Konu Avatar;  son günlerin üzerine en çok tartışılan filmlerinden biri…

Çoğumuz gibi filmi ben de seyrettim ama  “Spritüel bir film “ olmuş muhabbetlerine konu olan Avatar’da, herhangi bir spritüel bakış açısına rastlayamadım.

Rastladıklarım ise  “Irkçılık” , “Ruhun reddi”,  “Bilimsel gelişim için vicdanı kurban etmek gerektiği”…vs

Bu yazıyı filmi seyrettikten belirli bir süre sonra yazıyorum, belki gözümden kaçan başkaca şeyler olmuştur ama aklımda kalanları, konu başlıkları ile yazmak gerekirse:

AVATAR  VE  SPRİTÜELLİK

Avatar’da, ruhlarımızı alıp, siber- uzaya hapseden bir senaryo ile karşı karşıyayız.

Önce Siber uzay kavramına bir göz atalım, siber-uzay ilgili olarak Wikipedia’da şöyle bir açıklama var:

“…Çokça birbirine karışıyor olsa da siber ve sanal ayrı kavramlardır. İnternet hem sanal hem de siberdir. Siber terimi sibernetik kökeninden gelmektedir. İlk olarak 1958 yılında (canlılar ve/veya makineler arasındaki iletişim disiplinini inceleyen Sibernetik biliminin babası sayılan) Louis Couffignal tarafından kullanılmıştır.

İnternet’i anlatan sanal alem ve siber alem kavramlarının ikisi de doğru bir önermedir. İnternet, iletişim yöntemi açısından siber, yarattığı ortam açısından sanaldır…” -Wikipedia

Dr. Grace Augustine’nin, Navilerin kutsal ağaçları ile ilgili olarak ” Network/Bilgisayar Ağı” benzetmesi ile Navilerin saçlarının bir tutamını kablo gibi kullanarak atlarına, Eywa’ya ve sonradan filmde yayınlanmasından vazgeçilen sevişme sahnesi ile ilgili bilgiden anladığımız kadarı ile cinsel birleşmede de birbirlerine bağladıklarını görüyoruz.

Filme spritüel diyorlar, atın yelesine saçının bir tutamını takmanın nesi spritüel?

At da, Navi de elektronik bir alet mi ki, aralarında bağ oluşturmak için illa birbirlerine kablo benzeri bir vücut uzantısı ile somut olarak da bağlansınlar.

James Cameron’un hayal gücü, bilimden bile geride gidiyor; bugün kablosuz internet var, hatta belirli bir mesafede kablosuz biçimde elektronik aletlerin çalıştırılması için tasarılar var, yani bilim bile kabloyu bırakıp, kablosuz bir dünyaya geçmeye çalışıyorken, James Cameron, Navilerin birbirleri ile ,  atları ile ve de Eywa ile olan bağlarını kablo mantığına bağlamış.

Yine James Cameron’un,  spritüellikten uzak ve aslında katı bir maddeci düşünceye sahip olduğunu gösteren bir diğer kısım ise Avatar olarak adlandırılan laboratuvar ortamında üretilmiş Navi bedenleri.

James Cameron, kurtlar sahnesinde; “Neytiri’nin her ne kadar vahşi de olsalar, kurtların bile birer canlı olarak yaşamlarına saygı duyulması gerektiğini “söylediği bölümde,  her varlığın yaşam hakkına saygı olunması gerektiği felsefesini vurguluyor olmasına rağmen, laboratuvarda  üretilmiş olsa da, esasen bir canlı olan Navi bedenlerini es geçmiş.

Canlılık olan bir yaşam formunda, o yaşam formuna uygun bir ruhun da olması gerekir. Dolayısı ile laboratuardaki, o canlı haldeki,  yaşayan ama iradesi etkisiz hale getirilmiş Navilerin de birer ruhu olması gerek. Tabii bu tespit spritüel bakış açısına göre geçerli…

İşte bu durumda, spritüel bakışa göre Jake Sully ve diğerleri, yaşayan Navi bedenlerini teknolojinin de yardımı ile yöneterek,  yaşayan Navi bedenlerinin asıl sahipleri olan, onlara can veren ruhların yaşam hakkını gasp ediyorlar.

Peki bu durumun nesi spritüel?

