En son ne zaman başınızı yukarı kaldırıp, ufkun üzerinde kalan gökyüzü parçasını gözlerinizle taradığınızı ve parlak yıldızların yerlerini saptadığınızı hatırlıyor musunuz? Yaşadığınız kentin uzağında, bilmediğiniz bir yerlerde yolculuk ederken, temel yönleri belirlemek için yıldızların ya da gezegenlerin yardımına ihtiyaç duydunuz mu hiç? Gökyüzündeki gezegenleri, sabit yıldızlardan ayırt edebiliyor musunuz? Kaç tane takımyıldızın adını sayabilirsiniz? Ya da iyice zor bir soru: Sirius’un yılın hangi döneminde şafak yükselişini gerçekleştirdiğine ilişkin bir fikriniz var mı?

Biz 21’inci yüzyıl insanları insanları için gökyüzü, fazlasıyla gelişmiş kentlerimizin gökdelenlerle dolu siluetine etkileyici bir arkaplan oluşturmanın ötesinde bir işleve sahip değil. Parlak kent ışıkları ve havayı kaplayan yoğun kirlilik, en hevesli yıldız gözlemcisi adayına bile yukarıdaki gök cisimlerinin bir çoğunu fark etme şansı tanımıyor. Otomobillerimizde, hatta cep telefonlarımızın içinde gelişmiş navigasyon araçlarımız var, dolayısıyla yolumuzu bulmak için belirli yıldızların pozisyonlarını gözlemeye gerek duymuyoruz. Bize saati ve günün tarihini büyük bir kesinlik ve hassasiyetle bildiren muhtelif takvim ve yüksek teknoloji ürünü saatlerimiz var ki, yılın hangi gününde, ayında ya da mevsiminde olduğumuzu anlamak için astronomi bilgisi gerekmiyor artık. Yine de ara sıra gözlerimizi gökyüzüne çeviriyoruz tabii: Bazen, acaba bugün yağmur yağar mı kaygısıyla bulutlara bir göz atmak, bazen de yanımızda sevdiğimiz bir insanla tatildeyken, gecelerimize romantik bir çeşni katmak için.

Yıldız gözlemcileri, zaman ve uygarlık

Bizlerle aynı yerlerde binlerce yıl önce yaşayan atalarımız için gökyüzünü gözlemek, kesinlikle bundan çok daha fazlasını ifade ediyordu. Her şeyden önce, en azından topluluğun bazı bireyleri için yıldız gözlemciliği, kendilerini çevreleyen evrene ilişkin net bir algı geliştirmeyi sağlayacak öğrenme sürecinin temel parçalarından biriydi. İlk bilge insanları, dikkatlerini gökyüzüne çevirmeye yönelten temel içgüdü, bizim de hâlâ kendi kendimize zaman zaman sorduğumuz şu bildik soru üzerine kuruluydu: “Neredeyiz? Burası neresi? Bu koca sistem nasıl işliyor?”

İnsanın evrenle ilgili sınırsız merakını tetikleyen felsefi dürtülerin ötesinde, elbette toplumun en eski “liderlerini” gökyüzünü güvenilir bir rehber olarak kullanmaya zorlayan, günlük yaşamın kaçınılmaz pratik ihtiyaçları da vardı işin içinde. Eğer içinde yaşadıkları topluluğun geleceğini planlamak durumundalarsa, zaman kavramını iyi anlamalı ve olabildiğince doğru ölçmeliydiler – bunu sağlayacak anahtar faktörlerin yukarılarda gözlenip keşfedilmeyi beklediğini fark etmeleri de fazla uzun sürmedi. Böylece ilk toplumların bilge insanları, zaman içinde birer gökyüzü gözlemcisi haline geldiler.

