördüğü, daha önemlisi “bir eğlence aracına” dönüştüğü tek dönem belki de Roma’da arenalarda oyunlarının olduğu dönemdi. Kaldı ki o zaman bile vahşet bu kadar yakından bu kadar farklı açıdan bu kadar açık açık izlenemezdi. En nihayetinde bir gladyatör diğerini öldürür biterdi. İzleyici uzaktan izler, olay tekrarlanamaz, o olayı farklı açıdan göremez, heyecanın dozunu artıran bir müzik duyamazdı. Oysa bugün bütün bunları inanılmaz bir gerçekçilikle izliyor ve normal, sıradan kabul ediyoruz. 20 yıl önce televizyonda bir yumruklaşma sahnesinde adamın burnu kanasa “Ne kadar gerçekçi bir sahne,” derdik, bugün ise seri katil öldüren seri katil ile ilgili olarak yapılan en basit dizilerde bir seri katilin zihnini anlıyor, onunla özdeşleşiyor, ona sempati duyuyor ve yaptığı katliamı tam bir gerçekçilikle izliyoruz. Hatta bırakın gerçekçi izlemeyi, artık gerçek yeterince “canımızı acıtamadığı” için abartılmış bir gerçekçilikte izliyoruz. Yani şiddet ve vahşet artık son derece günlük ve normal bir durum. Bu durumun alıştırmasını yapan bir insan için öldürmek inanın bana çok zor değil. Peki ama bütün bunlar nasıl oldu? Dünyayı yöneten bir akıl yavaş yavaş bunları damarlarımıza mı zerketti, yoksa bu, doğal bir sürecin bir sonucu mu? Ben her iki kuramın da geçerli olduğuna inananlardanım. Sözlerim biraz komplo teorisi gibi algılanabilir bunun farkındayım ama şöyle ya da böyle bir takım akılların dünyaya şekil verdiklerine inanma eğilimindeyim. Eğer bunu tartışmak istersek gerçekten uzun uzun yazmam gerekir ve eminim ki güzel bir zihinsel cimnastik olur ama sanırım konumuz bu değil. Fakat ister doğal süreçlerin bir parçası olarak isterse bir takım akılların ürünü olarak gelişmiş olsun, ortada bir gerçek var ki karanlık ya da karmaşa, ya da her ne isim verirsek verelim bu tatsız durum, şu anda kritik bir düzeye ulaşmış durumda. Bunu pek çok yerde tartıştım. Günümüzde, “sürdürülebilir” bir yaşam modeli içinde yaşamıyoruz. Bu yaşam modeli ile dünyanın bu nüfusu kaldırması olanaksız. Ne derseniz deyin ister şöyle ister böyle nüfus azalmak zorunda. Bunu acısız yapmak harika olurdu. Eğer elimizdeki teknolojik gelişimi dünya üzerinde mesela 500 milyon insanla kullansak ve nüfusu bu sayıda tutsak gerçekten bir cennet yaratabilirdik. Biliyorsunuz bunun örnekleri var tarihte. Fakat kitleler bireylerden farklı bir düşünceye sahiptir. Kitle ne yazık ki bireyden daha kaba, daha akılsız ve daha vahşidir. Toplumsal olaylarda bunun örneklerini sürekli görürüz. Bir insan İstanbul’daki azınlıkların malını yağmalamayı aklından geçirmez ama 1000 insan bir araya geldiğinde çapulcu oluverir. Yani kitle tehlikelidir ve düşünmez.

