Kadınlar iş dünyasında erkeklerle eşit koşullarda çalışıyorlar mı, yoksa durum bunun tam tersi bir cihette mi ilerliyor? Bu sorunun cevabını yönetim kademelerinin farklı seviyelerindeki kadınların vermesi gerek. Üstelik her kademedeki kadınların, farklı cevaplar vereceklerini, bu farklılığın sadece kademe ile değil de sektör, şirket, şehir ve ülke tabanlı soruşturmalarda daha da çeşitleneceğini tahmin etmek de kesinlikle kâhinlik olmayacak. Çünkü çalışma dünyasına şöyle bir baktığımızda sadece erkeklere özgü olduğu düşünülen meslek kollarında dahi kadınların çalıştığını, bu önyargının yıkılmakta olduğunu görüyoruz. Buna karşılık kadının hala işyerinde cinsel ve duygusal tacize maruz kaldığını, ayrımcılıkla karşılaştığını da biliyoruz. Hal böyle olunca, kısa bir özetle gerçek yaşamdaki iş dünyasında kadının hala gerçek manada erkek ile aynı seviyede ve eşit düzeyde çalıştırılmadığını, çalışmadığını, kazanmadığını görüyoruz. Bu ve bunun sebepleri, çözüm önerileri bambaşka bir yazının konusu…

 

Bizim şu noktada asıl ilgilendiğimiz ise biraz daha farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Sinema salonlarında ya da evlerde, televizyonda seyrettiğimiz filmlerdeki evrende yaşayan kadınların durumu bizim ilerleyen satırlarda ele alacağımız. Filmlerdeki çalışan kadınlar nasıl yaşıyorlar, çalışıyorlar, nelerle uğraşıyorlar, ne zorluklarla mücadele ediyorlar ya da ne tür sonuçlarla karşılaşıyorlar… Gelin birlikte beyaz perdede kısa bir yolculuğa çıkalım…

 

Çalışan kadın deyince akla ilk gelen film 1988 yapımı Mark Nichols filmi Çalışan Kız (Working Girl). Başrollerinde Harrison Ford, Melanie Grifitth ve Sigourney Weaver’i izlediğimiz film iş dünyasının Kâbe’si olarak da adedebileceğimiz New York’ta geçer. Büyük bir firmada sekreterlik yapmakta olan Thess McGill, şirkette yeni çalışmaya başlayan bayan yönetici Katharine Parker’ı asiste etmektedir. Gece dersleri sayesinde üniversiteyi bitiren ve her gün beraber çalıştığı Katharine’in hayatına özenen genç kızımız her gün sürekli kariyer hayalleri kurmaktadır. Bir gün eline beklemediği bir fırsat geçer ve patronunun yerine geçer. Bunu yaparken haklı bir nedeni de vardır elbette: Katharine, Thess’e ait bir fikri kendisinin gibi göstererek büyük bir müşteriyi tavlama başarısı göstermiştir. Filmin sonunda tabii ki mutlu son vardır ama film kadınların yükselmek için başkalarını kullandığını, fikir hırsızlığı yaparken son derece vicdansız olduklarını göstermekte, filmdeki tek kötü karakter olarak bir kadını sunmaktadır. Bu haliyle, kadınlar için iş hayatındaki tek tehlikenin yine kadınlar olduğunu savını sunmaktadır biz seyircilere!

 

Bu filmin kötü karakteri Sigourney Weaver 1979 yılında Ridley Scott’ın artık efsaneleşmiş bilim-kurgu/korku klasiği Yaratık (Alien) ile çıkar karşımıza. Her ne kadar iş dünyasında geçmese de, Yaratık çalışan kadınının gücünü gösteren bir film olarak okunmaya müsait bir yapımdır. Malum gemimizi yine malum gezegene yollayan “Şirket”tir. Bu “şirket” aslen Nostromo gemisinin o gezegene gitmesinden ve yaratık ile temasa geçmesinden sorumludur. Çünkü “şirket” gözünü para hırsı bürümüş bir kurumdan başka bir şey değildir. Tamamen insanlıktan uzak bir yapıdaki bu şirket, para getireceğinden emin olduğu yaratık uğruna çalışanlarını kolayca feda edebilmektedir! Çalışanın değersiz birer piyon olduğu bu “şirket”te, kar kapısı yaratık ile mücadeleyi sonuna kadar götüren ve kazanan kadın Ripley olacaktır. Ripley de diğer mürettebat gibi “şirket”in bir elemanıdır ve gemide rutin görevini üstlenmektedir. Ancak olaylar hiç de beklenmedik bir hal almaya başlayınca, o “kadın” Ripley, benim diyen pek çok erkekten daha güçlü biri haline gelir ve nihai savaşı kazanan da o olur. Filim bu haliyle, kızdırıldıklarında ya da tırnaklarını geçirmeye karar verdiklerinde kadınların ne kadar tehlikeli düşmanlar olabileceklerini söylemektedir sanki…