Güneş ve Ay, başlangıçtan itibaren güvenilir birer rehber rolünü üstlendi: Eskiler, çok geçmeden Ay’ın fazlarını ve döngüsünü keşfetmiş; hemen ardından da Güneş’in doğu ufkunda en kuzey ve en güney noktalar arasında gerçekleşen “yolculuğunun” farkına varmıştı ki, bu da onlara ekinoks ve gündönümlerini belirleme olanağı vermişti. Artık ellerinde gün, ay ve yıl kavramları vardı ve zaman ölçme sistemlerini basit “gün sayma” işleminden, gelişmiş ve sağlam bir “takvime” terfi ettirebilecek düzeye gelmişlerdi. Böylesi bir bilgelik, dünyalara bedeldi atalarımız için: Eğer bir takviminiz varsa, bir geleceğiniz de var demekti.

Eski gökyüzü gözlemevlerinin “taş çemberler” olarak adlandırılan formdaki çok sayıda örneğini dünyanın çeşitli yerlerinde bulabiliriz ki, bunlar arasında en ünlüleri olarak Salisbury Ovası’ndaki Stonehenge ve İskoçya’daki Callanish’i saymak mümkün. Peki Güneş ve Ay’ın gökyüzünde çizdiği yolları izlemek, gökyüzü hakkında kapsamlı bilgi edinmek için yeterli miydi? Elbette hayır.

Mağara adamının astronomisi

1960’lardaki çok önemli arkeolojik keşiflerin de ortaya koyduğu gibi, günümüzden 20 bin yıl öncesi gibi erken bir tarihte, ilk gökyüzü gözlemcileri gökyüzündeki parlak yıldızlar ve kümelere de dikkatlerini yöneltmeye başladılar. Fransa’daki Lascaux ve İspanya’daki Altamira mağaralarının duvarlarında uzmanlar, muhtemelen Boğa takımyıldızındaki Pleiades (Ülker) yıldız kümesini betimleyen merak uyandırıcı çizimlerle karşılaştılar. Bu “duvar resimleri” ile ilgili daha da ilgi uyandırıcı olan nokta, Pleiades betimlemeleriyle ilişkilendirilmiş apaçık boğa figürleriydi.

“Haydi canım,” dediğinizi duyar gibi oluyorum, “20 bin yıl önce bu adamlar bir tür gökyüzü haritalama sistemi oluşturup, takımyıldızları tanımlamaya mı başlamıştı yani?” Elimizde bunca az veriyle, bu konuda fazla bir şey söylememiz mümkün değil; ama bir şeyi güvenle belirtebiliriz ki boğa figürü çok eski dönemlerden itibaren açıkça gökyüzüyle bağdaştırılmış ve Pleiades adını verdiğimiz yıldız kümesi de(Boğa’nın eskiler tarafından gökyüzünde tanımlanmış ilk takımyıldız olduğunu göstersin ya da göstermesin) sıkı sıkıya boğayla ilişkilendirilmişti.

Karanlık gece göklerinde sanal olarak yıldızları gruplamak ve bunlar içinden takımyıldızlar tanımlamak ne işe yarar peki? Bir kere bu, gökyüzü gözlemcisine harita oluşturmak için çok değerli bir yöntem sağlar. Gruplandırılmış yıldızlara birtakım adlar vermek de bizim o bilge atalarımıza, bir zamanlar evrenin “bilinmeyen bölgesi” olarak görülen alanları daha iyi tanımalarına yardım edecek, çok etkileyici gökyüzü haritaları çizmek için gerekli olan referansları sundu. Daha da ileri gidip bu takımyıldızları eşit boyutlarda (yani gökyüzünde aynı uzunlukta yaylar çizecek biçimde) betimlediler ki, bu da Bronz Çağı’nın şafağı gibi erken bir tarihte, Güneş’in göksel yolunu ölçülebilir istasyonlara bölen bir “dairesel kuşak” tanımlamayı mümkün kıldı. Bu sistemi kullanmak yalnızca zamanı “saat” mertebesine dek ölçme olanağı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda göksel hareketleri izleyip kaydetme şansı da veriyordu.