Günümüzde kitleyi yönetme becerisine sahip olan güçler aynı zamanda dünyanın kaderi üzerinde de belirleyici bir role sahipler şüphesiz. Bu güçlerin yenilgiye en fazla yaklaştıkları dönem bence 68 hareketi sırasında oldu. Ama o dönemin gençlerinin aklı tıpkı şimdi bizlerin olduğu gibi dağıldı. Asıl konuyla uğraşacaklarına yan konulara saptılar. Bir gecede tüm dünyayı değiştirme gücüne sahip bir güç böylece eriyip yok oldu gitti. Günümüzde de durum aynı ama biraz daha zor ve tehlikeli bence. Bu sefer cidden insanlığın bilinci ve anlayışı ile ilgili bir sorun var ve bunu sık sık yaşıyoruz. Ekonomik krizler ve benzeri şeyler ise varolan korkumuzu ve güvensizliğimizi artırıp bizi karanlığa sürüklüyor. Biliyorsun Hasan, ben Thumos’ta değişim sürecinde ekonomik krizlerin başlayacağını söylemiştim, ikinci kitabımda yazdığım bazı şeyler ise ben kitabı bitiremeden olduğu için şimdi onları değiştiriyor ve güncelliyorum. Sonuç olarak eğer 2012’de dışarıdan gelen bir güç sonucunda dünyada bir felaket yaşanmayacağını varsayarsak, yani göktaşı çarpmayacaksa ya da ne bileyim bir güneş fırtınası olmayacaksa filan, bu durumda kendimizi soktuğumuz bu durumdan elbette gene kendimiz çıkacağız.

Lise yıllarımda bir kasetçalarım vardı; yıllarca kullandım ve hiç bozulmadı. Sonra bir gün yeğenime verdim ve 2. gün bozuldu. Ablam bana çamaşır makinesini vermişti. Bozuk ama seni 6 ay idare eder diye. Üniversitedeydim o zaman ve çamaşır makinesi bir anda kendine geldi, yıllarca kullandım. O zaman şunu farkettim: zihnimdeki sakinlik bir şekilde maddi dünya üzerinde de bir anlamda olumlu etki sağlıyordu. Öyle mucizevi bir şeyden bahsetmiyorum aslında basit bir şey bu. İki insan aynı arabayı kullanır; biri kullanırken araba durmadan sorun çıkarır diğeri kullanırken sorunsuz çalışır. Dünya ile iletişimimizde de işte böyle bir etkileşim var.

Dolayısıyla da sorduğun soruya vermem gereken kısa yanıt aslında “Evet, zihinsel durumumuzdaki değişim olumlu ya da olumsuz sonuçların doğmasına neden olacak” olurdu.

sonsuz:
1929’daki ekonomik kriz, 2. Dünya Savaşı sayesinde çözülmüştü ve ABD, bu şekilde bugünkü gücünü elde edebilmişti. 2008 krizini aşmak için illa bir savaşa ihtiyaç duyacak mı bu insanlık? Nufüs azalmasından bahsetti Cem az önce ki, nüfusumuz cidden çok fazla. Savaşın bu yönde bir katkısı olur mu? Olursa da geri kalanlar durumu toplayabilirler mi? Ya da şunu sorayım: Çok mu umutsuz durum, sevgili Burak?

Burak:
Cem sözlerinin arasında üç kritik noktaya dokundu ki, başlı başına bunlar üzerine ayrı bir oturum yapılabilir. Birincisi, “kitleler insanlardan (bireylerden) daha vahşi olabilir” dedi. Bu, aslında nereden ve nasıl baktığınıza bağlı. Eğer sözünü ettiğiniz bireyler, o vahşi devinimi içselleştirebilen grup içinden seçilmişse, çok doğru değil. Ama o eğilimin dışından gözlem yapan ve uzak duran bir başka grup, “bir azınlık” için söylenirse doğru. Mesele şu: Kitle dediğimizde, hemen her zaman çoğunluğu, “majority”yi anlamamız lazım. Böyle baktığınızda, çoğunluğun değerleri de, algılayışı da, reaksiyon ve refleksleri de, daha “vahşi” bir potansiyel taşıyacaktır her zaman. “Linç” dediğimiz histeri, böyle ortaya çıkar ve manipule edilir. Bir başka deyişle, bir kitle söz konusu olduğunda, örneklenen grubun çoğunluğu ele alınıyorsa, o vahşilik potansiyelini zaten göz önünde bulundurmak lazım. Çünkü bir grubun sahip olduğu potansiyel, içlerinde düzeyi en düşük olan bireyinkine eşit ya da onunki kadardır. Bu nedenle, normal hayatta hiç tanımadığı bir adama durduk yerde hakaret etmeyecek, bu gereği duymayacak insanlar, stadyum tribününde bir ağızdan kolaylıkla “ibne hakem” diye bağırabilirler. Futbol kültürü, buna en somut örnek aslında. Yani kitle, zaten içerdiği bireylerin toplam düzeyi kadar ve o doğrultuda bir potansiyele sahip. Bunu gözden uzak tutmamak lazım.

