Daha önce Lost Highway’i seyretmiş olan biri, bu filmi seyrettiğinde o kadar da büyük bir dumura uğramayacaktır, orası kesin. Ama Lynch’in dünyasıyla eğer ilk defa bu filmle tanışanlardansanız, o zaman sizi öyle kolay yenir yutulur bir film beklemiyor, haberiniz olsun. Film aslında, Amerikan ABC kanalı tarafından yayınlanacak bir dizi olarak planlanmıştı. Çekimler başladıktan sonra, artık Lynch’in kanal yöneticilerine izletmek üzere bir pilot bölüm kurgulaması gerektiğinde ortaya çıkan şey, iki saati aşan süresiyle son derece acayip ve tam manasıyla Lynch’varidir. Twin Peaks tecrübesi, aslında televizyon yöneticilerinin Lynch’e biraz mesafeli bakmalarına neden olmuştu. Oysa bu defa elinde son derece ilgi çekici bir öykü vardı, ve ABC yöneticileri zor da olsa Lynch’e evet demişlerdi. Planları, diziyi 1999 yılının sonbaharında, yani yayın döneminde, prime time’da yayına sokmaktı. Kanalın beklentileri artıyor, bu da yöneticilerin Lynch’in işine karışmasını ve denetimini azaltmasına yol açıyordu. Sonunda pilot bölüm izlendiğinde, karşılarında tam 125 dakikalık bir yapıt vardı. Bilinen televizyon dizisi formatına ve özelliklerine hiç uymayan farklı ve yavaş ilerleyen bir şey. Doğal olarak kanal, Lynch’ten filminin 37 dakikasını kesmesini ve bunu bir televizyona uygun olarak yeniden kurgulamasını istedi. Lynch’in fikriyse, finali kesmek ve dizinin ilerleyen bölümlerinde kullanmaktı. Yine de kanalın baskısı artınca, film 88 dakikaya indi. Ancak kesilen sahneler yüzünden film anlamsızlaşmıştı. Hal böyle olunca ABC, projeyi rafa kaldırma kararı aldı. Oysa Lynch, 1999’da The Straight Story ile Cannes film festivaline katılmış, ve orada filminin Fransız yapımcıları Alain Sarde ve Pierre Edelman’dan, bu dizi projesini bir sinema filmi haline getirmesi teklifini almıştı. Bunun üzerine Studio Canal da ek finansman önerince, bu son Lynch baş yapıtı da gün yüzü görmüş oldu.

Film, Angelo Badalamenti’nin eşsiz müziği eşliğinde bir arabanın dış çekimi ile açılır. Araba Los Angeles sırtlarındaki Mulholland Drive yolu üzerinde ilerlemekte, içerisindeki, önde oturan iki erkekle arkada oturan kadın sessizlik içinde yollarına devam etmektedirler. Bir süre sonra araba durur ve adamların her halinden bir partiye gittiği belli olan güzel giyimli esmer kadını öldüreceklerini anlarız. Lakin, yolda sürat yapmakta olan gençlerle dolu iki araba, yolun kenarında durmuş olan kahramanlarımıza çarpınca; bu eylemlerini gerçekleştiremezler. Kadın, kazanın hemen ardından kaçar ve şehirde, sahibinin seyahate çıktığını gördüğü bir eve saklanır. Evin sahibi yaşı geçkin bir sinema oyuncusudur ve yeni filminin çekimleri için Kanada’ya gitmiştir. Onun yokluğunda evde kalacak olan aktris adayı yeğeni Betty ise, Ontario, Deep River’dan gelen tipik taşralı bir kızdır ve kazanın ertesi sabahı eve gelir. (Bu arada Deep River’ın Blue Velvet filminde Dorothy karakterinin de oturduğu binanın adı olduğunu hatırlatırım) Evde gördüğü bu yabancı kadını, teyzesinin arkadaşı zanneder. Daha sonra, bu gizemli kadının eve sığındığını ve hafızasını yitirdiğini anlaması ile film ivme kazanır. İki kadın birbirlerine dost olurlar ve kendine duvarda gördüğü unutulmaz Rita Hayworth filmi “Gilda”nın posteri nedeniyle Rita diyen gizemli esmerin gerçek kimliğini bulmak üzere hikayeyi ilerletirler. Bir şeyler bulabilme umuduyla açtıkları Rita’nın çantasında yüklü miktarda para ve garip mavi bir anahtar vardır.