Sabit yıldızlarla, “hızlı hareket edenler” arasındaki farklılığa dikkat edip, bu ikinci gruba gezegenler adını verdiler. Çıplak gözle izlenebilen beş gezegenin, yani Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün yörünge periyotları, dikkatle ölçülüp kaydedildi. Arkadaki takımyıldızlar, bu gök cisimleri belirlenen dairesel kuşak üzerinde istasyonları birer birer geçtikçe, her adımlarını izleyip kaydetmeye olanak veren bir harita işlevi görüyordu, gözlemciler için.

Eskiler başka ne biliyordu?

Kadim çağların hevesli gökyüzü gözlemcileri için bu “göksel okyanus”un içinde yıldızlar ve gezegenlerden başka unsurlar da vardı. Bu genellikle tahmin edilemez nitelikteki gök cisimleri, ufkun üzerinde nadiren boy gösteren kuyrukluyıldızlar ve asteroidlerdi ve bunlar da hiçbir ayrıntı atlanmaksızın dikkatle izlenirdi. Ardından, gözlemevlerinin bilge insanları, bu hareketleri basit ama dahice geliştirilmiş bir işaretleme sistemi kullanarak günlüklerine titizlikle kaydederlerdi. Gökyüzü gözlemcileri tarafından binlerce yıl boyunca (evet, binlerce yıl!) tutulup sonraki kuşaklara aktarılan bu günlükler, en “sıradışı” gök cisimlerinin bile yörünge periyotlarını hassasiyetle hesaplama olanağı veriyordu onlara.

Eski yıldız gözlemciliği geleneğine ilişkin bilgilerimiz, özellikle Sir Norman Lockyer’ın öncü çabalarıyla “arkeoastronomi”nin yeni bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkmasının ardından, geçen yüzyıldan bu yana dramatik biçimde arttı. 1894 tarihli çığır açan kitabı “Astronominin Şafağı”, eski toplumların yıldız gözleme geleneği ve metodolojisi üzerine odaklanıyordu. Lockyer, eski gökyüzü gözlemcilerinin, gök cisimleri hakkında bizim sandığımızdan (ya da kabullenmek istediğimizden) çok daha fazlasını bildiklerini ileri süren, yeni ve cesur bir yaklaşımla çıktı ortaya. 1969’da, onun izinden yürüyen iki uzman, arkeoastronomi üzerine sansasyonel bir kitapla bilim dünyasını salladı: Giorgio di Santillana ve Hertha von Dechend’in “Hamlet’in Değirmeni” adlı yapıtı, eski astronomların, bizim “ekinoks kayması” ya da presesyon dediğimiz, dünya eksenindeki spesifik döngü dahil olmak üzere, gezegenler ve gök cisimlerinin kendilerine özgü hareketlerinden haberdar olduklarını ileri süren, fazlasıyla devrimci bir bakış getirmekteydi.

Çok basit olarak presesyon, dünyanın dönme ekseninde gerçekleşen ve yaklaşık 26 bin yılda tamamlanan bir döngü. Bu hareketin görünür sonuçlarının en önemlisi, ekinoks dönemlerinde Güneş’in arkasında yer alan takımyıldızın değişmesi olarak ortaya çıkıyor. Aşağı yukarı her 2148 yılda, ilkbahar ekinoksu sırasında Güneş ile aynı hizaya gelen takımyıldız değişiyor (yani göksel çemberde yaklaşık 30 derecelik bir kayma yaşanıyor.) Sözgelimi İ.Ö. 2200 yılında ilkbahar ekinoksu güneşi, Koç takımyıldızının önündeydi. Yaklaşık İ.Ö. 100 yılından itibaren, presesyonun etkisiyle Balık takımyıldızına geçti ve bu yüzyıl içinde de Kova’ya doğru kayacak. Böylesi uzun süreli bir döngüsel hareketi fark etmiş olmak için, bir toplumun binlerce yıl boyunca gökyüzü gözlemciliği yapıp göksel kayıtları düzenli olarak sonraki kuşaklara aktarmış olması gerekiyor. Eğer Santillana ve Dechend haklıysa, bu, atalarımızın sistematik olarak gökyüzü gözlemciliğine sekiz bin yıl önce, hatta belki daha bile eski bir tarihte başlamış olması demek.