Spritualizm’de sözkonusu duruma, obsesyon denir yani “bedensiz bir ruhun, bir insanı yönetecek biçimde etkisi altına alması…”

Burada da Jake Sully örneğinde görüldüğü üzere, teknolojinin verdiği imkan ile bir insan, yine teknoloji ile en baştan etkisiz hale getirilmiş bir Navi’yi yönetiyor. Obsesyon’dan tek farkı  “ bedensiz değil, bedenli bir varlığın” müdahalesi…

Bir başka gezegenden gelen varlıkların, üç adet insanı laboratuarda yapay ortamda ürettiğini düşünün ve yapay ürettikleri bu insanların tıpkı bizim gibi yaşadığını ve bilinçlerinin engellenmiş, bedenlerini yönetemez hale getirilmiş olduklarını ve dünya dışı varlıklardan oluşan bir araştırma ekibinin teknolojinin yardımı ile bu bedenleri zorla yönettiklerini de…

Kabus gibi değil mi?

İşte “ruhlarımızı alıp, siber-uzaya hapsediyor “ dememin sebebi de buydu; sanki doğa bir bilgisayar ağı ; orada doğal üreme ile doğan kişi bir bilince sahip oluyor ancak doğal süreçten ayrı yapay olarak  üretilen bir kişi ise, sözde doğadan kopartılmış olduğu için ve dolayısı  ile bilgisayar ağından  da (Eywa) kopmuş olduğu için bilinçsiz oluyor, yani canlı ama bilinçsiz.

derKi Forum’da bulundan,  yazarımız Pelin Özdoğru Davran’ın “ Görenlerin Gözünden Avatar” yazısından “Eywa” ile ilgili kısımdan bir alıntı yapalım:

Eywa adını verdikleri ve kutsal kabul ettikleri doğa ana’nın üzerinde, daha fazlası onunla tam bir birlik anlayışı içinde bütünleşmiş olarak yaşayan bir halk Na’vi’ler. Eywa kendi bilincine sahip bir toprak ana. Ağaçların köklerinden tüm gezegeni saran bilinçli bir  “network” ağı mevcut. Bu ağ sayesinde gezegende yaşayan tüm canlılar birbirine bağlı. Ve bir bütünü oluşturuyorlar…”

Güya spritüel mesajlar içeren bir filmde, ruh yok sayılarak, Naviler, Doğa Ana Eywa ve diğer varlıklara kablo ile bağlanan birer makine gibi gösteriliyor.

Pandora’da bir Navi doğduğunda , Eywa ( Doğa Ana)’dan enerjisini ödünç alıyor, ölünce tekrar iade ediyor,  e peki ruh nerde?

Spritualizm’de, ruh, doğadan,  bedeni ödünç alır, zamanı gelince ruh, bedeni terk eder ve ruh kendi evrenine gider, beden ise doğaya…

Görüldüğü üzere filmde sunulan Navi yaşamı,  spritüel olmadığı gibi aksine ruhu bile reddedecek kadar maddeci…

James Cameron’un ruhsal yanın zayıflığı filme de böyle çelişkilerle yansımış…

IRKÇILIK  VE JAMES CAMERON

Sosyal Darwinizm’de,  düşünürler,  ” toplumsal evrimin de, biyolojik evrim gibi doğal ayıklanma ve en uygun olanın varlığını sürdürmesi ve diğerlerinin elenmesi yoluyla “ sağlanacağını savunuyorlardı ve tabii bu mantıkla milletler arasında en güçlü ırk olarak görülen beyazlarıın diğerlerini yöneterek (hatta yok ederek) dünya hakimi olacaklarını da savunuyorlardı…

Filme baktığımızda, dünyada şu an yaşamakta olduğumuz tüm ekonomik bunalımlara, bilimin ve teknolojinin bencilce kullanımı nedeni ile yaşanan doğanın yıpranmasına, küresel çapta dayatılan adaletsiz ekonomik politikaların insan ruhunda açtığı derin yaralara rağmen, gelecekte de, dünyadaki şu an ki bencil sistemin işlediğini ve dünyadaki sömürünün evrene taştığını görüyoruz.

Dünyanın geleceği için karamsar bir tablo…

Diğer bir karamsar tablo ise şu, dünyadaki sömürü evrene taşıyor, ama dünyadan Pandora’ya yapılan müdahaleye karşı başka bir gezegen merkezli bir uygarlığın tepkisi yok.