Aynı anlarda, genç ve başarılı bir film yönetmeni olan Adam, yeni filmi için İtalyan yapımcılarla toplantıya girmiş; ancak yapımcıların seçtiği kızın baş rolde oynamasını istemediği için, başına çeşitli işler gelmiş; sonunda belli ki İtalyanların adamı olan “garip” bir kovboyun tehditlerine dayanamayıp mafyozo yapımcıların istediği kızı seçmek zorunda kalmıştır. Bundan kısa bir süre sonra, Rita’nın aklına bir isim gelir: Diane Selwyn. Bu isim Rita’nın gerçek kimliği de olabilir, önceden tanıdığı başka birisi de; bunu henüz bilemeyiz. Bunun anlamanın tek yolu da, bu ismi taşıyan kişiyi bularak, gerçeği kendi gözleriyle görmeleridir. Rehberden buldukları tek adrese giderler; ancak buldukları yegane şey Diane Selwyn’in çürümüş cesedi olacaktır. Diane’in rüyasındaki bu kırılma anı, Betty’yi Hollywood’daki çıkışının ne olacağından kendi ölüsüyle yüzleşmeye getirir.[1] Rita hayatının tehlikede olduğunu anlar ve saçlarını keserek sarı bir peruk takmaya başlar. İki kadının aynada yan yana görüntülerini gördüğümüzde, birbirlerine ne kadar da benzediklerini fark ederiz. Bu arada iki kadın arasında dostluktan öte bir ilişki başlayacak ve Lynch efendi bizlere, sinema tarihinin en erotik sevişme sahnelerinden birini armağan edecektir. Aynı esnada, yönetmen Adam, karısının kendisini aldattığını öğrenir ve karısının aşığı tarafından bir temiz dövülür. Yine bir gün, Rita’nın uykusunda sayıkladığı İspanyolca kelimeler ve uyandığında hatırladığı bir yer nedeniyle, gecenin bir vakti iki kadın, bir tiyatroya girerler. Burası her şeyin playback ile gerçekleştirildiği bir sahnedir. Nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde, Betty çantasına bakma ihtiyacı duyar ve çantanın içinde kübik mavi bir kutu bulur. Eve geldiklerinde, Betty ortadan kaybolur ve Rita tek başına çantasındaki mavi anahtarla mavi kutuyu açar. Buraya kadar ilginç ve sürükleyici bir dedektiflik öyküsü gibi ilerleyen film, tam da Lynch’ten beklendiği gibi bir kırılmaya uğrar.

Betty olarak tanıdığımız o sevimli, taşralı kız rolündeki Naomi Watts, artık Diane Selwyn’dir. Çürümüş kadın cesedinin bulunduğu evde yaşamaktadır. Rita rolündeki Laura Harring ise Camilla adında bir sinema oyuncusudur. Olanlardan, Camilla ve Diane’in önceden birlikte olduklarını ama, Camilla’nın yönetmen Adam için Diane’i terk ettiğini anlarız. Sonlara doğru bir partide yeniden bir araya gelirler. Partiye gelişi esnasında Diane rolündeki Watts, tıpkı filmin açılış sekansındaki gibi arabanın arka koltuğunda oturmakta, öndeki iki adamsa sessizce yolu izlemektedir. Araba yine filmin başındaki gibi durur. Ancak bu defa amaçları arkadaki kadını öldürmek değildir. Eski sevgilisi Camilla onu, arabadan eve doğru götürmek için gelmiştir. Akşam, Camilla kocası olacak Adam ile oynaşırken, bir yandan da başka bir sarışın hatunla öpüşür. Yemek boyunca Diane’nin kıskançlığından ve kırık kalbinden dolayı acı çekişi izlerken; bir yandan da yemeğe davetli olan herkesin, filmin ilk bölümünde farklı kimliklerle karşımıza çıktığını fark ederiz. Elindeki tüm parasını eski sevgilisi Camilla’yı öldürmesi için bir kiralık katile verebilecek kadar dibe vurmuştur artık Diane. Filmin sonunda, düşkün bir melek olan zavallı içine düştüğü bu çukura daha fazla katlanamaz ve filmin başında Betty ile Los Angeles’a geldiğini gördüğümüz yaşlı çiftin saldırdıkları sanrısı içinde çıldırmanın eşiğine gelerek, kendini vurur.