Cem’in söylediği ikinci nokta, yine bununla bağlantılı ve çok önemli: “Kitlelerin hareketini yönlendirebilecek güç sahibi grup” dedi. Bu gerçekten de kilit nokta, çünkü tarihin önemli bir bölümü, kitlelerin momentumunu elinin altında tutabilecek grupların tercih ve eğilimleri doğrultusunda oluşuyor. Yani sözgelimi faşizmden söz ettiğimizde, büyük bir çoğunluk üzerinde tahakküm kurup o çoğunluğa zulmeden ve sömüren bir ayrıcalıklı küçük grubu anlarsak, algı yanılması içine gireriz. Faşizm ve benzeri despotik yönetimler, “kitle kültürü” ve psikolojisini denetimli biçimde kullanmayı iyi bilen stratejistlerce yönlendirilir. Yani bir küçük azınlık, büyük çoğunluğun canına okurken ve o çoğunluk bunun farkına varmakta zorlanırken, durumu doğru değerlendirip karşı çıkan bir başka küçük azınlığı, faşizmin yönlendiricileri, o “büyük kalabalıklara” parçalattırır, aslanlara yem atar gibi. İdeoloji dediğimiz şey, kültürle birlikte bu nedenle önemli.

Cem’in sözünü ettiği üçüncü önemli kavram, “dünyayı değiştirmek”. Yani diğer iki noktaya doğrudan eklemleniyor. Şimdi üçünü aynı düzlem içinde bir araya getirirsek:

Birincisi: Kitlelerin çoğunluğu (yani insan toplumunun çoğunluğu) daha “geri” (bu sözcüğü dikkatli kullanmak gerek aslında) daha “kaba” ve daha şiddete eğilimli, daha “bencil” niteliklere sahiptir. Bu bir seçkincilik ya da aşağılama falan değil, durum tespiti; bir göreceliliğin altının çizilmesi. Dolayısıyla, bu büyük çoğunluğun sahip olduğu toplumsal/fiziksel gücü yönlendirmek ya da denetimini elde tutmak, tarihin akışını ve geleceği belirlemekte de önemli oluyor. Dünyayı değiştirmek isteyenler (her zaman “azınlık”tır aslında) tarih boyunca bunun için zamana ve koşullara göre değişen yöntemler denedi. Çoğu başarısız oldu son kertede; belki insanın zihinsel- vicdani sorunlarıyla bağlantılıdır. Azınlık hareketiyle, tepeden inme “darbeciliği” deneyen “iyi niyetli”ler de oldu, kitlenin içinde eriyip onu öne çıkararak ve misyonla yükleyerek yönlendirmek isteyenler de.

Sosyalizm, bu ikinci eğilimin ürünüdür mesela ve kitleyi figüran olmaktan çıkarıp kaderini eline almaya zorlamakla önemli bir adım atarak değişimi sağlayacağını düşünmüştür. Sonucun çok da başarılı olduğunu söyleyemeyiz ne yazık ki, bugün geldiğimiz nokta ve sosyalist sistemin “reel” anlamda çöküşü düşünülürse. Bu noktada, kilit konu, kitlenin momentumunu harekete geçirecek gücün artık bu sefer “karanlık”tan değil, “aydınlık” içinden çıkması. Yani, yine bir azınlıktan, dünyayı “herkes yararına” değiştirmeye kendini adamış, vicdan/sağduyu açısından daha yetkin bir azınlıktan söz ediyoruz. Denetimin ne kadarını bu azınlığın sağlayabileceği, önem taşıyor. Ama böyle bir şeyi düşünebilmek için, her şeyden önce: 1. O azınlığın kendi farkındalığını geliştirmesi 2. Yan yana olmayı ve “değişimi” kendinde ve yakın çevresinde başlatmayı bilmesi ve 3. Dünyayı olumlu anlamda, kararlı biçimde değiştirmeyi istemesi gerekiyor. Şimdi senin sorunu bu noktaya bağlayayım:

