Dogville’i izlemediyseniz hemen izlemenizi öneririm. Filmi izlerken ilk başta bu ne böyle, mekanlar yok, eşyalar yok, ortada kapı yok ama kapı sesi var, hem de gıcırtılı, yerlere çizilmiş şekiller üzerinde oynanan bir tiyatro oyunu galiba bu dedim; sıkıcı bir şey olmalı… Daha sonra aslında önemli olanın sadece insan ve onun yürüdüğü yaşam yolu olduğunu düşündüğümde bütün nesneler o an benim için anlamını yitirdi; kendimi filmin içinde buluverdim.

Tabii bu filme devam kararımda, son yıllarda artan performansıyla oyunculuğundan etkilenmeye başladığım Nicole Kidman’ın varlığı da büyük önem taşıyordu; bunu itiraf etmeliyim. Muhtemelen düzensiz yaşamın -ve belki özel yaşamındaki mutsuzluğun- getirisi olan hormonlarındaki dengesizlik sonucu yakalandığı kemik erimesi rahatsızlığı yüzünden derin ızdıraba düşmüş kadın kimliğinin bakışlarına yansımasının bunda payı olmalı. Ayrıca bana göre sanat kariyerindeki en en iyi performansını “The Others” da gerçekleştirdiğini düşündüğüm Nicole Kidman’ın bu filmde de muhtemelen gene yüksek bir performans sergileyeceğini de düşündüğümden – ki yanılmamışım; gelenin vurup gidenin bir daha vurduğu, sırf onların günahları adına suskun kalıp bu vurdu gittiye katlanan, çaresiz ve  Hz.İsa sendromlu kadın imajı sergilemesi-, kendi kendime “hele dur, acele karar verme; biraz izle bakalım” dememe sebebiyet verdi; sabır en büyük erdemlerdendir ve günahtan korunmayı sağlayan ve varsa eğer günahları defeden(!) önemli bir değerdir diyerek filmi izlemeye devam ettim. Tabii başlangıçta kendi içimde yaptığım bu değerlendirme, oto kontrol ve sabır yönünde aldığım tanrısal karar(!) film boyunca karşıma sürekli çıkmaya başladığında, isabetli kararlarımdan birini almışım dedirtti bana; kendimi tebrik ettim. Bu filmi izlemeden geçip gitmek hem filmde emeği geçenlere, hem de izleyipte kafası karışanlara karşı ayıp olacaktı diye düşündüğümden kendimi dönüp bir kere daha tebrik ederken, o anda en büyük günahlardan biri olan “kibir”in tuzağına düşmeye başladığımı farkedip yaptığım tebrikleri geri alarak önemli hatta hayati bir günahtan hemen çark ettim. Ama içimde kendimi tebrik edememenin yarattığı ukte kaldı elbette; umarım bu sonradan bilinçaltımda bıraktığı uzantısıyla daha başka büyük günahlardan birine sebebiyet vermez.

Filmi izlerken sorduğum binlerce sorunun en esaslısı ise “Dogville’in günahı ne?” oldu.

Filmin verdiği mesaja göre tanrı baba ile doğa ana evlatları olan insanın eğitimi için canla başla uğraşmaktayken, bu eğitim hala başarısızlığını sürdürüyordu, ikisi birden kolkola girip her nereden bu işlerle uğraşmakta iseler terki diyar etmeleri en akıllıca olacaktı- ki sonunda bekleneni yaptılar, kendilerini tebrik ediyorum. Ama nereye gittiklerinden pek emin değilim, orayı temizleyip bir başka kasabaya gitmiş olmaları muhtemeldir.

Eh Nicole çektiği onca eziyetin sonunda -hatta bu eziyete ölümüne eziyet demek lazım- insanın ölümcül günahları için kendini feda ederek ve o günahları ben sizin yerinize çekerim deyip onları tek tek temizlediği halde -bkz. 7 biblo-, insanın akıllanmayıp hatta daha da beter çıldırarak o günahları kat be kat tekrar geri davet etmesi durumunda daha ne yapsınlar ki… Eh insan denen varlık günahlarıyla yaşamaya alışmış ya nasıl olsa… İnsan demek, günah demek ya…

Eğer ben filmin verdiği mesajları doğru anlayabilmişsem – insanım ya yanılabilirim, hatalara düşebilirim, hatta günaha daha meyilli olduğumdan aldığım yanlış kararlar beni istemeden değil Dogville’ e, eşek cennetine bile götürebilir- insanın davranışlarının, eğilimlerinin ve gelişmemişliğinin acımasızca eleştirildiği ve bütün günahlarının masaya yatırıldığı Dogville aslında tanrının insanları cezalandırmada ne kadar haklı olduğunu gözümüzün içine sokmaya çalışıyordu. Bundan yola çıkarak tanrısal gücü eline geçirenlerin de önleri açılacak, kendilerine gün doğacaktı.