Aklınız mı karıştı? Gerçeklik aynanın hangi tarafında yer aldığımıza göre değişiyor. Öne doğru bakınca, “Betty” aşktan çıldırmanın ve başarısızlığın nerelere kadar varabileceğinin bir görüntüsü farz edilebilir, ya da arkadan bakıldığında filmin ilk kısmı “Diane”in son kederli, dönüşümsel rüyasıdır[2]. Mulholland Drive, bilinçaltı ile ilgili bir film olmasının yanı sıra, David Lynch’in, adına “Amerikan Rüyası” ya da “Hollywood” deyin;  bir mitosu parçalayarak ve yapı bozumuna uğratarak yeniden kurgulayışının hikayesidir aynı zamanda. Büyük hayallerle Los Angeles’a gelmiş olan Diane, işlerin hiç de filmlerde gördüğü gibi yürümediğini anlar ve sistemin çarklarının arasında ezilir. Buna rağmen, “kadın” sevgilisi, onu bir “erkek” için terk etmiş ve bu Hollywood denen hayaller ülkesinde bir yerlere varabilmiştir. Kıskançlıktan ve başarısızlığın verdiği öfkeden, sevgilisini öldürmesi için, tüm parasını bir kiralık katil bozuntusuna verir. Oysa bu cinayet onda büyük bir sorumluluk duygusu, ve suçluluk hissi yaratacaktır. Sonlara doğru, evinin oturma odasındaki sehpa üzerinde duran mavi anahtarı gördüğümüzde, cinayetin de gerçekleştiğini anlamış oluruz. Bu vicdan azabı da, Diane’in kendi içine çekilmesine ve bilinçaltında başka bir dünya imgelemesine kadar varır. Yatağında bir düş görmeye, ya da aslını söylemek gerekirse çıldırmanın eşiğine doğru yaklaşmaya başlar. Yarattığı bu yeni hayal dünyasında, henüz umudunu ve masumiyetini yitirmemiş bir taşra kızına dönüşür. Yine aynı hayallerle (bir star ya da iyi bir oyuncu olmak; en güzeli ikisi birden olmak…) Los Angeles’a geliyor. Ve gerçek yaşantısında elinden kaçırdığı sevgilisi Camilla ile bu defa o adını bilmez bir şekildeyken karşılaşıyor. Bu karşılaşma yine aralarında cinsel, tensel ve duygusal bir birlikteliğe kadar varıyor. Bu hayal dünyasında kendisi; koruyan, kollayan bir rol üstleniyor. Zayıf, güçsüz ve korunmaya muhtaç tarafı ise, Rita adını verdirdiği sevgilisine yüklüyor. Kendi başarısızlığının altında yatan nedenlerden birinin, Hollywood sınırları içinde dönen entrikalar ve Bizans oyunları olduğunu anladığından, yönetmen Adam’a da, benzer şeyleri daha traji-komik şekilde yaşatıyor. Film; Hollywood’un cazibesinin ve bir filme gitme deneyiminin vaat ettiği çoklu rol yapmanın ve kendini keşfetmenin gittikçe derinleşen bir yansıması[3]. Klasik Lynch temalarının yanında, bu filmde yönetmenin, eleştiri oklarını Hollywood’a ve çok çektiği stüdyo sistemine yönelttiği okumasını yapmak da olası. Hele hele, filmini Amerikalı yapımcıların gazabından sonra tamamlayabildiği gerçeği göz önüne alındığında bu çıkarım, daha da bir anlam kazanıyor. 

Rita karakteri, duşta kimliğini hatırlamaya çalışırken, ona kim olduğunu soracak olan Betty’ye bir cevap vermek zorundadır. Burada duvardaki Gilda afişi yardımına yetişir. Lynch hem 50’li yıllar  atmosferine saygı duruşunu yaparken, bir yandan da Diane’in düşünde gerçekleşen bu anda, Diaen’in büyük bir star/oyuncu olma isteğinin de görsel bir yansımasını sunar. Söylemeye gerek yok ki, daha iyisi yoktur; kimliğinizi Hollywood’un en görkemli döneminden ödünç almak, Lynch’in evreninde, sadece erotik aldırışsızlığa bir giriş değil aynı zamanda yurtseverce bir görevdir de[4]. Ama asıl yoğun hissedilen cinsel ya da sosyal tüm ilişkilerdeki güç oyunları ve belki de bu oyunların sonucu olan hayal kırıklıkları. Diane, bir oyuncu olmak için geldiği bu kentte hem bunu başaramamış olmanın hem de sevgilisi Camilla’nın bir şekilde kendinden daha iyi bir yere gelebilmiş olması ve bir erkek için onu terk etmiş olmasından dolayı hayal kırıklığı içindedir. Lynch bu yıkılan düşler için en güzel mekanı seçmiştir: Hollywood ve onu barındıran Los Angeles. Yıkılmış düşlerin belki de milyonlarcasını hücrelerinde taşıyan bir kent Los Angeles ve tüm bunları anlatılması için de en iyi seçim. Seslerindeki tekinsizlik hissinden mavi rengin yoğun kullanımına, fabrikasyon masumiyetin ve güvenlik hissinin yuvası olan 50’ler havasının bulaşarak zamansızlaştırdığı dünyasına kadar, Betty’nin rüya alemi, kendi suçluluk duygularının ve arzularının bir yansıması. Hollywood’un “kötücül ve tehlikeli güç odaklarının bağrı” olduğu hissi de öyle. Lynch’in filmi, ayan beyan bir Hollywood-sistem eleştirisinden çok güç oyunları ve yıkılmış düşler arasında bir gezinti[5].