1929 bunalımı, ilk örnek değil. Kapitalizmin doğası, bunalımı tetiklemeye ve kaosa eğilimlidir ve ilk büyük ciddi çöküntü 19. yüzyıl sonlarında yaşanmış, Birinci Dünya Savaşı’yla aşılmıştı. 1929-33 bunalımı hem teorik anlamda ekonominin sorgulandığı Keynesçi yaklaşımla, hem de elbette İkinci Dünya Savaşı’yla geride bırakıldı. Peki şimdiki durum ne? Benim fikrim, 1929-33 bunalımından çok daha ciddi bir noktaya doğru gittiğimiz. Bunu, benzeri bir “dünya savaşı” dahi çözemez ama hırs, açgözlülük ve korku içindeki egemenler, kitlelerin momentumunu yönlendirmeyi yine başarırlarsa, bizi o noktaya sürüklemek için ellerinden geleni yapacaklar. Mesele, sözünü ettiğimiz diğer küçük azınlığın, yani kendimize de birtakım değerler vehmederek tanımladığımız azınlığın, buna karşı bu kez neler yapacağı. “Aydınlık” ile “karanlık” arasında, kimbilir kaçıncı yüzleşme olacak.

sonsuz:
Cem’in Thumos’unda aslında bunun vurgusu özellikle yapılıyordu. Karanlık egemenlerin elinde çok fazla seçenek ve silah var. Ama aydınlığı kullanabileceklerin ellerinde çok fazla seçenek yok gibi. Böyle bir karşılaşmada denge nasıl oluşacak? Aydınlık bu dünyayı yönlendirmeyi başarabilecek mi? Birey olarak bizler neler yapmalıyız? Oturup izlemeli miyiz? Cem seni dinliyoruz.

cemsen:
İlk olarak her tezin varolabilmek için bir anti-teze ihtiyacı vardır. Bu nedenle Burak’ın da son derece iyi bir analizle aktardığı gibi kitlelerin belli bir yöne doğru harekete geçirilebilmeleri için onlara bir “düşman” verilmesi gerekir. Bu sayede aslında savaşmaları gereken şeyin düşman sandıkları şey olmadığını anlayamadan belli bir yöne doğru ivme kazanırlar. Örneğin 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan Hitler, görünür hedef olarak ortaya Yahudileri atmıştı. Onları düşman yaptı. Batılı diğer uluslar ise onların karşısında yer aldı. Oysa bugün biliyoruz ki Amerika, en az Almanya kadar yahudi toplumuna karşıydı. Avrupa ise yüzyıllardır yahudi toplumunu sürekli olarak yok etme çabasında oldu.

Satranç türevi zeka oyunlarında, asıl hedefinizi daima bir seri küçük hedefin ve saldırının ardına gizlersiniz. Bu en bilinen taktiklerden biridir çünkü savaş, aldatma ile eş anlamlıdır. Yani bir zahiri saldırı vardır bir de batıni, görünen ve gizlenen saldırı. Mesele karşıt gücü görünen saldırıya çekerken asıl saldırıyı görünmeyen taraftan yönetebilmektir. Yine Thumos’ta bunun örneklerini vermiş ve terörist tehtidin görünen saldırı olduğunu söylemiştim. Bugün bu gücü kimin ya da kimlerin yarattığını hepimiz biliyoruz sanırım.

1. Dünya Savaşı sırasında, Çanakkale Savaşı, doğrudan doğruya Osmanlı’nın kalbine yapılan bir saldırı olmaktan çok bence İngilizler’in Mısır üzerinden petrol bölgelerinin hakimiyetini kazanma planlarını örtbas etmek amacıyla yapılmış bir saldırıydı. Bu tür eylemleri pek çok imparatorlukta olduğu gibi İngiliz politikasında da sıkça görürüz. Örneğin hedef sizden 100 altın vergi almaktır ama 1000 altın vergi isterler. Siz kıyasıya pazarlığa girer ve sonunda 150 altın vergi ödemeyi kabul edersiniz. Üstelik işi ucuza getirdiğiniz için de kendinizi şanslı hissedersiniz sonunda.