Böyle olunca da ister istemez sanki evrende de, dünyayı yöneten Beyazlar en ileri teknoloji ve bilime sahiplermiş gibi bir izlenim oluşuyor. Yani en zekiler, üstünler bizim batılılar, öyle ki evrende bile karşılarına daha zeki varlıklar çıkamıyor…

Öte yandan dikkatinizi çekmiştir, Navi halkını oynayanlar Siyahi ve Kızılderili oyuncular. Bununla başka bir gezegende geri kalmış bir kabile ile bizim Siyahlar ve Kızılderililer özdeşleştiriliyor. Bir kabilenin geri olması için illa siyahlardan ve Kızılderilililerden mi oluşması gerekiyor?

James Cameron’a göre evrenin başka yerinde de geri kalmış bir halk varsa, onlar beyaz olamaz illa siyahi veya Kızılderili olacak!

Peki o kuyruk neydi öyle?

Pandora’yı  gösterirken, evrim teorisine atıfta bulunularak, gezegenin maymunları gösterilmişti. Anlaşılan Naviler de,  Pandora maymunlarından çok daha önce bir dönemde farklılaşarak, kendi özgün evrimlerini yaşamaya başlamışlardı ve sonunda gittikçe gelişerek ilkel komünal seviyeye ulaşmışlardı. Peki ama o zaman kuyruğun ne anlamı var?

Sakın “ kuyruk” fikri, batının bilinçaltındaki “ Kızılderililer ve Siyahlar, maymun ile insan arası bir varlıktır” düşüncesinden esinlenmiş olmasın?

Ha, bir de beyaz adamın, kabileden biri olup, Navilere doğru yola göstermesi var, yani beyaz adam olmazsa hiç şansları yok!

İşte böyle; James Cameron’un ne söylediği, ne anlattığı önemli değil, yaptığı iş, ortaya çıkarttığı proje, batılının kollektif bilinçaltında mevcut olan ırkçı düşünceleri ortaya çıkarıyor…

SPRİTÜEL YAŞAM VE KABİLE YAŞANTILARI ?

Hepsinden önemlisi ise ilkel komünal düzene öykünme…

Dikkatimi çekiyor, spritüel alanda, 1999, 2012 ve benzeri tarihlerle özdeşleştirilen kimi kıyamet beklentilerinde, günümüz uygarlığının teknolojisi ile beraber çökmesi ve geriye kalan az sayıdaki insanların da ilkel düzeyde ama ruhsal açıdan ileri(?) topluluklar oluşturarak, uygarlığı devam ettireceği ana teması yer alıyor.

Öte yandan bu akım Spritüel akımda olduğu gibi diğer alanlarda da var; serbest piyasa ekonomisinin kar odaklı uygulamaları ile yabancılaştırdığı insan, sistemin acımasız çarklarını hissettikçe kendini güçsüz hissederek, yenilgiyi kabul ediyor ve doğanın veya başka bir dış gücün müdahalesi ile kurtuluşu bekliyor.

Avatar’dan sonra da bu beklenti yine depreşti; kapitalizmin sömürücü düzeninden bıkmış olan ve hem kendisi hem de dünya için kaygılananların çoğu Navilerin ilkel toplumuna özenip, onların sözde spritüel yaşamına özendiler. Kimi ise bu nedenle bunalıma bile girdi:

“Elequin adındaki bir kullanıcı mesajında şunları söylüyor: “Elimden geldiğince internette Avatar hakkında daha fazla şey bulmaya çalışıyorum. İzlediğimin sadece bir film olduğunu kabullenmek ve Na’vi ırkının yaşadığı gibi bir dünyada yaşayamayacak olmayı kabullenemiyorum.”

Mike adlı bir başka kullanıcı ise “Naviblue” adlı siteye yazdığı mesajda, filmi izledikten sonra intihar düşüncesinden sıyrılamadığını belirtiyor. “Avatar’ı izlediğimden beri depresyondayım. Na’vi ırkını ve yaşadıkları harika dünyayı gördükten sonra onlardan biri olmak istiyorum. Filmde izlediklerimi ne zaman hatırlasam tüylerim diken diken oluyor ve gözyaşlarımı engelleyemiyorum. Eğer Avatar gibi bir dünyada doğacağımı bilseydim intihar ederdim.”(DerKi Forum-Avatar-2009, Sizi Görüyorum)

Gel gör ki, o çok özenilen Naviler ilkel bir toplum ve de ilkel bir toplum,  ilkel insanlardan oluşur.

İlkel komünal toplumların, ekonomik düzenleri ortaklaşmacılığa dayalıdır.

İnsanlar, doğanın zorlukları karşısında hayatta kalabilmek için, hep beraber hareket edip, bir toplum oluşturarak, oluşturdukları ilkel toplumsal gruplar ile yaşamsal gereksinimlerini beraber karşılamışlardır.

