Bir mısır tarlası varmış, “İnşa edersen, o gelecek” diyen bir ses duyan sahibi oraya saha yapmış, ölmüş sporcular gelip beyzbol oynamaya başlamışlar… Bir oda varmış, düşleri gerçekleştiriyormuş, bir Stalker, seçtiği kişileri oraya götürüyormuş… Bir kızılderili mezarlığı varmış, ölen biri oraya gömüldüğünde canlanıyormuş… Uzayda bir yaratık varmış, insanın midesine yumurta bırakıyor, karın bölgesini parçalayıp “doğuyormuş”…

Şu senaristler çok garip adamlar vessalam: Nereden buluyorlar ki bu hikayeleri, o acayip fikirleri?

Bazı filmlerin öyküsü gerçek yaşamdan alınmıştır, bazılarının kaynağı edebiyattır, kimileri de efsanelerden, masallardan, çizgi roman sayfalarından peliküle uzanır. Kaynağı ne olursa olsun, gerçek olanlar dışındaki tüm hikayeler için aynı soruyu sorabiliriz: Nereden çıkıp geliyor bunlar?

Kimileri, garip eserleri normal beyinlerin üret(e)meyeceğine, zombi, kurtadam, vampir ve benzerlerini konu alan Bram Stoker, Lovecraft, Stephen King vb. yazarların, Craven, Argento, Del Toro gibi yönetmenlerin ruh hastası olduğuna inanır. Oysa ürkünç öğelere hemen tüm toplumların efsanelerinde, masallarında rastlanır; anlaşılan bir zamanlar dünyada gerçekten bu tür varlıklar yaşıyordu, belki bugün de varlar. Yaşamlarını en azından kolektif bilinçaltında sürdürdükleri içindir ki sanat eserlerine konu olurlar. Andığım yazar ve yönetmenler aslında insanlığın korkularını anlatmaktadırlar.

Bu durum, örneğin istilacı uzaylılarla ilgili senaryolar yazan senaristler için de geçerlidir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Holivud’da yapılan bilimkurgu filmlerindeki uzaylılar, Amerikan toplumunun komünizm korkusunun yansımasıdır (Ki günümüzde uzay kökenli varlıkların ortak adı olarak kabul gören “alien” kelimesi aslında “yabancı” anlamına gelir, yani bilinmeyen, tanınmayan, dolayısıyla korkulan).


İlham Perisi

Dışımızdaki her şeyle, yeryüzüyle, canlı ve cansız tüm varlıklarla, görünen ve görünmeyen alemlerle aramızda bağlantı vardır… İnternete girdiğimizde, bir takım kablolardan akan enerji aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki bir sunucuya bağlanabiliyor, bir başka bilgisayarın belleğindeki dosyaları alabiliyor, mektup gönderebiliyor veya anında yazışabiliyoruz. Aynı biçimde, var olan tüm her şeye ve herkese göremediğimiz kablolarla bağlıyız, farkına varmasak da onlardan bilgi alıyor ve aktarıyoruz. İlham bu bağlantıdan alınan bilgilerin daha çarpıcı, daha fazla hissedilen bir biçimidir; bir insan ile Bütün arasındaki bağlantıyı somutlaştırdığı için dikkat çeker.

Süreci yakından incelediğinizde kaynağın kesin bir açıklıkla belirlenemediğini görürsünüz; hangi öykü veya fikir yazarın bilincinden, hangisi bilinçaltından çıkagelmiştir, neyin kaynağı kolektif bilinçtir ve hangisi ilham edilmiştir, anlamak kolay değildir. Tam da bu nedenle ilham kavramı çoğunlukla bu kaynakların hepsini birden kapsayacak biçimde kullanılır, “ilham perisi” dendiğinde yaratıcı faaliyetlere neden olan, yön veren ve/veya katkıda bulunan tüm etmenler kastedilir.

Yazar ilhamını aldığı hikayeyi zihnini kullanarak işler, “kendi” eserine dönüştürür. Tabi bu süreçte bilinçaltı da devrededir, yazar fark etmese de bazı öğeleri bilinçaltı şekillendirir, en azından satır aralarına sızar.