Tarım: Tohumun gücü

Tam bu noktada sabırsız okur, “Nedir bu gökyüzü gözlemciliği hikâyesi böyle,” diye sorabilir. Yanıtı oldukça basit: Eğer bugün elimizde, gururla söz ettiğimiz “uygarlık” adlı bir kazanım varsa, bunu atalarımızın kurduğu ilk yerleşim merkezlerine borçluyuz. Yerleşik bir toplum, tüm üyelerini doyurmaya yetecek, güvenilir bir etkinliğe ihtiyaç duyar ki, bu da tarımdır. Ancak bir grup insan tohumun gücünü fark ettikten sonradır ki insanlar bir yerlere kalıcı olarak yerleşip “kent” dedikleri yerleri inşa edebildiler. Tarım olmadan, insan uygarlığı diye bir şey olamazdı; sağlıklı ve istikrarlı bir tarım etkinliği için de insanların, gökyüzüyle ilgili bilgiye ihtiyaçları vardı: Mevsimleri ve hava koşullarını tahmin etmeye, ekim ve hasat zamanlarını ve çok daha fazlasını belirlemeye olanak verecek bir bilgiydi bu. Kısacası, eski gökyüzü gözlemciliği geleneğinin, neolitik toplumun üyelerine gözlerini yukarı çevirip göksel olayları izleyip kaydetme ve geleceği planlama konusunda büyük yardımı oldu.

Neolitik çağla birlikte, aşağı yukarı 9’uncu binyıldan itibaren, ilk yerleşimlerin sakinleri gökyüzü gözlemciliği işini ciddiye almaya başladılar ki bu da zaman içinde yalnızca bu işe adanmış özel bir yapı tipinin inşa edilmesi sonucunu verdi. Avcı-toplayıcı dönemin şamanik gözlemcileri, bizim “rahip” adıyla andığımız yeni bir tür bilgeye dönüştüler. “Tapınak” denen o özel binalar da, yerleşik yaşamın kalbi haline geldi: Tarım orada planlanıyor, gökyüzü kayıtları bina içindeki özel odalarda saklanıyor ve yeni bilgeler (rahipler) olarak yetiştirilecek genç adaylar yine buradaki salonlarda eğitiliyordu. Nihayet, toplum için en önemli etkinliklerden biri, yani manevi birliği sağlayacak ritüeller de bu binalarda gerçekleştiriliyordu.

Neolitik dönemin barışçı, anne-merkezli (matrifocal) toplumsal yapısının yerini erkek-egemen ve baskıcı ataerkil sistem aldıktan sonra tapınaklar, “egemen sınıf” ve ona bağlı alt tabakalar üzerine kurulu bir hegemonya sisteminin merkezindeki anahtar unsur haline geldi. Yaklaşık dördüncü binyılın sonlarında Bronz Çağı’nın şafağıyla birlikte, Ana Tanrıça inancının altın ilkeleri olan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”, bütün Eski Dünya’da yerini şiddete dayalı, despotik, savaşçı bir yeni dünya düzenine bırakmıştı. Ama sosyolojik ve siyasi yapıdaki bu keskin değişime rağmen, tapınakların kendi iç işlevselliği neredeyse değişmeden kaldı diyebiliriz. Rahipler evren anlayışlarını geliştirmeye çalışırken, gözlemlerini yapıp kayıtlarını tutmayı sürdürdüler.