Demek ki ilk hedef gerçekten de görünen saldırı yardımı ile görünmeyen asıl büyük hedefi gizlemektir. Günümüz ekonomik krizinin ardında bir kaç neden olduğuna inananlardanım. Bir tanesi sermayenin farklı bir ele aktarılması, ikincisi ise IMF ve benzeri para satan kurumların kendilerine müşteri yaratması. Bildiğiniz gibi 2 yıl önce gazeteler IMF’nin para satacak bir yer bulamadığını söylüyor ve acaba IMF’nin sonu mu geliyor haberleri yapıyorlardı. Şu an ise IMF kasaları sanırım hiç olmadığı kadar dolacak.

Büyük bir kütleye hareket vermek, ona ne yönde ve nasıl bir güç uygulanacağı ile ilişkilidir. Mesela bir tonluk bir taş kütleyi eğer 100 kilo ile hareket ettirmeye çalışırsanız, taşı itmeniz gereken yer onun tabanına yakın kısmı değil, üst kısmıdır. Yani eğer o taşı en üstünden ve belli bir açı ile yalnızca 100 kiloluk bir güç ile iterseniz o zaman devirebilirsiniz. Dolayısıyla küçük bir güç, doğru kullanıldığında büyük bir hareket başlatabilir. Elbette mesele bu hareketin nasıl yapılacağında.

Dünyanın tüm çağları yükseliş ve düşüş eğilimindedir. Evrendeki hemen her şey de bu temel yasayı izler. Her şey yükselir ve sonra çöker ve ardından yeniden yükselir. İçinde bulunduğumuz durum kaçınılmaz olarak bir çöküşü beraberinde getirecek. Burada dünya üzerindeki “yaşamın” yok olması tehlikesinden bahsetmiyoruz. Ben bunun olacağına inanmıyorum. Bununla birlikte bu çöküş “insanların” büyük bir kısmının yok oluşuna neden olabilir ve muhtemelen de olacaktır. Ben bu yok oluşun engellenebilir bir şey olduğuna inanmıyorum. Belki yumuşatılabilir, en az acıyla atlatılabilir ama engellenemez. Eğer engellenirse daha büyük bir yıkım bizi bekliyor olacaktır. Fakat her kötü durum iyi bir durumun mayasını içinde barındırır, aynı şekilde her iyi durum da kötü bir durumun mayasını. Bildiğiniz gibi en büyük karanlığın yaşandığı çağlar aynı zamanda en büyük zihinlerin doğmasına neden olur. Selçuklu’nun parçalanma dönemi ve Mevlana ile Yunus Emre, Osmanlının son dönemi ve Kemal Atatürk, Ortaçağ ve Meister Eckehart gibi.

Yani karanlık aynı zamanda ışığın mayalandığı kozadır. Aynı şekilde, içinde bulunduğumuz karanlığın ışığı kozaladığına inanıyorum. Bu durumda yapılması gereken en önemli şey, ışığı besleyecek bir bilinç durumu geliştirmektir. Ama bu, hafta sonu kurslarında kundalini enerjisini uyandırmak ya da iki nefes egzersizi ile aydınlanmak filan gibi komik şeylerle olmayacaktır. Eğer oluyorsa o zaman sanırım ben ve benim gibi 20-30 yıldır kendini ruhsal çalışmalara adayan ve bu insanların bahsettiği seviyelere yaklaşamayan insanlar cidden son derece yeteneksiz olmalıyız. Elbette mümkündür ve yeteneksiz de olabiliriz. Fakat günümüz New Age akımı ya da ondan türeyen bütün bu garip uygulamaların, eğer bir karanlık taraftan bahsedebilirsek, O’nun çok işine yaradığını söyleyebiliriz. İçteki değişim zaman içinde ve yavaş yavaş oluşuyor ne yazık ki. Bu nedenle de sabırla işlenmesi gerekiyor. O nedenle içimizdeki ışık da sabırla işlenmesi gereken bir şey.