Çoğu kişi ilhamın sadece sanatçılara geldiğini/verildiğini düşünür, oysa herkese açık bir iletişimdir; her insan bu mekanizmadan şu ya da bu düzeyde yararlanır, edindiği fikirleri işinde, yemek yaparken, elbise dikerken veya ilişkilerinde kullanır. Bunun aksini düşünmek tuhaftır: Sanatçılar o görünmeyen kablolarla her şeye bağlılar da diğer insanlar neden bağlı olmasın?.. Bu konuda bir ayrım yoktur, farklılık alınan ilhamın konusu ve derecesiyle ilişkilidir. Herkes kendisini ilgilendiren konularda ilham alır, çünkü herhangi bir kişiye aktarılan bilginin onun işine yaraması önemlidir. Ve tabi bir de gerçekleştirilmesi.

Çünkü ilham can bulmak ister…

Senaryo için İlham Almak

Senarist olmak isteyen kişinin dikkatini senaryo yazmaya yöneltmesi yeterli olacaktır. Buna karar verdiği an, çevresinde kanat çırpmakta olan ilham perisi bu değişikliği anlar, kanatlarının rüzgarı film hikayeleri (daha doğrusu öykü parçacıkları), kimi görüntüler veya replikler taşımaya başlar. Eğer senarist adayı kararlıysa ve sürecin gereğini yerine getirip yazmaya başlarsa ilham da artarak sürer.

İlhamın derecesi ve derinliği ise periyle değil, insanla ilişkilidir; ortalama ürünlerden çok daha ilginç ve/veya etkili senaryolara dair ilhamlar almak istiyorsanız, yoğunlaşmayı öğrenmeniz ve var olan her şeyle aranızdaki görünmeyen kabloları temizlemeniz gerekir.

Yoğunlaşmak “artık bir senarist olduğunuzu” unutmamanızdır: henüz senaryo yazmamış olsanız da şimdi dünyaya bir senaristin gözleriyle bakıyorsunuz. İlgilendiğiniz konu ya da temaları, aklınızdaki fikirleri, size ilginç gelen insanlık durumlarını gündemde tutar, her dakika üzerinde durmasanız da (bu imkansızdır zaten) onlarla ilişkinizi sürdürürsünüz.

Ve parazitleri temizlemeye gayret edersiniz… Radyonun ayar düğmesi belirli bir frekansa yakınsa dinlemek istediğiniz yayın cızırtılar arasından tam duyulmaz, doğru yere geldiğinde istenmeyen sesler kaybolur, asıl ses netleşir. Bir sanatçı için parazitler önyargılar ve düşünce kalıplarıdır, bunlar kişiyi sınırlar, kısırlaştırır. Ruhunuz/zihniniz ne kadar özgürse o kadar fazla ve/veya derin ilham alırsınız.

Özgürleşmek, kişiliğini genişletmek, “her şey olabilen”e dönüşmektir. Yazmak; cesur, korkak, kararsız, harekete geçemeyen, çekingen, atak, hoşgörülü, açık fikirli, bağnaz, şiddete karşı, şiddet eğilimi olan… kişileri işlemektir. Yazar olmak, gerektiğinde 4 yaşında bir çocuk ve 72’sinde bir ihtiyar olabilmektir.

Yeni fikirleri daha kolay benimseyebilen, yeni durumlara başarıyla uyum sağlayabilen yazarlar daha bol ve derin ilham alırlar. Çünkü bir kaba ancak onun alabileceği kadar su doldurulabilir.


Gücünüzü Keşfedin

Senaryo yazmak kolay bir iş değildir, ama bu işi yeterince isteyen herkes yapabilir. Çünkü her insanda bu zor işin üstesinden gelmesine yetecek güç vardır. Sadece gizlidir, henüz keşfedilmemiş olabilir, ama açığa çıkartılabilir.

Başarmayı istemek ve yazabileceğine inanmak yeter…

Senaryo yazımıyla (aslında her türden sanatsal faaliyetle) yeni uğraşmaya başlayan herkesin en önemli gereksinimi gücünü keşfetmektir. Yazabileceğinize inanmanız buna bağlıdır. Yeterli olduğunuzu bilirseniz endişeleriniz zayıflar, kendinize inancınız artar, an be an başarmaya yaklaşırsınız.