“Yukarıda nasılsa, aşağıda da aynısı”

Üçüncü binyıl ile birlikte, Kuzey Afrika’dan Mezopotamya’ya; Anadolu’dan Hindistan ve Çin’e dek birçok yerde ilk büyük merkezi krallıklar ortaya çıkmaya başladı. Astronom-rahiplerin bilgeliği, Eski Mısır, Sümer, Ege Adaları ve İndüs Vadisi’nin verimli topraklarında hayat buldu. Her gece gökyüzüne dikkatle baktılar; göksel hareketleri gözlemleyip, sonraki seçkin rahip kuşaklarına aktarmak üzere, tanık oldukları her şeyi tüm ayrıntılarıyla kaydettiler. İkinci binyıla gelindiğinde, hangi kültüre ait olurlarsa olsunlar, hepsi aynı sonuca varmışlardı artık: Evren bir bütün olarak hareket ediyordu; her şey, her olay ve her görünüm birbiriyle bir biçimde bağlantılıydı; ayaklarının altındaki toprak ve üzerlerindeki gökyüzü, biribirlerinden koparılmış parçalar değildi. Bu nedenle, günümüzden binlerce yıl önce o çok bilinen ünlü Hermetik slogan ortaya çıktı: “Yukarıda nasılsa, aşağıda da aynısı.”

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Eskiler yalnızca göksel olayları değil, “dünyevi” değişimleri ve dikkate değer kilometre taşlarını ya da kırılma noktalarını da kaydettiler günlüklerine. Bütün bu kayıtları alt alta koyup incelediklerinde, göklerde gerçekleşenle yeryüzünde olan biten arasında güçlü bağlantılar olduğu sonucuna vardılar. Hayır, bu bağlantılarda “mistik” hiçbir şey yoktu. Açıkçası söz konusu etki ve bağlantılar, bu eski bilgelere göre gayet “fiziksel” nitelikteydi. İnsanın tarihiyle birlikte “Doğa Ana’nın tarihi”ni de dikkate alma gereği duydular ve uygarlığın izlediği seyirde, doğal ve göksel olaylardan etkilenmiş görünen büyük değişimleri saptadılar.

Biraz daha açık hale getirelim: Bir büyük toplumsal kargaşa ya da geniş ölçekli bir kaotik durum ortaya çıktığında, eğer bu olgularla çakışan doğal afetler de yaşanmışsa, bir ilişki bulup bulamayacaklarına bakmak için tetikleyici bir göksel hareket (bir kuyrukluyıldız çarpması ya da gizemli bir gök cisminin yakın geçişi gibi) aradılar. Ve bazen, buldular da.

2012: Ufukta bir değişim mi?

Eskilerin vurguladığı gibi, evrende her şey sürekli bir değişim içinde; hiçbir şey aynı ya da durağan kalmıyor. Onlar da, binlerce yıllık gökyüzü gözlemciliği ve eski kayıtlarına yaslanarak, büyük değişimlerin işaretçisi olan bazı önemli döngülere yönelttiler ilgilerini. Eski Mezopotamyalılar için bu döngü 3661 yıl uzunluğundaydı ve bir gök cisminin yörünge periyoduyla ilgiliydi; son yakın geçişinde, İ.Ö. 1650’nin hemen sonrasında, Thera volkanının patlamasını, büyük depremleri, Doğu Akdeniz’de etkili olan tsunamileri ve dünyanın birçok yerinde tarımı olumsuz etkileyen bir “volkanik kışı” içeren bir dizi doğal afeti tetiklemişti. Doğal afetleri izleyen dönem, on yıl içinde Mısır, Babil, Hindistan, Minos ve Çin’i etkileyen, büyük ölçekli sosyal ve politik kaosu da birlikte getirmişti. İ.Ö. 1650’den sonra Eski Dünya, birçok bakımdan keskin değişimlere tanıklık ediyordu artık.