Eğitemiyorsan, yok et! Tekrar yap, tekrar dene, tekrar yok et…

Bu durumda, insanın günahı neydi; yaşama isteği dışında gelmiş olması ve dünyaya gelirken getirdiği özelliklerin açığa çıkması insanın günahı mıdır diye sormazlar mı adama…  Herkes ana babasının genetik özelliklerini taşır demezler mi… O zaman ana baba günahkardı da, çocukları bu günahı temizlemek için mi, gelip, ölüp ölüp gidiyorlardı. Bu günah her neyse bedeli bu kadar ağır mıydı… Hal böyle olunca öl, öl bitmez ki…

Zaten sonuçta onlarda aklın yolunun birliğinde karar kıldılar ki, bu insan denen meret nedense hep günaha meylediyor, bunun düzeleceği yok, hepsini öldürelim de birlikte kurtulalım bu işten, zaten görünen odur ki  bu işin altından kalkmayı da beceremedik, bunlar aynı bize benziyor, sıkıştı mı zarar veriyor, hatta azıtıp öldürüyor; şunları gebertelim gitsin dediler ve yaptılar; gebertip gittiler.

Birileri buna dur desin!

Hala birileri bütün bu acıların ve yıkımların yaşanmasının tek sebebinin insanın günaha meyilli olması sebebiyle vuku bulduğunu ve bu günahlardan kurtulamadığı takdirde sonucunun toplu yok edilme olduğunu iddia ediyorsa, o zaman bu evrimsel süreç de sürekli kendini tekrar edip duracaktır. Gerçekten birileri buna dur desin. Sürekli ve sürekli bilinçaltlarımıza bu tohumların ekilmesine birileri dur desin.

Dur diyen yoksa farkına varılsın. Sadece farkındalık insanı bu cehennemden kurtarabilir; kadın ya da erkeğin kendi özündeki gücü farkedip ona sahip çıkması. Ve en önemlisi insanın kendine değer vermesi…

Ancak o zaman bu günahlardan(!) kurtulmak için, bedel ödemek zorunda kalmayacağız; o zaman insan olmanın zaten yeterince tanrısal bir durum olduğunu anlayabileceğiz. O zaman günahlardan kurtulabilmenin tek yolunun ölmek ve öldürülmek olduğunu birbirimize hatırlatıp durmayacağız. Ve o zaman birbirimizin boğazını sıkmak için uğraşmayacağız ve onu bunu şeytan ilan edip taşlamayacağız.

O zaman “Dogville” tarzı filmler de yapmayacağız; berbatlığımızı birbirimize gösterip durmayacağız. Hatta cinsiyetlerimizi lanetleyip durmayacağız. Cinsiyetlerimiz üzerinden ego tatmini de yapmayacağız. Cinsiyetlerimiz üzerinden zaferler kazanmayacağız, hatta para da kazanmayacağız. Birbirimize yalanlar da anlatmayacağız. Doğal olanı yapacağız. Doğal olanı kabulleneceğiz ve o zaman belki bu eğitim başarıyla bitecek; her seferinde sil baştan yapmadan…
 

Aylin Yabanoğlu

21.10.1966 yılında Trabzon da dünyaya geldim. Çocukluğumda sanata çok fazla meyli ve yeteneği olan biriyken okumaya olan düşkünlüğüm ve gelişmiş bir adalet anlayışına sahip olmam sonucu Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim. Yüksek öğrenimimi 1989 yılında tamamladım. Meslek olarak avukatlığı seçmem sonucu oldukça maceralı bir avukatlık hayatım oldu. Ara verdiğim dönemlerde kendi çapımda şiirlerim, denemelerim, kısa öykülerim ve bazen de resim çalışmalarım oldu. Bu süreçte de manevi dünyayı ve kendimi tanıma arzum yüzünden çıktığım yolculukta astroloji, psikoloji, felsefe derken en sonunda spiritüalizme kadar varan noktada her anım oldukça renkli olaylara sahne oldu.