Gücünüz yeterli bile değil, çok daha geniş, sınırsız diyebileceğimiz kadar geniş, çünkü çok önemli silahlara sahipsiniz.

Bunlardan ilki ilham… Her şeyle ve herkesle aranızdaki bağlantı öyle bir yaratıcılık pınarıdır ki asla suyu kesilmez, giderek artar, siz aldıkça daha da fazlasını verir. Bu mekanizmanın bilincine vardıktan sonra kaygılanmaya gerek kalmaz.

İkinci en büyük silahınız ise sizsiniz. Benzersizliğiniz.

Her insan diğerlerinden farklı genlere, bilinçaltına ve yetiştirilme sürecine sahip. Her insan benzersiz. Bu farklılık çok değerli. Özellikle sanatsal faaliyetle uğraşanlar için. Çünkü sanat üretimi bu zenginlikle yapılıyor, bunlara bağlı, bunlardan güç alıyor.

Bilinçaltınızda çoğunu anımsayamadığınız binlerce an, yüzlerce etki yatıyor. Örneğin 2,5 yaşındayken gördüğünüz bir yüz, atlattığınız bir tehlike, yaşadığınız bir sevinç anı… Ayrıca bilincinizde milyarlarca an, belleğinizde duyduğunuz milyonlarca söz, izlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar var. Bunlar inanılmaz bir zenginlik oluşturuyor.

Hazine dolu bir sandığın üzerinde oturuyorsunuz, ama yoksul olduğunuzu sanıyorsunuz. Tek yapmanız gereken, üzerinden kalkıp o sandığın kapağını açmak…

Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağız.


Biraz Pratik Yapalım

Gücünüzü görebilmeniz için bir alıştırma önereceğim size.

Eğer varsa, ilhamını aldığınız öykü parçacıklarını, film hikayesi fikirlerini şimdilik bir kenara bırakın. Çünkü bu alıştırmanın amacı, daha önce üzerinde hiç çalışmadığınız, sizin için tamamen yeni olan bir konuda bile aslında ne çok şey bildiğinizi, inanılmaz yüksek sayıda fikre sahip olduğunuzu ve onlarca yeni fikrin ilhamını alabileceğinizi görmeniz.

Bu alıştırmanın çıkış noktası “melek” kavramı olacak; çeşitli zorlukları yüzünden bu temayı seçtim. Ya siz de çoğu insan gibi onların var olduğuna inanmıyorsunuzdur, ya da meleklerle kişisel ilişki kurma imkanı bulamamışsınızdır. Yani melekleri tanımıyorsunuz, onlarla empati kurmanız kolay olmayacak.

Öte yandan melekler hakkında çeşitli bilgilerimiz var, örneğin günahsız olduklarını biliyoruz. İnsanlara yardım ettiklerini de. Ayrıca özellikle Hıristiyanlıkta “koruyucu melek” kavramı var; insanların daima yanlarında bulunan, onları koruyup gözeten varlıklar.

Ve bir de filmleri biliyoruz, ana karakterlerden biri melek olan epey eser var.

Kimi yazar uzun ve yoğun araştırma yapmaktan hoşlanır, örneğin Milcho Manchevski (“Before The Rain / Yağmurdan Önce”) hikayesini geliştirirken konuyla ilgili onlarca kitap okuyan bir yönetmen. Christopher Nolan ise “Inception / Başlangıç”a çalışırken yoğun araştırma yapmadığını, kendi rüyalarını incelemekle yetindiğini anlatıyor röportajlarda. Doğal olarak siz de, kişiliğinize uygun yöntemi izleyeceksiniz. Ancak araştırmaktan hoşlanmıyorsanız bile filmleri incelemeniz gerekecek, en azından daha önce yapılmış bir eserin taklidini yazmamak için.

Ayrıca yapılmış eserleri incelemek insanın ufkunu geliştirir, bilgisini çoğaltır, hiç düşünmediği noktalara dikkatini çeker. Kısacası çok yararlı ve gereklidir. Çekilmiş filmleri iyi bilirseniz, çalıştığınız öyküyü tarif etmeniz, –öncelikle kendinize- anlatmanız kolaylaşır.