 

Kadın yönetmen Nancy Meyers’in 2000 tarihli filmi Kadınlar Ne İster? (What Women Want) ise bir reklâm ajansına götürür seyirciyi. Başrollerinde Oscar’lı Helen Hunt ile Mel Gibson’ın oynadıkları bu romantik/komedi, bir gece geçirdiği kaza sonucu kadınların zihinlerini okumaya başlayan Nick Marshall’ın hikâyesini anlatır. Başta bu özelliğinden oldukça rahatsız olan Nick, gün geçtikçe bu yeteneğini karlı yollarda kullanmaya karar verir. Bu arada, uzun zamandır beklediği terfisi gerçekleşmez ve gelmek istediği göreve bir kadın getirilir: Darcy McGuire. Nick ile Darcy arasındaki rekabet bir süre sonra aşk ilişkisine dönüşecektir. Bu filmde de, büyük reklâm ajansının başına getirilen bir kadınla karşılaşıyoruz. Başta tamamıyla düşmanı olarak gördüğü bu kadına âşık olan Nick, zihin okuma becerisiyle de kadın olmanın ne olduğunu anlamaya başlıyor. Ancak film her ne kadar bir kadın yönetmenin imzasını taşısa da, finalinde bu rekabetin bir aşk ilişkisiyle sonlanması, bu çatışmada kadının nihai bir üstünlük sağlayamamasıyla neticeleniyor. Bu da muhafazakâr söylemi desteklerken, başarılı da olsa çalışan bir kadının erkeksiz bir yaşantı sürmemesi gerektiğinin altını çizerek, belli etmeden yine erkeklerin tarafını tutmuş oluyor.

 

Zaten özellikle Hollywood yapımı filmlerdeki kadınların durumuna ve genel olarak çalıştıkları işlere baktığımızda sürekli olarak eften püften işlerde çalıştıklarını görürüz. Beyin cerrahı, fabrika işçisi, yargıç kadınlar hakkında filmler görmek neredeyse imkânsızdır. Bu roldeki kadınlar ancak figürasyon olarak karşımıza çıkarlar. Başrollerdeki kadınlar ise çoğunlukla erkek egemenliğinin olmadığı sahalardadırlar. Bu filmlerde kadınlar çoğunlukla, imrenilen işler yaparlar ama tam olarak ne iş yaptıklarını çözmek de imkânsızdır. Bu kadınlar ya moda tasarımcısı, ya Cosmopolitan tarzı dergilerde yazar olarak canlandırılırlar ki, kadın kendisine çizilen o çerçeveden dışarı çıkamasın, böyle dünyalar olduğunu göremesin.

 

Konuyu fazla dağıtmadan, beyaz perdedeki yolculuğumuza devam edelim. Steven Shainberg’ün 2002 tarihli filmi Sekreter (Secretary) bir ofise sekreter olarak giren genç kadın Lee Holloway’im öyküsünü anlatır. Maggie Gyllenhaal tarafından canlandırılan bu karakterin kendine fiziksel zarar verme gibi psikolojik bir rahatsızlığı vardır. Günün birinde James Spader tarafından canlandırılan Edward Grey’in sekreteri olarak çalışmaya başlar ve olaylar çığırından çıkar. Acı çekmekten zevk alan Lee ile patronu Edward arasında son derece ilginç sado-mazoşist bir ilişki başlayacaktır. Bu hastalıklı durum iş yerini aşacak, çiftin evlenmesi ile yaşadıkları evde de devam edecektir. Film iş yerindeki kadın-erkek ilişkilerine son derece radikal bir bakış açısı getirerek, durumu çok iyi özetlemiştir.

 

1980 yapımı komedi filmi Dokuzdan Beşe (Nine To Five) bir ofiste çalışan üç yakın arkadaşa odaklanır. Bu üç bayan her gün ofiste canlarını dişlerine takarak çalışmakta, ancak bir türlü lanet olası patronlarına yaranamamaktadırlar. Dabney Coleman tarafından canlandırılan patron Frank Hart tam manasıyla bir domuzdur; kadınların iyi niyetini kullanmakta, üstelik onları aşağılamaktadır. Ve günün birinde Dolly Parton, Jane Fonda ve Lily Tomlin’den müteşekkil üç kafadar bir şekilde patronlarını bir eve kilitlerler ve onun adına ofiste işlerin kontrolünü ellerine geçirirler. Günümüz seyircisi için artık eskimiş konulara odaklansa da, hala eğlenceli yanını koruyabilen bu Colin Higgins filminin Zeki Alaysa-Metin Akpınar ikilisi tarafından bir de Türk versiyonu yapılmıştı. Politik doğruculuk adına bariz bir şekilde hissedilen ama gözle görülmeyen cinsel taciz artık son derece kolay bir şekilde perdeye yansıyabiliyor.