Sonsuz:
Durum tespitleriniz, analizleriniz çok aydınlatıcı. Fakat her zaman aklımıza şu geliyor? Ben kendi adıma nerede durduğumu biliyorum ve bunun adına kendi yapabildiklerimi yapmaya çalışıyorum. Siz de yapıyorsunuz. Mesela bu konuşmamız bile bir çalışmadır. Fakat bu yazıyı okuyup da, “ben ne yapabilirim?” sorusu aklına gelen ve “aydınlığı” içten arzulayan okurlarımız mevcut. Fakat ne yapacaklarından da emin değiller. Sizlerin önerileri ne olabilir bu konuda. Ne yapmalıyız, dünyamız ve geleceğimiz için?

Burak:
Ben çok kısa bir iki şey söyleyeyim: Herkes kendi tercih, düşünce, sezgi ve “iç ses”ine göre karar verecek nasıl davranacağına. Ama bilinmesi gereken şu: Gerçekten de tarihin oldukça kritik bir evresine tanıklık ediyoruz ve bunun devamında hayat, dünyanın hiçbir yerinde “eskisi gibi” olmayacak. Bunu düşünerek kendisini, sevdiklerini, yakınlarını ve değer verdiği insanları gözünün önünden birer birer geçirip, bu insanlar ve kendisi için “nasıl bir dünya” özlemi duyduğunu aklından geçirmesi yeter insanın. Zaten şu an bu söyleşiyi okuyorsa, o da “azınlıktan” demektir ve ne yapması gerektiğini ona birilerinin söylemesine gerek yok. Sezgiler, vicdan, akıl ve sevdiği/istediği dünyaya ilişkin tercihler… Bunlar, aynı dalga boyunda dolaşan insanları zaten ister istemez bir arada durmaya yönlendirecek diye düşünüyorum. Tarihte böyle kritik dönemlerde hep böyle olmuş. Belki de en kritik nokta, iki ilkeyle özetlenebilir şu dönem için: Hayatta kalma ve ayakta kalma. Bunu “bireysel” anlamda söylemiyorum; kendi gibi, kendine yakın olanlarla birlikte, ayakta ve hayatta kalma.

cemsen:
Aslında konuyu bir kaç noktadan ele almakta fayda var ama yazıyı çok uzatmamak için sanırım en uygulanabilir ve en önemli konunun “gerçek ihtiyacı belirlemek” olduğunu söyleyebilirim. Yapılması gereken şey birey olarak her düzeyde gerçek ihtiyacın belirlenmesi. Bizler, yüzyıllardır (hatta sanırım bin yıllardır) ihtiyacımız olmayan şeylere ihtiyacımız varmış gibi kandırıldık. Günümüzde de durum aynı. İhtiyacımız olmayan şeylere ihtiyacımız olduğunu yanılgısı, onları elde edemeyince hissettiğimiz mutsuzluğu ve korkuyu da beraberinde getiriyor. Sanırım bu da, şu anki karanlık düzeni devam ettirmemize yol açıyor. Gerçek ihtiyaçlarımızı belirlemek içinse belli bir ruh huzuruna ulaşmak gerekiyor gerçekten. Huzurlu insan tüketmeyi fazla sevmez, varolduğunu hissedebilmek için tüketme ihtiyacı duymaz. Sakin ve çevresi ile dengeli bir ilişki kurar. Sanırım başlangıcı burası yaparsak dünya üzerinde bir “ışık savaşçısı”nın (popüler bir terim kullandığımı biliyorum) yapabileceği en etkili hareket planını yapmış olabiliriz; çünkü karanlığın varolabilme aracı olan ihtiyaç ve tüketim dengesini kalbinden vurabiliriz bu sayede.

Sonsuz:
Ben bu noktada bir sayılık bir es vermek istiyorum. Sizlere bu değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...