Çünkü şu aşamada nasıl bir melekli senaryo yazacağınızı henüz bilmiyorsunuz.

Filmin Ana Cümlesi

Her film bir şey anlatır. Filmlerde birden fazla konu olabilir kuşkusuz, bunlardan biri asıl mevzuudur, diğerleri yan unsurlar. Yazacağınız senaryoda asıl işlemek istediğiniz konuyu/temayı bir cümleyle özetlemenizi öneririm, senaryoda hangi öğelerin yer alıp almayacağını, aklınıza gelen bir fikrin bu filme uygun olup olmadığını bu cümleye bakarak belirleyeceksiniz.

Bu aşamada bu senaryoda asıl neyi anlatmak istediğinizi bilememeniz normal, zaten en büyük güçlük o ana cümleyi kurmaktadır, bu konuda acele etmemenizi öneririm (William Goldman sonunda “Hearts in Atlantis / Gizemli Yabancı”ya dönüşen öykü kitabını uyarlarken ana cümleyi altı ayda belirlediğini anlatır, senaryoyu yazması ise üç ay sürmüş). Ana cümle hazır olmadığı için yazmaktan vazgeçmeyin, çalışmayı sürdürün, eninde sonunda aslında neyi anlatmak istediğinizi bileceksiniz.

Bu, düşünme aşamasıdır. Meleklerle ilgili bilgilerinizi not alın. Bu faaliyet bilinçaltınızın konu üzerinde tam kapasite çalışmasını sağlayacak ve sizi ilhamlara daha açık hale getirecektir.

Ve soru sorun: Melekler insanlara hangi koşullarda yardım ediyorlar? Kafalarına göre hareket edip diledikleri an insanların işine karışıyorlar mı, yoksa bizim yardım istememiz mi gerekiyor?

Ve yardımı nasıl yapıyorlar? Örneğin “Always / Daima”da (Steven Spielberg, 1989) olduğu gibi hep yanımızda duruyor ve bize fikir mi veriyorlar? Düşüncelerimizin bir kısmı aslında onlara ait de biz onları kendi fikrimiz mi sanıyoruz?

Bu ve benzeri sorularla meleklerin gerçekliğine yaklaşacağız. Bu düşünme faaliyetiyle nihai hedefimiz “melek olmak”tır; onlardan biri gibi hissetmeye, düşünmeye başlayamazsanız melekleri yazamazsınız. Yazarsanız yüzeysel bir senaryo olur, yaşamayan, silik karakterler çıkar ortaya, hikaye kimsenin kalbine dokunmaz.

O yüzden bu çalışmadaki asıl meydan okuma şudur: Bir melek olmaya hazır mısınız?

Melekleri tanımıyor, belki onların var olduğuna inanmıyorken melek olabilir misiniz?


Bir Melek Gibi…

Meleklerle ilgili yazacaksanız, böyle bir işe kalkıştığınız bilinciyle davranırsınız, konuyu kafanızda taşırsınız. Böylece konunuz, ilham mekanizmasında öncelikli yer sahibi olur, aklınıza, melekler veya insanlarla ilişkileri hakkında bilgiler, sahne ve diyalog fikirleri gelir, hikaye yavaş yavaş kurulmaya başlar.

Üzerinde ne kadar çok durursanız o kadar çok ilham alırsınız.

Dahası da var: Evren size bu konuda yardım etmeye başlar. Örneğin kanal gezerken meleklerle ilgili bir tartışma programına veya diziye rastlarsınız, otobüste meleklerle ilgili bir sohbete kulak misafiri olursunuz, düşünüzde onlardan birini görürsünüz veya bir melek sizinle iletişime geçer.

Yazmaya ne kadar kararlı olursanız, evren de size o kadar yardım eder.

Yan gelip yatarsanız ilham/yardım azalır, bir süre sonra da biter. Çalışmaya, yani düşünmeye devam etmeniz gerekir. Hikaye tamamlanana ve siz melek olana dek…

Kan ter içinde çabalamanıza gerek yok, kararlı olmak yeter.