 

Örneğin bu filmden on dört sene sonra vizyona giren Barry Levinson imzalı Taciz (Disclosure). Başrollerinde ünlü oyuncular Demi Moore ve Michael Douglas’ı seyirci ile buluşturan bu film, vakti zamanında çok büyük ses getirmişti, hatırlayacaksınız. Tabii bu ses getirme hadisesinin asıl sebebi iş yerinde cinsel taciz denilen oyunda, oyuncuların yerlerini yerle bir etmesinden kaynaklanıyordu. Evet, bu defa karşımızda iş yerinde cinsel tacize uğrayan mağdur olarak bir erkek vardı ve bu pek de alışıla gelmiş bir durum değildi! Ünlü best-seller yazar Michael Crichton’ın aynı adlı romanına dayanan film, gerçekten de o güne dek söylenmemiş şeyleri dile getiriyordu. Beklediği terfi gerçekleşmeyen, üstelik bu pozisyona bekârlık günlerinde kısa b,ir macera yaşadığı kadının getirildiğini öğrenen Tom Sanders için asıl problemler bundan sonra başlayacaktır. Büyük bir birleşmenin eşiğindeki şirkette herkes yeni rolünü merak ederken, kahramanımız bir de eski sevgilisi/yeni patronunun cinsel tacizine uğrar ve hiç beklenmedik bir şey yapar: Kadın patronunu dava eder. Film bu davayı basamak yaparak, iş dünyası hakkında başka başka şeyler söylemeye yeltenen bir film olsa da, izleyicinin temel beklentisinin bu taciz olayı üzerine yoğunlaşması pek çok şeyin yitilmesine neden oluyor, bu da filmin gerçek gücüne ulaşmasını engelliyordu. Çok iyi bir film olmasa da, bir ilk olduğu unutulmamalı.

 

Thomas Harris’in aynı adlı romanlarından uyarlanan Kuzuların Sessizliği’ne (Silence of The Lambs) gelince… Filmin iki ana karakterinden biri Jodie Foster tarafından başarıyla canlandırılan FBI ajanı Clarice Sterling’dir. Tüm film boyunca bariz bir şekilde Sterling’in kadın olduğu için çok da önemsenmediğini hissederiz. Özellikle maktulün cesedinden kelebek kozasının çıkarıldığı morg sahnesi buna çok güzel bir örnektir. Ayrıca yürüdüğü her yerde, erkekler tarafından tacizkar bakışlara maruz kaldığını görürüz. Sir Anthony Hopkins’in hayat verdiği efsanevi Doktor Hannibal Lecter ile olan ilişkileri sayesinde de bu mesleğe neden başladığını öğreniriz. Öğreniriz ama fark ettiğimiz bir başka kadın karşıtı söylem olur: Sterling polislik mesleğini sevdiği ya da kendini uygun gördüğü için değil, çocukluktan kalma bir travmayı dindirebilmek için seçmiştir. Ne de olsa bir kadın, hele hele güzel bir kadın böylesi zorlu bir mesleği, hadi söyleyelim bir erkek mesleğini seçtiğine göre mutlaka bunun altında bir bit yeniği olmalıdır! Yoksa normal sebeplerle, normal bir kadın böyle bir meslek seçemez!

 

Görüldüğü gibi, genel olarak ana akım sinema filmleri muhafazakâr söylemlerinden vazgeçemiyor. Hal böyle olunca da, kadının bu filmlerde üstlendiği rol ya vefakâr anne ya da yan işlerde çalışan kadınlar olarak resmedilmekten öteye geçemiyor. Kadın için daha önceden belirlenmiş sınırları aşamayan, kadının da aşmaması için gerekli telkini yapan bir biçimde “üretilen” bu filmler çok yavaş adımlarla olsa da hayatın dinamiklerini yakalamaya başladı. Şükür ki, bağımsız Amerikan filmlerinde ve Avrupa Sanat sinemasında durum Allahtan her daim böyle değil. Bu ise bir başka yazının konusu…

Tuna Yılmaz