Eğer Atlantik’in diğer yakasına, Yeni Dünya’ya bakarsak, “döngüsel zaman” ve Doğa Ana’nın insan toplumu üzerindeki etkileriyle ilgili benzer anlayışlara sahip, çok daha genç kültürlerle karşılaşırız. Orta Amerika’nın Mayaları, şaşırtıcı bir astronomi bilgisine ve etkileyici bir gökyüzü gözlemciliği geleneğine sahipti. Onlar da göksel olaylar ve hareketlerle gizemli bir bağa sahip olduğuna inandıkları döngülerden söz ediyorlardı. “Uzun Hesap” dedikleri takvim sistemlerine göre, İ.Ö. 3114’te başladığını ileri sürdükleri “dünya çağı”nın son adımlarındayız şu sıralar. 2012 yılının bitimiyle birlikte, (büyük olasılıkla göksel bir unsurla bağlantılı) bir dizi doğal afetin de eşliğinde, “Beşinci Güneş” dedikleri bu çağ sona erecek ve bir yenisi başlayacak.

Maya geleneği, her biri 5125.36 yıl süren beş “dünya çağı”ndan söz eder ki, bu da toplamda 25,627 yıllık bir zaman aralığı oluşturur. Bu süre, 7 x 3661 yıla eşittir, yani Mezopotamya’nın gizemli gök cisminin yörünge süresinin yedi katına. Yalnızca rastlantı mı? Belki de.

Mayalara göre içinde bulunduğumuz dünya çağı, İ.Ö. 3114’te başlamıştı – bu, bütün büyük merkezi ataerkil krallıkların ortaya çıkıp, insan uygarlığının görüntüsünü değiştirdikleri dönemle çakışır. Rastlantı? Belki de.

Bir şeyi kesin olarak belirtmek gerek: Mayalar asla “dünyanın sonu” gibi bir olgudan söz etmediler, tıpkı Mezopotamya ya da Mısırlıların hiçbir zaman böyle kehanetlerde bulunmadıkları gibi. Eskiler, alçakgönüllülükle evrenin ilke ve kurallarını anlamaya ve insan tarihindeki dalgalanmaları gözlemlemeye çalıştılar ve ikisi arasında güçlü bağlar bulduklarına inandılar. Yani Mayalar, Akatlar, Mısırlılar ya da diğer kadim yıldız gözlemcileri bir “dramatik değişim”e işaret ettiler yalnızca, dünyanın sonuna falan değil. “Kıyamet” kavramı, çok sonraki dönemlere ait İbrahimi dinlerin mistik fantezisi; sözünü ettiğimiz kadim geleneklerle ilgisi yok.

Varsayalım, eskinin bilge yıldız gözlemcileri haklıydılar; beklememiz gereken, dünyanın değişik yerlerini sarsmaya başlayacak doğal değişimler ve toplumsal huzursuzluk dalgalarıdır ki, bir süredir bunları giderek artan oranda yaşıyoruz zaten. Bu durumda, yapılacak en makul şey, olabildiğince sakin bir şekilde dünyada neler olup bittiğini dikkatle izleyip, nasıl davranmak gerektiğine karar vermekten ibaret. Endişeye gerek yok; “değişim” evrenin temel kuralı ve kontrol edilmesi de mümkün – tabii eğer elinizdeki en değerli aracınızı, yani yönlendirilmeyen, özgür aklınız ve sezgilerinizi kulanarak hayatınızın inisiyatifini ellerinize almaya istekli ve hazırsanız.

Ve yine varsayalım, kadim bilgeler yanılmıştı; bütün bunlar, binlerce yıl önce yaşamış ilkel, cahil, batıl inançlı rahiplerin uydurduğu fantezilerden ibaretti yalnızca. Bu durumda, hiçbir şey değişmeyecek demektir; yani her şey aynı kalacak ve dolayısıyla ortada endişe edecek bir durum da yok – tabii eğer halihazırdaki durumdan, koşullardan hoşnutsanız.

Seçim size ait.

(İlk Yayın: The Wise Sayı 1)

Burak Eldem