Bir de -işte bu zordur- alçakgönüllü olmanız gerekir. Hikayeyi “kendim” bulacağım, “benim” yaratıcılığım sayfalara akacak, biçiminde inat ederseniz, egonuz kazanır, ama siz kaybedersiniz. Çünkü kendi iç sesinizin gürültüsü ilhamı bastırır. Egonuz ilhamını aldığınız fikirleri beğenmez, sonunda oluşacak muhteşem yapıyı önceden göremediği için direnir, başka yapılar oluşturmaya kalkışır, işleri arapsaçına çevirir. İnanın bana, en güzeli ve uygunu ilhama kulak vermektir, egonuz kontrol altına girene ve siz kendiniz dışında şeyler de (örneğin bir bebek, bir alkolik, aç bir köpek veya bir melek) olabilene dek.

Kendiniz kadar başkaları da olamazsanız başkalarına hikayeler anlatamaz, onları yüreklerinden vuramazsınız.

Melekler hakkında yazacaksanız, hiç çaresi yok, melek olacaksınız.

Ben Bir Meleğim…

Başka bir şey olmak fikri size ters geliyorsa “ben bir meleğim” cümlesini (mümkün oldukça yüksek sesle) tekrarlayın. Çıkın balkona, çevrenizdeki hayata bakın, bir meydanda, caddede durup insanları seyredin ve tekrarlayın: “Ben bir meleğim.”

İnsan gibi görmeyi bırakın, melek gibi görün. Yatağınıza uzanın ve bırakın zihniniz gezinsin çevrede. Bir melek gibi düşünün.

Ben Bir Meleğim…

Çiçek nedir biliyorum ama hiç çiçek koklamadım. Hiç dikmedim de, büyümesini seyretmedim… Hiç yıkanmadım, yüzmedim, derinlere dalmadım. Yağmur nedir biliyorum ama hiç ıslanmadım. Çocuğuma sarılmadım hiç. Bir domatesi ısırmadım. Kendimden geçercesine dans etmedim. Araba kullanmadım. Hamakta uyumadım. Bir stadyumda binlerce insanla birlikte haykırmadım. Resim yapmadım. Sevgilimi omzundan öpmedim.

Meleklerin en önemli duygusunu yakaladınız böylece: İnsanların yaşadığı pek çok şeyi büyüleyici buluyorlar. Bize imreniyorlar… Onların sadece (bizden görerek) bildiği milyonlarca deneyimi ve duyguyu bizzat yaşadığımız için.

Örneğin melek üşümeyi bilmez. Parasızlığı. Özlemeyi. Efkarlanmayı. Korkudan titremeyi. Kendini değersiz hissetmeyi. Diş ağrısından kıvranmayı. Bir yakınını yitirmenin acısını. Terk edilmenin yarattığı boşluğu. Oğlunu savaşa yollamayı. İntikam planlamayı. Nefreti.

Öyleyse melek için insanın kendisi büyüleyici. Acısı tatlısıyla her türden deneyime açık yaşadığından.

Meleğinkine kıyasla insanınki süngü ucunda yaşamak. Bıçak sırtında. Uçurum kıyısında. Çoğunlukla boşlukta…

Senaryonuzun önemli temalarından biri daha çıktı böylece: İnsana saygı.

Zaten insana secde etmesi istenmişti. Meleğin yapmadığı bir şeyi yapmayı kabul ettiği için: Bedenlenmeyi. Dünya üzerindeki bu zor hayatı yaşamayı.

Meleklerin en güçlü duygularından birinin insanlara yardım etmek olması çok doğal; bizim hayatımız onlara çok karmaşık, korkutucu ama aynı zamanda görkemli geliyor (Anlaşılan Wim Wenders bu yüzden “Wings Of Desire / Berlin Üzerinde Gökyüzü” ve devam filmi “Faraway, So Close!”un meleklerle ilgili bölümlerini siyah-beyaz, insanlara odaklanan kısımları renkli çekmiş).

Onlar sadece melek, oysa insan tam karşıtını da içinde barındırıyor: Şeytan dediğimiz varoluş biçimini, kötücüllüğü…

Bu iki yan sürekli çatışıyor. İnsan yüreğiyle zihni arasındaki gerilimden yorgun düşüyor. Ruhu alt üst oluyor, kafası karışıyor. İçindeki sevgi ile korku arasında savruluyor.

Hayat zor ve melek bunu biliyor.