Bu süreçte, ortak çalışma için iletişimin gerekli olması nedeni ile konuşma dilini dolayısı ile de beyinlerini geliştirmişlerdir ancak henüz bu topluluklarda birey duygusu oluşmadığı için kabile iradesi baskındır, kabile üyelerinin aralarında birlik duygusu güçlüdür, “sen, ben”  bilmezler.

Spritüel açıdan bakarsak, kişilerin, kendi bireysel ruhları henüz grup ruhundan ayrılamamıştır; özel mülkiyet olmaması nedeni ile ekonomik olarak gruba bağlı olması,  “sen, ben” ayrımı yapamaması ruhunu ortaya koymasını engellemiştir.

Bu tür bir topluluk yani henüz birey olamamış insanların, bilinçsizliğinden, az gelişmişliğinden kaynaklanan eşitlikçi toplum bazı çevrelerce övülür. Zira bu tür topluluklarda mülkiyet olmadığı için sınıf ta yoktur. Sınıf olmadığı için sömürü yoktur, tüm kabile üyeleri birbirlerine eşittir. Tam bir demokrasi vardır…

Ancak bu toplumun sonraki aşaması ise köleci toplumdur. Çünkü ilkel komünal toplum gerçekte samimi değildir. Bu etapta, ortaklaşmacı ve sınıfsız olan toplumun söz konusu olan eşitlikçi kimliği, ruhsal gelişmişlik nedeni ile değil, doğaya karşı savunmasız olan insanların çaresizliği nedeniyledir. Doğanın dayattığı zorunluluk karşısında ilkel üretim aletlerine sahip olan insanlar dayanışma ile doğaya karşı kendilerini korumuşlardır.

Sonraki dönemde üretim araçları ile üretim güçlerinin gelişmesi ile hayvancılık, tarım ve avcılıkta daha etkin olmaya başlayan insanlar, eskisi gibi kabilenin kolektif yardımı ile değil, daha küçük gruplarla rahatça hareket edebilmeye ve gereksinimlerini sağlamaya başlamış, böylece, kabileden ekonomik olarak kopmaları ile beraber bireysel yanları gelişmeye başlamıştır.

“…Üretici güçlerin büyümesi ile birlikte, insanların hayvancılık ve ziraattaki emeği, insanların geçimi için gerekli olandan daha fazla geçim aracı vermeye başladı.

Artı emeğe ve artı ürüne, yani bizzat çalışanların beslenmesi için gerekli olanın üstündeki emek ve ürün fazlasına el koyma imkanı doğdu. Bu koşullar altında, tutsaklığa düşmüş insanları, önceden olduğu gibi öldürmeyip, tersine bunları köle yapma ve çalıştırma daha yararlı göründü.

Kölelere soylu ve zengin aileler el koydular.

Köle emeğinin kullanımı da, köle kullanan işletmeler hızla zengin olduklarından, eşitsizliğin daha da derinleşmesine yol açtı… Bu şekilde toplumun ilk sınıflara bölünmesi, köle sahipleri ve köleler olarak bölünmesi ortaya çıktı.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi, yani bir insanın emeğinin ürünlerine, diğer insanlar tarafından karşılıksız el konulması ortaya çıktı…” (Politik Ekonomi -1- syf. 37)

Navilerin yaşantısı da, bu şablona uymaktadır. Ve şimdi neden Jake Sully, kabile tarafından yakalandığında esir alınmak yerine öldürülmesi istenmişti, anlamışsınızdır; henüz üretici güçleri yeterince gelişkin olmadığından Navilerin köle ekonomisi oluşturabilecek ekonomik ilişkileri yoktu…

Peki ilkel topluluk nasıl bir yapıya sahiptir?

Haluk Akçam, “Ruhsal Evrim Dergisi’nin. sayısında( 1986 Mart/Nisan) yayınlanan, ” İlkel İnsan Nedir?” makalesinde ilkel topluma dair bilgiler vermiş:

“…etnologlar ‘ilkel toplum’ veya ‘ilkeller’  deyimi altında, belirli bir kültür çerçevesi içinde kalan toplulukları tanımlamaya çalışmışlardır. Burada dikkate alınan kriterler şöyledir:

Doğaya sıkı sıkıya bağlılık. Doğaya egemen olmak için kullanılan araç-gereçlerin ve tekniğin ilkelliği ve yetersizliği. Yazının bilinmemesi.  Terbiye ve eğitimde geleneğin önemli rol oynaması.   Politik örgütlenmenin akrabalığa dayanması.  Kolektif düşünce biçimi.