Devam edersek… Filmin sonunda Diane’in üzerine yürüyen yaşlı çiftin, genç kızın Hollywood’a gelirken geride bıraktığı anne babası olduğu çıkarımını yapabiliriz. Hele ki filmin başında, uçaktan birlikte indikten sonra, bindikleri takside, sararmış dişleriyle bir süre sırıttıkları sahneyi hatırladığımızda… Onlar Diane’in Hollywood günlerindeki hayaletlerinden sadece bir kaçıdırlar, geride bıraktığı bu insanlar bile onun düşünde yer bulacaklardır kendilerine.

Bunca şeyin ardından, filmdeki 50’ler nostaljisine değinmeden geçmek haksızlık olacak. Çoğu sahnede o yılların estetiğine ve müziğine göndermeleri görmemek imkansız. Yönetmen Adam’ın yaptığı deneme çekimlerinden, bu sahnelerde söylenen şarkılara; Betty ve Rita’nın kıyafetlerinden diğer pek çok öğeye değin 50’ler havası solunuyor sanki filmde. Ama yine de filmin 2000’lerin başında geçtiği de belli. Bu zamansızlık duygusu, tekinsiz atmosferin en büyük destekçisi oluyor.

Bu film; Hollywood’un karanlık yüzünü açığa çıkaran bir kimlik arayışı öyküsü; konvansiyonel anlatım kalıplarının zaman zaman yeniden sunulduğu, zaman zaman yerle bir edildiği bir gerilim; film yıldızı olma hayaliyle Hollywood’a gelen genç ve güzel bir kızın yaşadığı “Amerikan kabusu”nun seyirciyi hipnotize edici, rüyavari görsel dışavurumu[6]… Her kelimesinin büyük ustalıkla yazıldığı her halinden belli senaryosu, ve Lynch’in o alışıldık, her planı hesaplanmış sahneleriyle dolu bu baş yapıt, sadece Lynch’in değil, tüm bir sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri belki de.

Yönetmen: David Lynch
Yapımcı: Mary Sweeney, Alain Sarde, Neal Edelstein, Michael Polaire, Tony Krantz
Senaryo: Joyce Eliason, David Lynch
Görüntü Yönetmeni: Peter Deming
Kurgu: Mary Sweeney
Prodüksiyon Tasarımcısı: Jack Fisk
Müzik: Angelo Badalamenti
145 dk./Fransa-ABD Ortak Yapımı/Renkli/İngilizce

Oyuncular: Naomi Watts, Laura Elena Harring, Ann Miller, Justin Theroux, Robert Forster, Dan Hedaya, Michael J. Anderson, Michele Hicks, Monty Montgomery, Rebekah Del Rio, Laura Herring, Brent Briscoe, Billy Ray Cyrus


Tuna Yılmaz’ın 2004 Aralık ortasında Es yayınlarından çıkacak olan “Bir David Lynch kitabı” isimli kitabından alınmıştır.


[1]FULLER, Graham; Babes In Babylon; Sight and Sound; Aralık 2001; s. 14

[2]BRADSHAW, Peter; Driven To Distraction; The Guardian; 4 Ocak 2002

[3]HOLDEN, Stephen; Hollywood Seen As A Funhouse of Fantasy; New York Times; 6 Ekim 2001

[4]LANE, Athony; Road Trips; New Yorker; 8 Ekim 2001

[5]KUTLU, Kutlukhan; Eleştiriler: Mulholland Çıkmazı; Popüler Sinema Dergisi; Sayı 85;Mayıs 2002; s.17

[6]YÜCEL, Fırat; Ev Keyfi-DVD: Mulholland Çıkmazı; Altyazı Aylık Sinema Dergisi; Sayı 20; Temmuz-Ağustos 2003; s. 76

Tuna Yılmaz