Belli Başlı Örnekler

Tam da bu yüzden melekleri konu alan filmlerin hemen tamamı insanlara yardım temasıyla o ya da bu şekilde ilgileniyorlar. Meleklerin varoluş biçimi ve duygularıyla ilgileri ise farklı seviyelerde.

Aynı kategorideki yeni filmlere de ilham vermeyi sürdüren birkaç klasiği hatırlayalım: “It’s A Wonderful Life / Şahane Hayat”ta (Frank Capra, 1946) ana karakter intihar etmeye kalktığında koruyucu meleği karşısına çıkıp ona, hiç doğmamış olsaydı hayatın nasıl şekilleneceğini gösterir, yaşamının değerini anlamasını sağlar… Kısa özetinden anlaşıldığı gibi bu film insana yardım ve insana saygı temalarını işleyen bir “hayata övgü”dür, yaşamın aslında ne kadar muhteşem olduğunu gösterir, izleyicisine moral ve ilham verir.

Ertesi yıl Henry Koster’ın çektiği “The Bishop’s Wife” ise meleğin insana yardım etmesi temasını ustalıkla işlemekle kalmaz, çok önemli bir ek de yapar: Meleklerin bakış açısına göre insan o kadar mükemmel ve saygıdeğer bir varlıktır ki, bir meleğin bir insana imrenmesi, hatta aşık olması da mümkündür…

Aynı tema 40 yıl sonra bir Alman filminde karşımıza çıkar: Sinema tarihinde ilk kez Wim Wenders, insanlara değil, meleklerin varoluş biçimine ve duygularına ağırlık vermiş, “insana aşık olma” temasını da derinleştirmiştir: “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün ana karakteri bir kadına aşık olur ve onunla birlikte olabilmek için insan olmayı kabullenir, sonsuz yaşamdan vazgeçip dünyaya “düşer”…

1993’te çektiği devam filmi “Faraway, So Close!”da Wenders ikinci bir meleği insanlaştırdı, bu kez ana karakter bir kız çocuğunu kurtarmak için dünyaya indi. Bu ikinci film, melekle insan arasındaki farkları ve –meleklerin bakış açısına göre- insan yaşamının zorluklarını daha geniş biçimde irdeliyordu.

Bu birkaç örnek de gösteriyor ki, melekli filmlerin önemli bir bölümü İncil’deki tariflerden hareket ediyor. Kendini bu çerçevenin dışında konumlayan filmler de yapıldı, örneğin “Michael” (Nora Ephron, 1996) ve “Angel-A”daki (Luc Besson, 2005) melekler çoğu dindarın izlemeye katlanamayacağı türdendir.

“Skellig” (Annabel Jankel, 2009) ve aslında onun öncülü olmasına karşın daha az bilinen “A Very Old Man with Enormous Wings” (Fernando Birri, 1988) ise şablonu ters yüz eder; bu iki filmde de zor durumdaki melekler insanların yardımına muhtaçtır.

Tüm bu aykırı örnekler literatürü tamamladı, artık elimizde dini tarif açısından değerlendirirsek en iyi, en düzgün melekleri gösteren filmler de var, tam öteki uçta yer alanlar da.

Önemli tek bir eksik kaldı: Tüm bu melekli filmler Batı’da yapıldı ve hepsi Hıristiyanlıktan hareket ediyor, karşı çıkanların da muhalif oldukları tarif İncil’e ait. Başta İslam olmak üzere diğer büyük dinlerin tarif ettiği biçimiyle melekler perdeye yansımadı henüz…

Dini kökenli ve dolayısıyla gayet iyi bilinen melek tarifinden yola çıkmak veya tersini yazmak tercihe bağlı; yapılmış filmleri ve bunlardaki seçimleri alıcı gözüyle ve hayatı “bir melek olarak” inceler, yeterince üzerinde durursanız sizin tercihiniz de netleşmeye başlayacaktır.

Bu aşamadaki eylem planınız basit: Mümkün olduğunca malzeme toplayın ve ilham alın, sonra aklınızdaki her şeyi tek bir cümleyle ifade edin.