Bu yapıya uyan toplumlara örnek olarak günümüzde Afrika’daki Pigmeler, Buşmanlar, Avustralya Arnhem bölgesindeki yerliler, Filipinler’deki Aetalar, Malaka adasındaki Semanglar, Eskimolardan Grönland’ın çok içlerinde yaşayanlar gösterilebilir…”

Na’viler de böyle; doğaya sıkı sıkı bağlılar, teknolojik gelişim yok,  geçmişlerini, atalarının onlara aktardıkları deneyimleri, bilgileri, kendi düşünce ve duygularını aktarabilecekleri bir yazı sistemi  yok, siyasal örgütlenmede akrabalık etkin…vs

NAVİLER VE İNANÇ

İlkel insanların inançlarını yine Haluk Akçam’ın yazısı üzerinden yorumlayalım:

“…Bilimsel düşünce yerine, mistik ve deneye bağlı olmayan inançlar geçerlidir. Atalardan kalan düşünce kalıpları aynen benimsenir. Zihinleri bir sürü kollektif tasarımlarla doludur. Bunlar, önceden şartlanma yolu ile kazanılmıştır. Nedenler her zaman mistik bir karakterde olup, nedenle sonuç arasındaki ilişki önem taşımaz.

Din hakkındaki düşünceler, değişmeyen klişelerden ibarettir. Genellikle ulu sayılan din adamlarının anlatımlarına göre belirlenir. Kesinlikle üzerinde tartışılamaz, düşünülemez veya doğrulukları araştırılamaz….”

“…İlkel insanlarda görülen en temel özellik ise düşünce sistemlerindeki benzeyiştir:  Zihin, genellikle bulanık ve yaşanan ana göre çağrışımlara bağlı düşünce kalıplarının dalgalandığı yarı aydınlık bir alan gibidir. Tasarımlar, kollektif bir şemaya göre ve kişisel kritikten yoksundur.

Mantıksal sıralamaya önem verilmez. Neden sonuç bağıntısı belirsizdir ve çoğu kez birbirine karıştırılır. Soyut kavramlar tanımlanamaz. Gelişmiş bir dil kullansalar bile, kelime sayısı ve cümle yapısı bakımından çok sınırlı kalırlar…”

“…Bu varlıklar, ilkel düşünce sistemleri, kültür öğeleri ve yaşam biçimleri ile uygar toplumlardaki ileri teknoloji, eğitim ve sanat anlayışına sahip insanlara oranla sadece beden ve zihin farklılığı göstermekle kalmamaktadırlar. Ürettikleri şeyler açısından da seviye farkı vardır.

Yaratıcılık ile kültür arasındaki sıkı bağ düşünülürse, gelişmemiş bir zihin çalışması ile soyut kavramlar ve estetik değerler üzerinde yeni bir ürün vermenin de imkânsızlığı anlaşılır. Keza, bu nitelikteki bir ürünü de ilkel bir toplum ne anlayabilecek, ne kullanabilecek ne de değerlendirebilecektir. Çünkü, zaten bu tür bir şeye ihtiyacı yoktur henüz…”

“…Bu derin uçurumu teknolojik gelişmeden yararlanmaya bağlayıp, mânevî değerlere dikkati çekmek de bir anlam taşımamaktadır.

Zira, ilkel insanın teknolojiye aklı ermediği gibi, soyut kavramları anlamaya da gücü yetmemektedir.

Nerede kaldı ki, soyut kavramların sentezini yapıp üstün bir ruhsal seviyeye gelebilsin veya bunları uygulayabilsin…”

Haluk Akçam’dan en son alıntıladığım kısım, Pandora’daki, Navilerdeki yaşama özenenler için çarpıcı bir uyarı olmalı.

Öyle değil mi; kavrama yeteneği zayıf olan bir toplum nasıl evrenin gizemlerini çözümleyebilir?