Ve sıkıştığınız, kendinizden şüpheye düştüğünüz her an bu yazıdaki örnekleri anımsayın: Dünyanın dört bir yanında yazarlar, onlarca filmin ilhamı almış, senaryoya dönüştürmüşler. Benzer bir çalışmayı sizin yapamayacağınızı kanıtlayabilecek hiçbir şey yok yeryüzünde, yeterince ister ve sıkı çalışırsanız, özgün bir fikre yaslanan yeni bir melek filmi senaryosunu siz yazabilirsiniz…

Saçları Nasıl Olacak?

Yazacağınız senaryodan hareketle çekilecek filmde melekler nasıl görünecek? Bu konuda bir öneriniz var mı?..

Olmalı mı? Bir başka deyişle, “nasıl görünecekleri” senaristin sorumluluk alanına mı girer?

Bu soruları yanıtlamak için de temel başvuru noktanız “bir cümle” olacak.

“Bir cümle” inşaata başlamadan önce çizilen mimari tasarımdır; yani nasıl bir bina yapmak istediğimize ilişkin bir tarif. Hikayeyi üzerinde yürüteceğiniz ana eksen…

“Angel-A” ile “A Bishop’s Wife” arasında dağlar kadar fark var. “A Life Less Ordinary / Olağanüstü Bir Hayat”taki meleklerle Skellig’in neredeyse hiçbir ortak noktaları yoktur.

Demek ki bir senaristin “melek temasını işleyeceğim” diye yola çıkması yetersiz olur; “bir cümle”niz daha geniş bir tarif yapmalı. Ayrıca bu alt başlık altında sorduğumuz (ve benzeri) her türden soruyu onun aracılığıyla yanıtlayacağınıza göre ana cümlenizin sağlam bir referans noktası oluşturması gerekir.

Genişletelim: “Meleklerin insanlara yardım etmelerini anlatacağım”.

İlkine kıyasla biraz daha ileri bir adım attınız ama hala yeterli değil, felsefi açıdan eksik. “Yardım ediyorlar da ne oluyor?” sorusunun yanıtı yok.

Şu nokta da çok önemli: Bu ikinci “bir cümle”, bir durumu sergileyeceğinizi söylüyor, oysa başyapıtları incelerseniz, gözlemlemekle yetinmediklerini, tespit yaptıklarını, soru sorduklarını ve çoğunlukla -kendilerince- yanıt verdiklerini görürsünüz.

Başarılı bir melek filmi yazmak istiyorsanız, sizin insanları ve insanlığı nasıl gördüğünüzü ortaya koymak durumundasınız. Bunu yapamazsanız sadece bir hikaye anlatmış olursunuz.

Meleklerin ayırt edici biçimde görünmeleri, film onları insanlarla yan yana gösterecekse gerekli. Örneğin “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün (açılışta ana karakterlerinden birinin sırtında kanatların belirip yok olması dışında) film boyunca kullandığı ayırt edici özellik, meleklerin benzer giyimli ve kısa at kuyruğu saçlı olmalarıdır (Hatta devam filminde Cassiel yeryüzüne “düştüğü” an at kuyruğu da kopar). Böylece bir caddeyi, bir kütüphaneyi gördüğümüzde perdedeki kişilerin hangilerinin melek, hangilerinin insan olduğunu bir bakışta anlarız.

İnsanlarla melekleri yan yana göstermek ise hayatı tarif etmek açısından çok önemli bir bakış açısına yaslanıyor. Bahsettiğim filmlerden sadece “Berlin Üzerinde Gökyüzü” meleklerle ilgili “her yerdeler, hep yanımızdalar” türünden bir cümleye yaslanır.

Sizin “bir cümle”niz böyle bir vurgu yapacak mı?


Birkaç Tavsiye

Tam bir film hikayesi ilhamı alsanız bile acele etmeyin, ana cümleniz yetersiz olursa senaryo başarısız olur, hatta süreç, eserinizi ne yaparsanız yapın tamamlayamayacağınız kadar karmaşık bir hal alabilir.

Çünkü ana cümle sadece hikayenin omurgasını belirlemez, bir bakış açısını da içerir. Sizin hayatı nasıl gördüğünüzü ve izleyiciye nasıl bir bakış açısı (hatta bazen yaşama biçimi) önerdiğinizi de içerir.

Örneğin tarif ettiğiniz meleğin –“The Bishop’s Wife”taki gibi- neşeli, canlı, sevecen, şefkatli olması, öncelikle onları bu şekilde yaratan Tanrı’ya ilişkin bir tespit yapar, ona kıyasla –“Berlin üzerindeki Gökyüzü”nün Holivud versiyonu- “City of Angels / Melekler Şehri”ndeki melekler fazla ciddi, hatta bazen asık yüzlü ve korkutucu tiplerdir. Ki “Legion / Kıyamet Melekleri”nde gerçekten korkunçturlar, o filmde meleklerin ölümüne dövüştükleri sahneler bile vardır. Bu üç filmde Tanrı hakkında en küçük bir bilgi yok gibi görünür, fakat üçü de bir Yaratıcı tarifi yapar.

Büyük ustalar, sadece hikaye anlatmadıklarını, oluşturdukları anlam katmanları aracılığıyla çoğunlukla en geniş anlamıyla hayata ilişkin bir tarif yaptıklarını iyi bilirler. O yüzdendir ki “Şahane Hayat”, “hayata övgü”dür; intihara kalkışan birinden söz etmesine rağmen neredeyse her sahnesinde yaşama sevinci vardır, aldığı her nefes için şükreden, bu bilince sahip sanatçılar tarafından kotarıldığı barizdir.

Tabii ki bu yaşama sevinci ve şükretme duygusu seyirciye de geçer.

Melekli filmler arasında bir hataya yaslananlar da var, “öbür tarafta” bir yanlışlık yapılmıştır, diye başlayan hikayeler… Doğal olarak bu tür filmler de “hata yapabilen bir Tanrı” tarifini içerirler.

Sizin melekleri nasıl gördüğünüz, bir de bu açıdan önemli. Melekleri tarif ederken, mecburen Tanrı’yı, dolayısıyla –O yarattığına göre- hayatı da tanımlayacaksınız, bu tarif sadece satır aralarında kalsa da, izleyici zihnen değilse bile kalben bu tarifi de anlayacak ve alacak.

Yani yazmanın sorumluluğu büyük…

Bu sorumluluk gereği, hiç olmazsa türün iyi bilinen örneklerini dikkatle incelemenizi öneririm, özellikle her birinin hikayesini, ille de ana cümlesini ve bakış açısını. Bu arada eksikleri de tespit edin: Örneğin “The Bishop’s Wife”ın mükemmele yakın bir senaryosu vardır, fakat meleklerin her an zaten yanımızda olduklarını göstermez. Her iki Wenders filmi de çok başarılıdır, ama özellikle ikincisinde “dünyada işlerin yolunda gitmediği” duygusu çok yoğundur. Oysa artık biliyorsunuz, filmlerin yaslandığı ve seyirciye önerdiği bu ve benzeri her cümle sadece melekleri değil, hayatı ve Tanrı’yı da tarif eder; dünyanın feci durumda olması, Tanrı’nın performansının çok kötü olduğu anlamına gelir.

Tüm bu melekli filmlere spiritüel açıdan yaklaşırsanız, çoğunda ciddi sorunlar olduğunu görürsünüz. Eserin temeli sağlam değil veya sundukları tarif çok yetersiz ya da yanlış. Örneğin bazıları Cennet’i dünyaya benzer şekilde güç hiyerarşisi olan bir yer olarak tarif ediyor, mesela Cebrail’in “emrindeki” meleğin yüzüne dosya fırlattığını gösteriyorlar.

Bu eksiklik bir açıdan çok doğal; “aydınlanma çağı”na yeni giriyoruz, insanlık (ve onun bir parçası olan sanatçılar) ancak şimdi dört başı mamur tariflere yaslanan eserler çıkarabilir.

Bir başka deyişle: O ilhamın vakti geldi, siz içinizden gelmesine rağmen melek temalı bir senaryo yazmazsanız, başkaları yazacak.

Fakat bu uzun yazıyı bu cümleye kadar okuduğunuza göre, siz de aslında bu iş için güçlü adaylardan birisiniz.

Haydi öyleyse, geçin bilgisayar başına, not almaya başlayın:

“Ben bir meleğim”…

Tamer Baran