Hatta bu satırları yazarken aklıma Kızılderili Efsaneleri ile ilgili okuduğum bir kitaptan dolayı yaşamış olduğum düş kırıklığı geldi. Kitapta geçen onlarca kızılderili efsanesinin ne kadar ilkel düşüncelere dayandığını görünce şaşırmıştım, çünkü bilge bir toplum beklerken,   çocuksu bir toplum ile karşılaşmıştım…

Kimileri “teknolojiyi bırakalım, Kızılderilililer gibi yaşayalım” diyor. Unutulmamalıdır ki,  Bilim ve Teknoloji kendiliğinden canavar değildir. Bir ara Enflasyon canavarı deniyordu, böylece enflasyona sebep olan koşulların üzeri örtülüyordu. Hepimizin de bildiği gibi ne enflasyon canavarı, ne trafik canavarı vardır ne de bilim ve teknoloji kendi kendini canavarlaştırmıştır. Hepsinin ardında insan ve insanın maddeye açlığı vardır; daha çok para, daha çok güç…

Bugün, bize kurtuluşumuz için, ideal bir dünya için çeşitli felsefeler, ideolojiler dayatılıyor…

Örneğin bu aralar en çok revaçta olan post-modernizm;  o ideal yaşama, bugünlerde küreselleşmecilerin dilinden düşmeyen ve aslında Neoliberalizm’in felsefesi olan Post-modernizm ile de ulaşamayız zira bugünkü eşitsizliğin kökeni zaten Neoliberal politikalar.  Neoliberal politikanın amacı Ulus-Devletleri etkisiz hale getirip, dünyayı, küresel seçkinlerin gözetiminde Çok Uluslu Şirketler ve Küresel Örgütler tarafından yönetebilecek hale getirmek.  Hatta geçen sayıda “ İlluminati mi” başlıklı yazımda bu konuyu incelemiştim…

İdeal düzene nasıl ulaşabiliriz, orası belki şimdilik muamma olabilir ama ilk etapta  “bizlere Küresel Seçkinler ve onların Düşünce Kuruluşları (Think Tank) ile dayatılan düşünceler ile aslında ne amaçladığının” farkına varmamız,  onların dayatmalarını etkisiz hale getirip, daha sağlıklı düşünmemizi sağlayacaktır…

Tekrar Spritüel Bakış açısına dönüp, belirtmek istediğim üç husus ile yazımı bitireyim.

Birincisi Ezoterizm ile ilgilenen biri olarak ve resmi tarihin dışında başka bir tarihi, bir zamanlar yeryüzünde var olan ama şimdilik bilimsel olarak kanıtlanamayan Mu ve Atlantis uygarlıklarını kabul eden bir olarak, acaba diyorum, bilimde ve teknolojide gelişmemiz, insanlığın kolektif bilinçaltında, bilimde ve teknolojide ileri olmasına rağmen batmış o iki uygarlığı mı hatırlatıyor, içten içe duyulan korku o hatıralardan mı kaynaklanıyor?

Biraz soru gibi oldu gerçi…

İkincisi ise unutmamalıyız ki, ruhsal gelişim için Haluk Akçam’ın da birebir sıraladığı sebeplerden dolayı bize ancak yüksek bir uygarlık düzeyinin sağlayabileceği bir anlayış gücüne sahip olmamız gerektiğidir.

Üçüncüsü , ilkel bir yaşamdansa, yüksek uygarlığın getirdiği karmaşık yaşam koşulları tekamül yolunda ruhun gelişimi için daha yararlıdır. Hani bir Mevlana hikayesi vardır:

“Mevlana’ya, bir genç getirmişler, demişler ki ‘ bu çocuk köyden geliyor, çok saf, temiz bir çocuktur, Tekke’ye alır mısın?’, Mevlana da yanıt olarak demiş ki ‘ demek çok saf ve temiz, o zaman 7 sene şehre bırakın, o yedi sene sonunda hala saflığını, temizliği korursa getirin, yanıma alayım.’.”

DerKi 37. Sayıda görüşmek üzere…

Önerilen Makalaleler:

“Avatar’ın ideolojisi”- Emre Kızılkaya
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/13386148.asp?gid=229

“Kardeşime Notlar “,  Haluk Akçam
http://www.halukakcam.com/B6/Notes.htm


Avatar İle İlgili Farklı Bakış Açıları İçin:

“Görenlerin gezegeninden: Avatar”,  Pelin Özdoğru Davran
https://www.derki.com/forum/viewtopic.php?f=36&t=711

“Ama Ruhlarımız Geride Kaldı”- Hasan Sonsuz Çeliktaş http://www.aksam.com.tr/2010/01/31/haber/cumartesi/567/ama_ruhlarimiz_geride_kaldi_.html

Kaynak:
“” İlkel İnsan Nedir?” , Haluk Akçam
http://www.halukakcam.com/B6/Notes/Ilkelinsan1986.htm

Derya Koca